30 Ocak 2011 Pazar

Ya krallık ya şeflik rejimi

60 yıl önce (1951 yılında) Mısır’da kral vardı: Kral Faruk... 31 yaşındaydı. Tahta 1936’da çıkmıştı. Yani 16 yaşındayken... Eğlenceye, yemeye, içmeye düşkün bir kraldı. Fırsat buldukça yatına biner, Akdeniz’de gezmeye çıkardı. O arada Güney Fransa’ya uğrayıp casinolarda oyun oynardı.
Mısır, malûm, milattan önce 3 bininci yıla kadar giden çok zengin tarihi olan bir ülke... 1517’de Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı topraklarına katıldı. Kanunî Sultan Süleyman zamanında oradaki Osmanlı egemenliği pekişti ve 19’uncu yüzyılda Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanına kadar devam etti.
1830’lu yıllarda, fiili egemenlik, önce Mehmet Ali Paşa ile oğullarına, sonra da İngilizlere geçti. 1882’de ülkeyi işgal eden İngiltere, 1914’te Mısır’ı resmen de ‘himaye’si altına aldı. 1922’de ülkede –tabii gene kendi ‘himaye’sinde- krallık rejimi kurdu.
İlk kral Birinci Fuat’tı. Faruk’un krallığı, onun ölümüyle başlamıştı.
Kral Faruk’un iki derdi vardı. Biri, bir erkek çocuk sahibi olamamasıydı. Genç yaşta evlendiği Feride’den olan üç çocuğunun üçü de kızdı. Feride’yi bu yüzden boşamış ve 1951’de yeniden evlenmişti. Ondan da erkek çocuğu olmazsa, Mısır’daki krallığın kurallarına göre, hanedanın durumu tehlikeye girecekti.
Faruk’un ikinci derdi, şuydu: Mısır resmen bağımsızdı ama, ülkenin kilit noktalarında, o arada Süveyş’te İngiliz askerleri vardı. Kralın kontrolü altında da bulunsa, meşruti bir parlamentosu da olan ülkede, İngiliz aleyhtarlığı giderek artıyordu. Özel hayatı dolayısıyla zaten pek sevilmeyen Faruk, kendi durumunu daha da kötüleştirmemek için, İngiltere’ye karşı çıkan siyasetçilere ödün vermek zorunda kalıyordu. Bu da İngilizlerin baskılarını artırıyordu.

Hanedan kurtuldu ama...
Kral Faruk 1952 yılının başında iki derdinin birinden kurtuldu. İkinci eşi Neriman’dan bir oğlu oldu. Adını, dedesininki gibi Fuat koydular. Hanedan kurtuldu. Fakat öteki dert, giderek daha da büyüdü.
Faruk’un, İngiltere karşıtlarının hoşuna gider diye başbakanlığa getirdiği Nahas Paşa’nın Süveyş Kanalı’yla ilgili bazı girişimleri İngiltere’yi harekete geçirdi. Süveyş’teki İngiliz birlikleri kanal civarındaki Mısır birliklerini abluka altına aldılar. Ülkede buna tepkiler başladı. Halkın gösterilerinde silahlı çatışmalar çıktı. İnsanlar öldü.
Kral Faruk ise, hızlı bir politika değişikliği yaptı. Nahas Paşa’yı görevden aldı. Sıkıyönetim ilan etti. Yeni bir hükümet kurdurttu. Fakat sükûneti sağlayamadı.
Sıkıyönetimin başındaki askerler de, halkın gösterilerinden etkileniyorlardı. Hükümet değişikliğini yeterli bulmuyorlardı. Faruk yeni kurdurduğu hükümeti de görevden aldı. Fakat onun yerine yeni bir hükümet kurdurtmayı başaramadı.

