27 Kasım 2010 Cumartesi

Sivilleşme yolculuğu bu, üzülmeyin

Üç generalin bakanlarca taçığa alınması, yakın dönemin İçişleri Bakanları’ndan biriyle yaptığım bir sohbeti anımsamama yol açtı. Bakan, kendi müsteşarını bile atamadan önce cumhurbaşkanı ve başbakanın uyarısıyla Genelkurmay Başkanlığı’na danışmak zorunda bırakıldığını, onların onayladığı müsteşarı atamaya zorlandığını anlatmıştı.
Anlattıkları bununla da kalmadı, bakanlığa yasal olarak bağlı bulunan Jandarma Genel Komutanı’nın bir kez bile kendisiyle görüşmeye bakanlığa gelmediğini itiraf etmişti. (Son dönemlerin İçişleri ve Savunma Bakanlarının bu konulara ilişkin gerçekleştirecekleri bir ‘itiraf seansı’, Türkiye’nin ‘gerçek siyasi tablosu’nun şeffaflaşmasında çok yararlı olurdu...)
Mesela, dönemin başbakanına karşı ‘küfür’ sayılabilecek ifadeler kullanan ve davranışlar sergileyen bir generalin nasıl terfi ettirildiği kısa bir arşiv taramasıyla ortaya çıkabilir. Aynı generalin 19 Aralık’ta 20 cezaevine düzenlenen vahşi operasyonda zehirli gaz emrini vermiş olabileceğini duyduğumda da hiç şaşırmadığımı söylemeliyim.

‘Ordu düşmanları’
Daha normal ve güçlü bir Türkiye’nin önündeki temel engelin, ordunun siyasetteki rolü olduğunu yıllardır dile getiriyorum. Bunu kişisel tarihimle ilişkilendirenler olabiliyor. Rahmetli İlhan Selçuk, orduya dair sohbet ve tartışmalarımızda, “Seni anlıyorum, yaşamının önemli bir bölümünü darbeler döneminde hapishanelerde geçirdin, arkadaşlarını idam ettiler. Bu yüzden askerlere tepkilisin” derdi.

Militarizm gerçeğini kavramamda darbelerin hayatımda yarattığı izlerin elbette rolü oldu. Ama askerin siyasetteki rolünün ülkeye verdiği objektif ve açık zararların yanında benim öznel deneyimim çok kayda değer sayılmayabilir.
27 Mayıs döneminde Menderes’in idamını sağlamak için müdahaleye kalkışan genç subayların listesini gördünüz mü? Neredeyse hepsinin generalliğe yükselmesinin tesadüf olabileceğine ihtimal verebiliyor musunuz? Peki bu isimlerin birçoğunun Ergenekon davasının darbecilikten yargılananlar arasında olması sizce neye işaret ediyor?
12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin aktif ve işkenceci subaylarının çoğunun generalliğe terfi ettirilmesi tesadüf olabilir mi? Dönemin sıkıyönetim hâkimlerinin en acımasızlarının Askeri Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi üyeliklerine yükselmeleri konusunda ne düşünülebilir?

Değişim tarihsel
Görevden alınan üç generalin kişisel olarak ne yaptıklarına ilişkin çeşitli değerlendirmeler mümkün. Ne olursa olsun, bakanların yetkilerini kullanmalarının, askerin siyasi alandan çekilmesi yönündeki adımları yeni bir düzleme taşıdığı açık. Bir Batı ülkesinde tartışılmayacak bu işlemin bizde bu denli ciddi bölünmelere, hatta siyaset ve hukukla ilgili kavramsal sorgulamalara yol açması, yaşadığımız değişimin tarihsel niteliğine işaret ediyor.
Generaller artık yaptıkları yasadışı işlerin hesabının sorulabileceğini daha çok hesaba katarak hareket etmek zorunda. Süreç böyle giderse, siyasete kafa tutan ve onu tehdit eden davranışlar sergilemekteki rahatlıklarını iyiden iyiye yitirebilecek, hatta (bazıları için zor olsa da) bu tür düşünceleri kafalarından çıkarmak zorunda kalabilecekler.
Bu son adımların bir başlangıç olmasını talep edelim. Yakın tarihimizin karanlıkta kalmış ve hesabı sorulmamış birçok olayının hâlâ orada durduğunu unutmayalım. Ordulu iktidar döneminden gerçek sivil iktidar dönemine doğru yaşadığımız geçişin kesintisiz devamı dileğiyle...

Küllerinden Doğan Dilin Romancısı: Mehmet Uzun

Kürtçeyle yazdığı romanlarla, yüz yıllık asimilasyon politikasına cevap veren Kürt edebiyatının usta ismi Mehmed Uzun’un ölümünün üzerinden üç yıl geçti.

DİYARBAKIR – Mezopotamya’nın acı, zulüm ve aşk tarihini sade ve sitemkar üslubu ile tüm dünyaya anlatan Uzun’un, Siverek’te nar çiçekleri gölgesinde başlayan yaşamı, uzun süren sürgünün ardından “Ölmeye değil, yaşamaya geldim” dediği Diyarbakır’da bir sonbahar günü son buldu.

Kürtçenin ‘yok’tan var olmaya geçiş, inkardan kabule gidiş serüveninin en önemli emekçilerinde biri olan Yazar Mehmet Uzun’un ölümünün üzerinde üç yıl geçti. Uzun’un halkının tarihi ile özdeşleşen yaşamının en önemli özelliği Kürt dili ile ilgili, “Edebiyatı yapılamaz romanı yazılamaz” anlayışının hakim olduğu günlerde yazdığı Kürtçe eserler ile Kürt dili üzerindeki asimilasyon politikalarına karşı güçlü bir duruş sergilemesiydi. Mezopotamya’nın acı, zulüm ve aşk tarihini sade ve sitemkar üslubu ile tüm dünyaya anlatan Uzun Kürtçe, Türkçe ve İsveççe yazdığı eserleri dünyada 20 dile çevrildi. PEN Yazarlar Kulübü üyeliği yaptı ve dünyanın birçok ülkesinde Kürtçe, edebiyatı, yazıyı anlattı.