Krallık gitti
Bunun üzerine askerler harekete geçti. Kara Kuvvetleri Komutanı General Muhammet Necip komutasındaki askerler, Faruk’un sarayını kuşattılar ve ondan krallığı bırakmasını istediler. Bırakmazsa, duruma fiilen müdahale edeceklerini açıkladılar.
Faruk bunu kabul etti. 23 Temmuz 1952 tarihi itibariyle tahtı bıraktı. Varılan uzlaşmaya göre yerine, o sırada 7 ayını doldurmak üzere olan oğlu Fuat, ‘II. Fuat’ adıyla kral ilan edildi. Fakat, tabii, tahta oturacak yaşa gelinceye kadar, ülke, bir ‘kral naibi’yle idare edilecekti. Kral naipliğini de, başbakan unvanını da alan General Muhammet Necip üstlenecekti.
Faruk, eşi Neriman’la birlikte Mısır’ı terk edecekti. İsterlerse ‘yeni kral’ı da yanlarına alabilirlerdi.
Tabii, istediler ve üçü birlikte İskenderiye’ye gidip, Faruk’un yatına binerek Mısır’dan ayrıldılar. Önce Capri Adası’na gittiler.
Bu gezi tamamen gizli tutulmuştu ama, Paris Match Dergisi’nin bir muhabiri nerede olduklarını keşfedip yukarıdaki fotoğrafı çekti.
(Daha sonraları Avrupa’nın eğlence merkezlerinde de fotoğrafları çekilecek olan Faruk, 1965’te Roma’da Monako vatandaşı olarak ölecekti.)

Necip ve Mısır
Yedi aylık II. Fuat’ın gurbetteki ‘resmî’ krallığı, bir buçuk yaşına kadar sürdü. Mısır’daki askeri yönetim, 18 Haziran 1953’te krallığı lağvetti. ‘Cumhuriyet’ ilan etti.
Cumhuriyet’in ilk Cumhurbaşkanı ve Başbakanı, General Necip oldu. Necip’in ihtilal konseyindeki yardımcısı Albay Cemal Abdülnasır da Genelkurmay Başkanlığı’nı üstlendi.
Bu durum da çok sürmedi. Necip’in yetkileri giderek azalırken, Nasır’ın yükselişi devam etti. 1954’te Başbakanlığa Nasır geldi. Necip, kısa bir süre sonra kızağa çekildi. Cumhurbaşkanlığı’ndan ayrıldı. O mevkie de Nasır geçti. Geniş yetkileriyle Mısır’ın ‘tek adam’ı haline geldi.
Nasır’ın yönetimi, 1970’teki ölümüne kadar sürdü. O süre içinde Mısır çok hareketli bir dönem yaşadı. Dış siyasetinde, Arapları kendi liderliğinde bir araya getirmeye çalışıyordu. Aynı zamanda da, dünya politikasında ‘yapıcı tarafsızlık’ veya ‘üçüncü dünyacılık’ diye adlanan bir tutum izliyordu.
Bu, dönemin Soğuk Savaşı şartları içinde Batı ve Doğu bloklarından ikisine de eşit mesafede kalmayı hedefleyen bir tutumdu. Nasır o konuda Yugoslavya ve Hindistan’la işbirliği kurma gayreti içindeydi.