Kürt tarihini satır satır romanlarıyla anlattı

Uzun’un kitaplarında Kürt tarihine yapılan yolculukta, “Kader Kuyusu” ile Kürt tarihinin önemli simgelerinde Celadet Bedirxan’ın sürgünlüğünü, “Yitik Bir Aşkın Gölgesi’nde” ile Memduh Selim Bey’in Kürt Teali Cemiyeti’nde Ağrı İsyanı’na oradan da Suriye’de sürgünde yaşamını yitirdiği umutsuz aşk hikayesini, “Dicle’nin Yakarışı” ile Mezopotamya’da Kürtler, Yezidiler, Süryaniler, Araplar, Yahudiler, Ermeniler, Türklerin hikayesini Ester ve Biro’nun kırılmış, çaresiz aşklarını görmek mümkün. Çağına da tepkisiz kalmayan Uzun’un satırlarında, ”son isyan” olan PKK’nin silahlı hareketinin ardından bölgede derin devletin devşirme politikaları ile ihanet, aşk ve kimlik kavramını sorguladığı “Ölüm Gibi Karanlık Aşk Gibi Aydınlık” romanında rastlıyoruz.

Her kahramanı aslında biraz Mehmet Uzun’du

1970′lerde çıktığı sürgün yolculuğunda her kahramanına adete kendi ‘kadersizliğini’ de ekleyen Uzun yazdığı romanlardaki kullandığı dil ile Kürtçe kelimelerin sihri çevrilen kitaplarda bile yok olmadı. Yazdığı roman ve denemelerde ulusal bilinci ve ruhu en insani haliyle anlattığı kitapları büyük ilgi gören Uzun, Kürt edebiyatında çığır açtı ve artık bir çok Kürt genci kendi dilinde yazılı eserlerle vermeye yöneldi. Kitaplarında anlattığı gibi yaşamı bir sürgün hikâyesi olan Uzun, kitaplarında anlattığı “Nar ağaçlarının gölgesinde” değil yüreğinden kalemine dökülen “Dengbejlerim” adlı kitabında anlattığı hikâyelerini yaşandığı kente kanser olduğu günlerde ”Ölmeye değil yaşamaya gidiyorum” diyerek döndü.

Romanlarındaki gibi sessizlik içinde gitmedi, vefalı halkı uğurladı

Uzun, mide kanserine yakalanan ve sürgün olarak yaşadığı İsveç’in Stockholm şehrinde, iki ay kanser tedavisi gördükten sonra, 13 Temmuz 2007 yılında “Ölmeye değil, yaşamaya geldim” dediği Diyarbakır’a gelerek, tedavisine burada devam edildi. Uzun, 2007 yılında 11 Ekim günü Diyarbakır’da tedavi gördüğün hastanede hayatta gözlerini yumarak aramızdan ayrıldı. Edebiyat dünyasının yasa boğan Uzun Diyarbakır’da tarihini anlattığı halkı tarafından uğurlandı. Uzun’un romanlarındaki kahramanların sessiz ve kimsesiz bu dünyadan göçüşlerinin aksine binlerce kişi tarafından yaşamının görkemine uygun şekilde Diyarbakır’ın kalbine gömüldü.

Uzun, ölümünün 3. yılında yarın aralarında eşi Zozan Uzun, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, Kürt Yazarlar Derneği üyeleri, dostlarının da bulunduğu çok sayıda kişi tarafından Mardinkapı Asri Mezarlığı’nda bulunan mezarı başında anılacak.

Mehmed Uzun kimdir?

1953′te Urfa’nın Siverek İlçesi’nde doğan Uzun,12 Eylül darbesi döneminde kısa bir süre Diyarbakır cezaevinde kaldı. Cezaevinden çıktıktan sonra 15 yıl İsveç’in Stockholm şehrinde sürgünde yaşamak zorunda kaldı. 1981′de Türk vatandaşlığından atılarak ve 1992 yılına kadar Türkiye’ye gelemedi. Uzun, yıllar İsveç Yazarlar Birliği’nde yönetim kurulu üyeliği yaptı. İsveç Pen Kulübü ve Uluslararası Pen Kulüp’te çalışan Uzun, İsveç ve Dünya Gazeteciler Birliği’ninde üyesiydi. Yazdığı “Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık” romanı ve “Nar Çiçekleri” adlı deneme kitabıyla ilgili olarak 2001 yılında yargılanan Uzun, bu iki kitabı dışında panel ve söyleşilerde söylediği sözler nedeniyle de birçok defa yargılandı. Uzun yargılanmalarına ilişkin şu çarpıcı cümleyi söyler.”Ben mahkeme salonlarına alışkınım. Konferans salonlara alışkın değilim” 15 yıl boyunca çektiği yurt özlemi onu sürgünde yaşayan diğer sanatçı ve yazarlar gibi kahır edeci hastalığa yakalanmasına neden oldu.

Mehmed Uzun’un eserleri

1985 yılından bu yana romanlarını kaleme alan Uzun 7 Kürtçe roman olmak üzere ardından Kürtçe yazılmış olan 20 eser bırakır. Uzun kitapları Türkçe başta olmak üzere 19 yakın dile çevrildi. Uzun’un Kürtçe yazdığı kitapları şöyle: TU (Sen) (Roman), Mirina Kalekî Rind (Yaşlı Bir Rind’in Ölümü) (Roman), Siya Evînê (Yitik Bir Aşkın Gölgesinde) (Roman), Rojek ji Rojên Evdalê Zeynikê (Evdalê Zeynikê’nin Günlerinden Bir Gün) (Roman), Destpêka Edebiyata Kurdî (Kürt Edebiyatına Giriş) (İnceleme), Hêz û Bedewiya Pênûsê (Kalemin Gücü ve Görkemi) (Deneme), Mirina Egîdekî (Bir Yiğidin Destanı) (Destan-Ağıt), Världen i Sverige (Tüm Dünya İsveç’te) (Edebiyat Antolojisi), M. Grive ile Birlikte, Antolojiya Edebiyata Kurdî (Kürt Edebiyat Antolojisi) (Antoloji, iki cilt), Bîra Qederê (Kader Kuyusu) (Roman), Nar Çiçekleri (Deneme), Ziman û Roman (Dil ve Roman), (Söyleşiler), Bir Dil Yaratmak, Söyleşiler, Dengbêjlerim, (Deneme), Ronî Mîna Evînê – Tarî Mîna Mirinê (Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık) (Roman), Zincirlenmiş Zamanlar Zincirlenmiş Sözcükler (Deneme), Dicle’nin Sesi I – Hawara Dîcleyê (Dicle’nin Yakarışı) Diclenin Sesi II – Dicle’nin Sürgünleri (DİHA)