Süveyş Kanalı ve kriz
Nasır, o arada 1956’da, Süveyş Kanalı’nı devletleştirdi ki, bunun uluslararası alandaki etkileri büyük oldu. Süveyş Kanalı, Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan deniz yolunun kanalıydı. Hem stratejik önemi vardı, hem de sahipleri için büyük bir gelir kaynağıydı.
Kanalın hisselerini ellerinde bulunduran İngiliz ve Fransızlar buna şiddetle tepki gösterdiler. 1956 Ekim’inde İsrail’le anlaştılar. İsrail, Mısır’a saldırdı. İngiltere ve Fransa da, sözüm ona Süveyş’teki haklarını korumak için harekete geçti. Dünya büyük bir kriz yaşadı. Çeşitli girişimlerden sonra, saldırı, ABD’nin Mısır lehine müdahalesiyle sona erdirildi.
Nasır’ın Amerika’yla ilişkileri daha sonra bozuldu. Nedeni, ABD’nin Mısır’ı kendi politikasına uydurmak istemesiydi. Nasır ise, hem ‘üçüncü dünyacı’lığını sürdürmek, hem de, Assuan Barajı inşaatına finansman sağlamak niyetindeydi. Assuan Barajı’nın Mısır ekonomisine büyük bir kalkınma hızı getireceğine inanıyordu. Gerekli krediyi ABD’den sağlayamayınca, o sorunu Sovyetler Birliği’ne yaklaşarak çözmeye çalıştı.
Arapları birleştirme çabalarında ise, 1958’de ilginç bir adım attı. Mısır’la Suriye’yi Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleştirdi. Buna Irak’ı katmak istiyordu. Irak’ta krallık 1958 ihtilaliyle devrilince, askeri idare kurulmuştu. Askerler arasında Nasır taraftarları vardı. Fakat o hedef gerçekleşmediği gibi, Mısır’la Suriye’nin ‘Birleşik Arap Cumhuriyeti’ de bir süre sonra sona erdi.
1967’de Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki ‘6 gün savaşı’nda, başta Nasır olmak üzere, Arap kuvvetleri büyük bir yenilgiye uğradılar. Fakat bu, Nasır’ın Mısır’daki itibarını sarsmadı. O yenilgi üzerine görevinden istifa ettiği halde, lehine yapılan büyük gösteriler sonunda istifasını geri aldı.

Sedat ve Mübarek
Nasır’ın 1970’teki ölümünden sonra yerine geçen Enver Sedat da, Nasır gibi, 1952 hareketine katılan bir askerdi. O, tarihe, İsrail’le diplomatik ilişkileri kuran başkan olarak geçti.
13 yıl iktidarda kaldı. Rejimi bir ölçüde demokratikleştirmeyi hedefledi. ABD’yle ilişkileri düzeltti. Onun da etkisiyle, -1978’de- İsrail’le Camp-David anlaşmasını yaptı. İsrail Başbakanı Menahem Begin’le birlikte Nobel Barış Ödülü’nü aldı.
Fakat bütün bunlar, Arap ülkeleri arasında tepkilere yol açtı. Sedat’ın Arap davasına ihanet ettiği ileri sürüldü. Başkan Sedat 1981’deki bir geçit resmi sırasında öldürüldü.
Yerine geçen Hüsnü Mübarek de, onun gibi bir asker. Krallıktan sonra Mısır Cumhurbaşkanlığı makamında oturan dördüncü asker... 30 yıldan beri Cumhurbaşkanı... 83 yaşında...