Okurun çığlığı: Kanı hemen durduralım

Okurun çığlığı: Kanı hemen durduralım


Radikal'in 'Savaşma Konuş' kampanyasına katılan okurların ortak çağrısı: Akan kanı hemen durduralım.

HANGİ DİLDE?
Evet konuşalım. Konuştuğumuz her şey için ‘zamanı mıydı, henüz erkendir’ uyarılarıyla karşılaşıyoruz. Yani

soruna katkı sunma yerine, bilen-bilmeyen, referandumda olduğu gibi bilgilendirme yerine sürekli yönlendirme yaparak manipüle etmeye çalıştı. insanlar, kimin sahici, kimin sahte demokrat olduğunu biliyor. Benim naçizane önerim sizler gibi aydınların anadilde ifadeye destek olmanız. Emin Arslangiray

NEDEN ŞİMDİ OLMASIN
Türkiye’de bir konu konuşulmaya başlandı mı maalesef 10 yıl boyunca tartışılmadan çözüm getirilmiyor. Diyorum ki bu defa değil 10 yıl, 10 gün bile beklemeye takati kalmamış iki halkız. Lütfen akan kanı hemen durduralım! Ama hemen şimdi... Bedri Hocaoğlu

NEFRET EDİLECEK TEK ŞEY: SAVAŞ!
İlkokulda tarihteki savaşları okurken “artık insanlar ilerledi gelişti, savaş olmaz” diye düşünürdüm. O sırada İran-Irak savaşı başladı, şaşırdım! Ben büyüyüp dünyayı tanıdıkça savaşların ardı arkası kesilmedi. Şimdiyse yanı başımda bireysel savaşları görmeye başladım. Savaşarak iktidar, toprak vs. kazanılır belki ama çok şey kaybedilir. En önemli kayıpsa insandır. Sema Demiröz

ARŞİVLER AÇILMALI
Osmanlı’dan Türkiye’ye bütün arşivlerin açıklanmasını istiyorum. Neden mi? Bu millet gerçekleri öğrenmelidir. Her gün ortaya çıkmakta olan yeni belgelerle sarsılmamalı, eğer atalarımızın yanlışları olduysa bile bunlarla yüzleşmeli ve kendi vicdanlarında karar vermelidir. Kuzey Alemdar

NEDEN SAVAŞ
Bu bir isyandır, vicdanın isyanı. Bir Kürt lafı duyunca, “Biz kardeşiz” diyenler, size sesleniyorum. Gerçekten samimi iseniz neden bunca yıl bize sırt çevirdiniz? Biz ölümle sınandık, açlıkla sınandık ve inadına barış diye isyan ettik. Şimdi hep birlikte ‘Biji aşiti’ diye haykırmak lazım. Ayhan Begce

UMUT
Bu ülkede her şeye rağmen böyle bir kampanya beni umutlandırdı. Artık savaş dilinden vazgeçip yeni bir dil ile barışın, kardeşliğin diliyle konuşmamız lazım. Umut Dağ

SAVAŞMA KONUŞ
Başlık itibarıyla tabii ki çok güzel bir kampanya ancak; yüzde 10 barajının olduğu, 301. maddenin ve diğer antidemokratik maddelerin olduğu bir düzende kim kimle ne kadar konuşacak? Üniversitede demokratik haklarını kullandıkları için, Başbakan tarafından mahkemeye verilip ceza alan öğrenciler var iken, halktan, gençlikten öte Sayın Başbakan için bir kampanya başlatmak gerekmez mi? Ünver Uyar

KÜRT SORUNU
Varolan sorunu, yani Kürt sorununu yaratan zihniyet kendisiyle yüzleşmelidir. Biz Türkiye halkları çözümden korkmamalıyız. Barış çağrısı bizzat TBMM Başkanı tarafından yapılmalı. Her kesimden, her kanaatten önderler gerekirse Kandil’den ya da Avrupa’daki Kürt dernekleri temsilcileri çağrılmalı, Meclis’te cözüm konuşulmalıdır. Zülkif Deniz

İNSANCA YAŞAMAK İÇİN
Bu kampanyayı başlattığınız için çok teşekür ederim. Ben Almanya’da yaşıyorum, buraya gelmemin sebebi siyasi. Tek çare barıştır. Mehmet Nas

SAVAŞACAĞINIZA KONUŞUN
Her ailede kavga olur, iki kardeş mutlaka kavga etmiştir ama sonunda barışmışlardır, hiçbiri gurur yapmamıştır. Bu mesele bundan farksız. Kavgalar oldu, ölenler öldü, zararın neresinden dönülürse kârdır. Artık bırakın bunları, konuşun ve sorunları çözün. Engin Temiz

Erbakan'ı 'uzaktan sevenler' partisi

Erbakan'ı 'uzaktan sevenler' partisi


Erbakan'ı 'uzaktan sevenler' partisi

27/11/2010 8:36

SP mitinginde arka sırada kadınlar olarak duruyoruz. Lokum ikram ediliyor, muhabbet altın günü gibi. Dedikodu konusu; Numan Kurtulmuş.

EZGİ BAŞARAN (Arşivi)

Ben bugün buraya Numan Kurtulmuş’un ekarte edilmesinden sonra “Erbakan’ı Sevenler Partisi”ne dönüştü diye eleştirilen Saadet’in ilk seçim mitingine geldim, Erbakan’ı seven kadınlar kimdir öğrenmek için. Meydanın sırtını camiye veren tarafına kurulmuş iptidai platformun ötesinde, tabii ki erkeklerin epey arkasında toplanmış Saadet kadınlarının, dolayısıyla sohbetin ortasındayım. Herkes birbirini tanıyor, birbirlerine önce uzaktan selam gönderiyorlar. Sonra Hindistan cevizi kaplanmış lokum… “Ooo Havva abla hoş geldiniz, kızı da getirmişsin, oğlanları kime bıraktın?”, “Hoş geldiniz, bakıyorum Pendik burada, Kartal burada!” “Aaa Meryem bizi görmüyorsun elindeki bayraklardan, Sultanbeyli de burada…” Kimin ev sahibi kimin misafir olduğu belli değil. Kısırsız, dolmasız, henüz siyaseti az bir altın günü.

Bayrak boyası
Nergis Hanım lokumdan sonra servis edilen kırmızı parti bayraklarına uzanan kızı Sümeyye’yi uyarıyor: “Bak yağmur yağacak gibi, alma bayrak evladım. Boyuyor, geçen sefer üstümüz başımız hepten batmıştı…” Sümeyye bayraktan el çekmenin verdiği mahçubiyetle ozalitten yeni çıkmış mini pankartlardan ikişer tane kaptırıyor, “Adil düzen için Milli Görüş” şiarlarını var gücüyle, boyunu çoktan aşan metrelere kaldırmaya çalışıyor. Ortada henüz Erbakan yokken, kısaca Numan Kurtulmuş’un dedikodusu yapılıyor: “Öyle istedi, öyle oldu. Hayırlı olsun.” Aralarından biri pankart yerine propaganda üzerine fikirleriyle tanınan Fransız filozof Jacques Ellul’un “Sözün Düşüşü” kitabını tutuyor. Elbette Saadet kadınları arasında da hizipler olacak, birileri hareketin fikir yapısına katkı sağlayacak.
Necmettin Erbakan üçü bir kolunda, üçü diğerinde altı kişinin yardımıyla platforma çıkarılıyor. Yaşı geçkin, bedeni yorgun olabilir ama kafası zehir gibi çalışıyor. Yani görüntüsünün mitingin başlığı “şahlanmayla” ironik bir eşleşme yarattığını biliyor. Zaten konuşmasına bunu edebi biçimde açıklayarak başlıyor:

Yaşlı şahlanışın örneği
“Eyüp Sultan Meydanı’nda, Ebu Eyyüb El-Ensari Hazretlerimizin dizinin dibindeyken size önemli bir bilgi vermek istiyorum muhterem kardeşlerim. Eyüp Hazretleri 96 yaşındayken bile harbe katılmış. Ona ‘Niye kendinizi tehlikeye atıyorsunuz, bırakın oğullarınız savaşsın’ diyenlere ‘Korkakça geri dursaydım, kendimi tehlikeye atmış olurdum’ şeklinde cevap vermiş.” Noktayı koydu ve yükselen “Hocaya sadakat şerefimizdir” sloganını fırsat bilerek birkaç saniye dinlendi.

‘Saçını başını okşayıp...’ Erbakan bir belagat ustası, daha da önemlisi Türk siyasetinin en renkli siması. Tam böyle düşünürken beklediğim “taşlamaya” başladı: “Memleketi yönetenler talebelerimizdir. Arka kapıdan kaçıp top oynadılar. Hepsini şahsen severim, evladımdır ama memleketimi daha çok seviyorum. Bir ülkeyi yönetmek için Allah vergisi faziletler gerekir: Bilgi, tecrübe, hidayet, dirayet, feraset, şuur. Fakat onlarda bu faziletler yok. İmkan olsa onların saçını başını okşayıp anlatmak isterim bunu.”
Mitingte taş çatlasa 300 kişi vardı. Erbakan’ın konuşacağı platformu neyse ki kalabalık birikmeden ve Erbakan gelmeden çöktü. Bir polis yaralandı ama çok daha kötüsü olabilirdi.

26 Kasım 2010 Cuma

Noam Chomsky NTV'de Banu Guven'in konugu (Kürt Sorunu)

Noam Chomsky NTV'de Banu Guven'in konugu (Kürt Sorunu)


Part 1


Part 2

Tertele Dersim

Bir Dersim’li, bir genç kadın “Niçin Türk halkının hassasiyetleri insanların hak taleplerinden daha öncelikli olmak zorundadır?” diye sordu.
Doğru ve haklı bir soruydu. Sorunun muhatabı ben ve bir nebze en solunda benim oturduğum kürsünün en sağında oturan Hasan Cemal’di. Her ikimiz de konuşmamızda, “Dersim Soykırımı” sözcüklerinin Türk halkında hassasiyet yaratabileceğini ima etmiştik. İma, besbelli, “çok hassas” Dersim’lilerin dikkatinden kaçmamıştı.
Berlin’de “Dersim Konferansı”nın konuşmacıları arasındaydık. Benim katıldığım ilk “Dersim Konferansı” idi, sağımda diğer konuşmacılar, BDP Tunceli (Dersim) Milletvekili Şerafettin Halis ile Hasan Cemal’in dünkü yazısını ayırdığı 54 yıllık ömrünün 20 yılını Türkiye’de, yaklaşık 3,5 yılını ise Almanya’da hapiste geçirmiş olan Muzaffer Ayata ve en uçta Hasan Cemal dizilmişti.
“Dersim Konferansı”nın açılış konuşmacısı Berlin Eyalet Meclisi Başkanı Walter Momper idi. O ve Berlin’in merkezindeki Berlin-Mitte Belediye Başkanı Dr. Christian Hanke. İkisi de sabahtan akşama dek süren panellerin tüm konuşmacıları gibi dikkate değer konuşmalar yaptılar.
Walter Momper adını görünce şaşırdım. 1989 yılında Berlin Duvarı yıkıldığı, yani 20. Yüzyıl’ın sona erip 21. Yüzyıl’ın başladığı sırada Batı Berlin Belediye Başkanı, Berlin’in birleşmesinin ardından “Birleşik Berlin”in Belediye Başkanı tarihi bir şahsiyet idi.
“Dersim Soykırımı” başlıklı bir konferansta açış konuşması yapması, “Holocaust” dosyasını kapatmış ve geleceğe doğru yola çıkmış bir ulusun, en tarihi dönemeç noktasında en tarihi şehrinin “Belediye Başkanı” sıfatını taşımış bir insanın Dersim’e ilişkin duyarlılığının yansımasıydı.