Ya kral, ya ‘şef’
Ya kral, ya asker... Mısır’ın koloni olmaktan çıktıktan sonraki idarecileri böyleydi.
Aslında, Ortadoğu’daki ve Kuzey Afrika’daki ülkelerin çoğunun yakın tarihinde benzer bir durum ortaya çıkmıştı. Bu sayfada Yavuz Korkut’un haritasında da görüldüğü gibi, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinden sonra, bağımsızlık kazanan ülkeleri yöneten veya ‘himaye’leri altında tutan devletler, onlara kendi rejimlerini yerleştirmişlerdi.
İngiltere, Mısır gibi, daha önce Osmanlı topraklarından aldığı diğer ülkelerde de krallıklar kurmuştu.
1951 yılındaki Irak’ta çocuk kral II. Faysal vardı. Ürdün’de Kral Abdullah, Suudi Arabistan’da Kral Suud. Bağımsızlığına BM aracılığıyla kavuşan Libya’da da Kral I. İdris vardı.
Onlardan Mısır, Irak ve Libya’da krallıklar bitti. Ama üçünde de kralların yerlerine, önce askerler geldi.
Mısır’da, önce Necip, sonra Nasır, sonra Sedat, sonra Mübarek...
Irak’ta (1958 askeri müdahalesinde) Kral Faysal’ın yerine General Kasım, sonra Albay Arif... Saddam Hüseyin asker değildi ama, askeri istihbarat örgütünde çalışmıştı.
Libya’da (1969’daki askeri müdahaleden sonra) Kral İdris’in yerine Yüzbaşı Muammer Kaddafi... (41 yıldır iktidarda.)
Ortadoğu ve Akdeniz’de, evvelce Fransa’nın yönetiminde veya ‘himaye’sinde olan devletler, bağımsızlıklarını kazanırken, krallık değillerdi. Rejimleri, Fransa gibi ‘Cumhuriyet’ adını taşıyordu. Ama demokrasiyle ilgileri az olan birer ‘Cumhuriyet’ olabildiler.
Suriye, çok sayıda darbe girişiminden sonra bir askeri yönetim döneminde ‘istikrar’ kazandı. 1970’te kansız bir darbeden sonra –Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda da bulunmuş- bir pilot subay olan Hafız Esad, devlet başkanı oldu. 2000 yılındaki ölümüne kadar 29 yıl devlet başkanı olarak kaldı. Ölümünden sonra başkan seçilen oğlu Beşer Esad, asker değil ama, babasının bıraktığı rejimi sürdürüyor.
Fransa’nın kolonisiyken, bağımsızlığını -1956’da- kazanan Tunus’un, 1957’den 1987’ye kadar, 30 yıl süreyle, Cumhurbaşkanı Habip Burgiba’ydı. Asker değildi, hukukçuydu, ama ülkesindeki rejimi, demokratik bir hukuk devletinin rejimi haline getirmedi. 1987’de, başbakanlığa atadığı –istihbaratçı- Zeynel Abidin Bin Ali tarafından -yaşının ilerlediği gerekçesiyle- görevinden uzaklaştırıldı.
Zeynel Abidin Bin Ali de, 24 yıl süreyle Cumhurbaşkanı olarak kaldı.

Ve Türkiye...
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da son 60 yıldaki yönetimlerin özeti bu. Krallıklar, askeri veya sivil şeflikler... Ama hepsinin ortak paydası şu: Hiçbirinin bizim anladığımız manadaki demokratik bir rejimle ilgisi yok...
İsrail’i bir yana bırakırsak, birkaç ülkede var olduğu söylenebilen ‘seçim’lerin uygulaması da demokratik sayılamayacak kadar değişik...
Bütün bu manzaranın ortasında bir tek Türkiye var ki, demokratik yapısını 65 yıldan beri koruma ve geliştirme mücadelesini sürdürüyor.
Aslında Türkiye de, bir padişahlık rejimini lağvederek Cumhuriyet haline gelen bir devletti. İlk yöneticileri askerdi. Mısır’daki gibi, Libya’daki gibi... Ama aralarındaki farklardan bazıları şuydu:
İktidara darbe yaparak değil, bir milli mücadelenin ve bir Milli Meclis’in içinden gelmişlerdi.
İktidara gelir gelmez, üniformalarını çıkarmışlar, sivilleşmişlerdi. Asker olarak kurdukları bir rejimi de sivilleştirmeye başlamışlardı.
Evet, kurdukları Cumhuriyet, 1925’ten 1945’e kadar ’20 yıl’ süreyle tek partili bir Cumhuriyet olarak kalmıştı. Ama dünyanın –en ileri ülkeleri dahil- birçok ülkesinin otoriter rejimlerle yönetildiği ve uzun bir savaş dönemi yaşadığı o yıllar biter bitmez, hiç vakit geçirmeden demokratik rejime geçmişlerdi.
Evet, bu 65 yıl içinde Türkiye’de de maalesef askeri müdahale dönemleri de yaşanmıştır. Ama, demokrasiye inananlar, o dönemleri en kısa zamanda sona erdirmek için ellerinden geleni yapmışlardır.
Geçmişteki o dalgalanmalara ve bugünkü tartışmalara rağmen, bugün bulunduğumuz nokta şudur: Türkiye, bu coğrafyanın ‘demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti’ olarak tanınabilecek tek ülkesidir.
Bunun değerini bilelim... Ve ‘demokratikleşme’ yolunda, geriye gitme eğilimlerini etkisiz bırakıp, daha da ilerlemeye çalışalım...

0 yorum :