‘Dersim 1937-38’e ne isim koyacağız?
Türkiye’nin bir insanı olarak bundan sevinmeli miydim?
Daha “Ermeni Soykırımı” sözcüklerini sindirmemiş bir ülkede, “tarihimizle yüzleşmek” adına, buna bir de “Dersim Soykırımı”nın eklenmesinin “sindirimi” hepten imkansız kılacağından kaygılanmıştım. Hasan Cemal de öyle.
O nedenle dilim döndüğünce ve hayli üstü kapalı biçimde, Dersim’de olan-bitene “soykırım” denmesinin sakıncasına işaret etmeye çalışmıştım.
Ama “yakalanmıştık” işte.
“Türk halkının hassasiyetleri insanların hak taleplerinden niçin daha öncelikli? Öyle olmak zorunda mı?” sorusuyla karşılaşmıştım.
Soruyu cevapsız bırakmadım gerçi, ama “Dersim 1937-1938”in “soykırım”dan başka bir şey olmadığının da, “soykırım dememenin pragmatik açıklamaları”nı yaptığım sırada gayet iyi farkındaydım.
Dersim’de 1937-38’de olan-biteni belgeleriyle, kanıtlarıyla, tanıklarıyla dinlediğiniz vakit, “soykırım”dan başka hiçbir tanım içine girmiyor yaşanmış olanlar.

“Dersim Katliamı” desek?
Kulağa “soykırım”dan daha hoş geliyorsa, öyle diyelim.
Yapılan zaten “katliam”, ama “soykırım” niteliğinde bir katliam.
En doğrusunu “kurbanlar”ın kendisi bilir, söyler. Dersim’liler “Tertele Dersim” diyorlar, 1937-1938’de olanlara. Bir Dersim’li anlatıyor:
“Eski (yaşlı) insanlarımız hep iki Tertele’den bahsederlerdi. Biri 1915’te Ermeni Tertelesi’dir. Yani Tertele Hermeniu. Diğeri ise, Tertelo péén veya Tertele Kırmancu dedikleri Dersim Tertelesi’dir. (Munzur Dergisi, sayı 30, s.55)
Yani, isim belli: Tertele Dersim!
Başbakan Tayyip Erdoğan, Dersim’de 50 bin kişinin öldürüldüğünü haykırmıştı. 50 bin kişinin sistemli, planlı biçimde öldürülmesine ne isim koyalım?

‘Dersim İsyanı’ hiç olmadı...
Bu arada, dilimize pelesenk olmuş “Dersim İsyanı” nitelemesinin doğru olmadığını da hiç kuşkuya yer bırakmayacak biçimde Berlin’de öğrendim. Katliam için yola çıkan askere bir “direniş” söz konusu ama bi “ayaklanma” sureti kat’iyede söz konusu değil.
Bir “yalan tarih”le, “tarih yalanı” ile bunca yıl yaşamış olmak, onbinlerce insanın kuşaktan kuşağa aktardığı “gerçekler”den habersiz yaşamış olmak ağır bir duygu.
Dersim’in başına gelecek felaket, 1925’ten beri adım adım planlanıyor. 28 Haziran 1930’da 1850 sayılı yasa ile Doğu bölgesinde suç işleyenler her türlü cezai işlemden muaf tutuluyor. Bu yasa ile orduya, bölgede atış serbest, öldürmek mübah denmiş oluyor.
Dersim’in kaderini 1935 yılında Atatürk’ün talimatıyla bölgeye giden İsmet İnönü’nün “Şark Raporu” belirliyor. İnönü’den sonra, Celal Bayar’ın, Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey ve Genelkurmay’ın Dersim raporları var. İkincisi “Dersim bir çıban başıdır, behemehal temizlenmelidir” derken, üçüncüsü “Dersim’li okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvet müdahalesi Dersim’e daha çok tesir eder. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır” diyor.
Bu raporların “yol haritası” işlevi gördüğü askeri harekatı, o dönemde bölgede görev yapmış olan, eski dışişleri bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil, Kemal Kılıçdaroğlu’na “Ordu, zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler...” diye anlatmıştı.
Evet, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bir Dersim’li. Berlin’de hemşehrilerinden dinledik, Kureyşan aşiretinden, aile fertlerinden çok sayıda insanı Dersim katliamı ya da Dersim soykırımında yitirmiş.
Ve yine Berlin’de öğrendik ki, Kemal Kılıçdaroğlu, olan-biten herşeyden haberdar; Dersim 1937-1938 ile ilgili tüm belgeleri yıllar öncesinden toplamış.

Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’na düşen görev
Peki, bunların şimdi sırası mı?
Olmayabilir. Peki, sırası ne vakit?
Sıraya kim koyacak? Ne sıfatla, ne hakla koyacak? Sıranın şimdi değil, o vakit –hangi vakit ise- olması neye göre, niçin öyle olacak?
Kaldı ki, bir Dersim’linin ana muhalefet partisi genel başkanı olduğu, siyasi rakibi olan Başbakan’ın yüksek sesle “Dersim’de 50 bin kişi öldürüldü” dediği bir dönemin Türkiye’sinde, “Dersim dosyası” açılmayabilir mi?
Kemal Kılıçdaroğlu ve Tayyip Erdoğan, Dersim konusunda Berlin’li Walter Momper’den daha az duyarlı olabilir mi?
Herşeyden önce şunu Dersim’in adı iade edilmelidir. Zira, soykırım önce ismi ve kimliği silmek demektir.
Ya Tertele Dersim; ya Dersim...

Kadına Yönelik Şiddeti Durdurun! Hemen Şimdi!

Kadına Yönelik Şiddeti Durdurun! Hemen Şimdi!

25 November 2010

Kadına Yönelik Şiddeti Durdurun! Hemen Şimdi!

Biz bugün "Şiddete son" derken, dünyanın birçok yerinde kadınlar dövülüyor, hakarete ve tacize uğruyor, öldürülüyor. Dünyada birçok şey değişiyor, ama kadınlara yapılan fiziksel, cinsel, psikolojik, ekonomik şiddet hiç değişmiyor.

Dünya genelinde hâlâ her 3 kadından biri yaşamı boyunca şiddete maruz kalıyor.

Her üç kadından en az biri hâlâ hayatlarının bir noktasında şiddete maruz kalıyor, seks yapmaya zorlanıyor, farklı biçimlerde tacize uğruyor.

Kadın cinayet kurbanlarının yüzde 70'i hâlâ erkek partnerleri tarafından öldürülüyor.

Bu oranlar yıllardır değişmiyor.

İklim değişikliği, ekonomik kriz, savaşlar hep kadınlara vuruyor.

Kadınlar niçin şiddete uğruyor?

İşte hiç değişmeyen gerekçeler:

Kadınlar hâlâ yemeği yaktığı, eşine ya da sevgilisine karşılık verdiği, kendine harcama yaptığı ve cinsel ilişkiyi reddettiği için dövülüyor. Şiddet kadınlar için bu kadar sıradan gerekçelere sahip. Her bir gerekçe kadının temel insan haklarından mahrum kılındığını, sadece kadın olduğu için ezildiğini ve ayrımcılığa uğradığını gösteriyor

Birleşmiş Milletler, 1981'de 25 Kasım'ı kadına yönelik şiddete son günü ilan etmişti.

Hükümetler bir çok anlaşmaya imza atıyor.

Politikacılar kadınlara dönük şiddeti hep birlikte kınıyor.

Ancak bir insanlık utancı olarak erkeğin kadına şiddeti önlenmiyor.

Kadına yönelik şiddete son verilebilir.

Şiddet, meşru ve kabul edilebilir olmaktan çıkarılmalıdır. Devletler ve hükümetler her bir kadını korumak, şiddete maruz kalmasını önlemekten sorumludur. Bu sorumluluk etkin olarak kullanıldığında, kadınların lehine gerçek reformlar yapılıp uygulandığında, erkekleri üstün gören anlayışa taviz verilmediğinde, hukuk ve adalet şiddete uğrayan kadınlardan yana olduğunda şiddeti önlenebilir olduğunu hep beraber göreceğiz.

Kadınlara yönelik şiddetin başlıca nedeninin erkek egemen bakış açısı ve ekonomik sorunlar olduğunu herkes biliyor. Gelir dağılımındaki adaletsizliğe, yoksulluğa, sosyal güvenlikten yoksunluk hem şiddeti hazırlamakta, var olan eşitsizliği beslemekte, hem de kadınların hayatını çekilmez kılmaktadır.

Kadınların sosyal politikalara ihtiyacı var. Devletler ve hükümetler alacakları her ekonomik kararda kadınları öncelikli olarak düşünmeli, çalışma hayatına katılmalarına dönük yatırım ve projeleri acilen gerçekleştirmelidir.

Kadına yönelik şiddet normal değildir, yasal değildir, kabul edilebilir değildir. Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü’nde bu utancın son bulması için çağrıda bulunuyoruz.

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü için bir araya gelen bizler, dünyanın her yerinde farklı çeşitlerde şiddete maruz kadınlar için toplandık. “Alfabenin tüm harflerine kan bulaşmışsa, pekala aynı harfler bu kez acıya ortak olmak için bir araya gelebilir. Tüm bu harfler üstlerine bir daha kan bulaşmasın; buraya sığmayan liste daha da uzamasın dileğiyle toplandı.Şimdi artık hepsi dağıldı ve geriye sadece son olarak şunu söylemek isteyen harfler kaldı: Kadına yönelik her türlü şiddeti durdurun, hemen şimdi!”

Alicia Aristregui, İspanya - 2004, ayrıldığı kocası tarafından bıçaklanarak öldürüldü.

Bakira Hasecic, Bosna Hersek – 1992, askerler tarafından defalarca tecavüze uğradı.

Cheagh Rooteh, Irak – 1993, yabancı bir adamla konuştuğunu gören babası tarafından öldürüldü.

Çiğdem İnce, İzmir – 2003, evlilik dışı hamile kaldığı için ağabeyi tarafından öldürüldü.

Dilek İnce, İstanbul – 2008, transseksüel olduğu için öldürüldüğü iddia edildi. Arabasındayken ateş açılarak öldürüldü.

Emine Arslan, Sefaköy – 2008, sendikaya katıldığı için işten çıkarıldı.

Fatma Özüm, Antalya – 2006, Bir Novamed işçisi olarak eşit olmayan ve kötü çalışma koşullarına maruz kaldı.

Güldünya Tören, Bitlis – 2004, Teyzesinin damadının tecavüzüne uğrayarak hamile kalan ve kardeşleri tarafından, ailenin “namusunu” temizlemek için öldürüldü.

Hatun Sürücü, Almanya – 2005, zorla evlendirildiği akrabasından boşandıktan sonra bir “Alman” gibi yaşadığı için sokakta ağabeyi tarafından öldürüldü.

Ivy Blore, Kanada – 2004, aile içi şiddet kurbanı.

İmah, Endonezya -2010, 14 yaşında bir ev işçisi olarak çalışıyordu, sürekli psikolojik şiddete maruz kaldı.

Julie, Nikaragua – 2009, 13 yaşında babası tarafından sürekli cinsel taciz ve tecavüze uğradı.

Konstantina Kuneva, Yunanistan – 2008, göçmen işçi ve sendika lideri işinden evine giderken kezzap saldırısına uğradı.

Leticia Aguliar, Amerika – 2002, aile içi şiddet kurbanı

Maria Teresa Carlson, Filipinler – 2001, evliliği boyunca şiddete maruz kaldı. Sonunda 23. Kattan atlayarak intihar etti.

Natascha Kampusch, Avusturya – 1998, 10 yaşında kaçırılıp sekiz sene küçük bir mahsende tutuldu.

Pippa Bacca, Türkiye – 2008, tecavüze uğradı ve boğularak öldürüldü.

Rukhsana Naz, İngiltere – 1998, evlilik dışı hamile kaldığı için annesi ve abisi tarafından boğularak öldürüldü.

Sakine Aştianı, İran – 2010, taşlanarak ölüm cezasına mahkum edildi.

Şemse Allak, Mardin – 2002, namus adına recm edildi.

Tuğçe Anlaş, Adana – 2009, sevgilisi tarafından bıçaklanarak öldürüldü.

Ursula Allen, Amerika – 2002, aile içi şiddet kurbanı

Xiao Aiying, Çin – 2010, zorla kürtaj olması için 8 aylık hamileyken evinden dövülerek çıkarıldı.

Viviane, Demokratik Kongo Cumhuriyeti – 2010, defalarca tecavüze uğradı.

Zabar İkbal, Pakistan – 2010, kaçırıldıktan sonra tecavüze uğrayıp öldürüldü.

Kompleks kokan diplomasi

Başbakan daha dün Lübnan’da krallar gibi karşılanırken Mehmet Ali Birand da bir süredir ABD’nin Türkiye’yi nasıl ‘defterden sildiğini’ yazıyor. Yahudi lobisinin, ABD’li bürokratların nasıl Türkiye’ye diş bilediğini anlatıp duruyor. Birand’ın yazdıklarına bakarsak ABD, Türkiye’ye bırakın aba altından sopa göstermeyi bayağı açıktan pataklayacak...
Çok korktum!
Bizde diplomasi yazarlığı yıllarca işte bu damardan beslendi. Anlı şanlı Washington muhabirlerinin bizlere bıraktığı bir ‘kompleks dili’ diplomasi yazarlığına hâkim oldu. Bu dilin satır arası kodlarında hep aşağılanan, muhtaç hatta koloniyel bir ülkenin gölgesi vardı. En hafif deyimi ile ‘ABD abi, Türkiye kardeş’ti. Irak işgali sırasında tezkerenin Meclis’ten geçmesini isterken de BM’de Colin Powell Irak’ın kimyasal silahları üzerine yaptığı konuşma sonrasında da diplomasi yazarları hep aynı umacıyı abartarak bizleri korkutmaya çalıştılar. “Aman ABD’yi kızdırmayalım yoksa çok fena olur” dediler.
Oysa biz kızdırdık ve hiç de fena olmadı.
Davudoğlu’nun ‘incili kaftanı’ ile diplomatik koşturma maceralarını bir kenara bırakırsak Erdoğan’ın kimliğinde yeni bir Türkiye algısı dünyada gelişmeye ve oturmaya başladı. Çok haz ettiğim bir imaj olmasa da dünya liderleri arasında kabul gören ve çekinilen bir yaklaşım bu. Diplomatik olarak gözle görünür bir başarı elde edememiş olsak da (bakınız nükleer arabuluculuk çuvallaması) Türkiye’de ekonominin iyi gitmesi, krizden görece az etkilenmemiz ve en önemlisi Erdoğan’ın karizması ile oluşan yeni bir küresel imajımız var.
Buna rağmen yılların tecrübeli diplomasi yazarları kompleksli dili bir kenara bırakamıyorlar. Mesela Birand diyor ki Erdoğan ile Ahmedinecad’ın kucaklaşması ABD’li yetkililerin kafasını attırmış. Nasıl böyle bir fotoğraf karesi olabilirmiş? Yani ABD’deki uyduruk birkaç Neo-Con bürokratın gözüne girmek ve İsrail lobisinden dayak yememek için komşumuz İran’ın devlet başkanı ile Başbakan Erdoğan el sıkışmayacak öyle mi? Kendimi tutarak ve en hafifinden o ABD’lilere şunu söylemek isterim: Hadi ordan!

Kaddafi, Erdoğan'a insan hakları ödülü verecek

Kaddafi, Erdoğan'a insan hakları ödülü verecek


Kaddafi, Erdoğan'a insan hakları ödülü verecek

26/11/2010 13:42

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 28-30 Kasım 2010 tarihlerinde Libya'da düzenlenecek 3. AB-Afrika Zirvesi'ne Libya Lideri Muammer Kaddafi'nin davetiyle onur konuğu olarak katılacak.

ANKARA/AA

Başbakanlık’tan yapılan açıklamaya göre Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 28 Kasım Pazar günü Libya’ya gidecek. AB ile Afrika ülkelerinin ve konuk ülkelerin ve Hükümet Başkanlarının katılımının öngörüldüğü 3. AB-Afrika Zirvesi, Avrupa ile Afrika arasındaki ilişkilerin eşitlik temelli ortaklığa dönüştürülmesi yönünde daha önce ortaya konan irade beyanlarının teyidi niteliğini taşıyor.

Başbakan Erdoğan ziyareti vesilesiyle "Kaddafi İnsan Hakları Ödülü Uluslararası Komitesi" tarafından kendisine önerilen insan hakları ödülünü de kabul edecek. Ödülün Başbakan Erdoğan’a takdimi amacıyla 29 Kasım 2010 akşamı Kaddafi İnsan Hakları Ödülü Uluslararası Komitesi Başkanı ve Cezayir Eski Cumhurbaşkanı Ahmed Ben Bela ve diğer davetlilerin de katılımıyla bir tören düzenlenecek.

Başbakanlık açıklamasında, "Sayın Başbakanımızın Libya’yı ziyareti çerçevesinde Libya makamlarıyla son dönemde her alanda gelişme kaydeden ikili ilişkilerimizin daha da ilerletilmesi amacıyla Libya makamlarıyla görüş alışverişinde bulunması öngörülmektedir" dedi.


Rus meclisi, Stalin'i KATLİAMCI ilan etti

Rus meclisi, Stalin'i KATLİAMCI ilan etti


Rus meclisi, Stalin'i KATLİAMCI ilan etti

26/11/2010 14:10

DUMA, KATİN KATLİAMININ EMRİNİ STALİN'İN VERDİĞİNİ İFADE EDEN BİLDİRİYİ KABUL ETTİ

Rusya parlamentosunun alt kanadı Duma, İkinci Dünya Savaşı'nda 20 bin Polonyalının öldürüldüğü Katin katliamının emrini doğrudan Sovyetler Birliği liderlerinden Josef Stalin'in verdiğini ifade eden bildiriyi kabul etti.

Uzmanlar, bildirinin kabul edilmesini, Rusya'nın Sovyet mirasını kesinlikle terk etme yolunda attığı bir adım olarak değerlendirdi.

Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev de gelecek ayın başında Polonya'yı ziyaret edecek.
1940 yılındaki Katin katliamında 20 bin Polonyalı yetkili ve önde gelen vatandaşı Sovyet güçleri tarafından öldürülmüştü.

Sovyetler Birliği döneminde Katin katliamı için Naziler suçlanmış, ancak birliğin yıkılmasının ardından katliamı Stalin'in çok korkulan gizli polisinin yaptığı açıklanmıştı.

KATİN KATLİAMI NEDİR?

Polonya devlet başkanı Lech Kaçinski'nin yi uçağı Rusya'nın Smolensk yakınlarında düşmüştü.
kazada Kaçinski'nin yanı sıra çok sayıda üst düzey devlet adamı da yaşamını yitirmişti.

Kaçinski 1940'da Smolenks yakınlarındaki Katin ormanlarında Sovyet Rus Gizli Polis teşkilatı NKVD tarafından katledilen 20 binden fazla Polonyalı'nın yasını tutmak için binmişti bu uçağa.

Katin katliamı, Polonyalılar ve Ruslar arasındaki tarihsel düşmanlığı simgeleyen en önemli olaylardan biri.

Daha 1772'de dönemin Almanyası "Prusya" ve Rusya tarafından parçalanan ve sonraki yıllarda bu iki ülke tarafından paylaşılarak ortadan kaldırıldığında Polonya'nın sınırları neredeyse Karadeniz'e kadar uzanıyordu.

1790'larda Polonya(Lehistan) adında bir devlet ortadan kalkmıştı ama yurtsever Lehler Rusya'nın boyunduruğundan kurtulabilmek için 120 yıldan fazla süren bir mücadelenin fitilini de ateşlemişlerdi.

Birinci Dünya savaşı sonlarında eskisine oranla sınırları küçültülmüş bir devleti yeniden kuran Polonyalıların kaderi 1940'da yine değişmişti.

1939'da Stalin'in Sovyet Rusyası ile bir "saldırmazlık paktı" imzalayan Hitler Almanyası'nın şeytanca planları sonucunda Polonya 1940'ta bu iki devlet tarafından yine parçalanarak ortadan kaldırılmıştı.

Bu gizli antlaşmaya göre Sovyetlerin tahıl ve petrol yardımına karşılık Polonyanın yarısı, Baltık devletleri ve Romanya'nın bir kısmı Sovyetlere verilecekti.

Ne İngilizler, ne de Fransızlar Alman işgali karşısında üç hafta direnebilen Polonya Hükümetine hiçbir yardımda bulunmadılar.

Hitler ve Stalin arasındaki antlaşma bozulduktan sonra, Ruslar da Doğu Polonya'yı işgal ettiler.

Savaş sırasında "Sovyet Kızılordusu" tarafından tutuklanan binlerce Polonyalı Stalin'in de bilgisi dahilinde, Katin ormanlarında NKVD tarafından katledilerek toplu mezarlıklara gömüldüler.

Polonya en değerli evlatlarını bu katliamda kaybetTİ

Katliam, Rusya'ya doğru ilerleyen Naziler tarafından bu toplu mezarlıkların bulunmasıyla ortaya çıktı.

Naziler bir savaş propagandası yapmak ve Rusya'yı müttefikleri (İngilizler, Fransızlar) nezdinde güç duruma sokmak için amacıyla katliamın fotoğraflarını da yayımladılar.

İngiltere ve Fransa ise, dünya kamuoyundaki itibarları sarsılmasın diye katliamdaki rolünü inkar eden Sovyet Rusya'nın tezini savundular.

Ruslar da, Katin ormanlarındaki katliamın Naziler tarafından gerçekleştirildiğini iddia ettiler.

Komünistler de bu katliamı "Tek Ülkede Sosyalizm"in büyük devrimci lideri Stalin'e yakıştıramadıkları için olayı Nazi savaş propagandasının ürünü olarak gördüler hep.

25 Kasım 2010 Perşembe

Türkler-Kürtler ve 'barışa çıkan tek yol'

Brüksel’deki Avrupa Parlamen-tosu’nun büyük binası her zaman, her gün olduğu gibi sayısız konuda, sayısız toplantı ve konferansa sahne oluyordu. Bayram ve onunla birlikte gelen uzun tatil, Brüksel’e ve Avrupa Parlamentosu’na uğramamıştı.

AP’daki konferans trafiğinin arasında, bizi doğrudan ilgilendiren, ‘AB, Türkiye ve Kürtler’ başlığıyla düzenlenmiş olan ‘7. Kürt Konferansı’ydı. Düzenleyenler, AP’deki ‘Avrupa Birleşik Solu ve Kuzey Ülkeleri Yeşil Solu’ adını taşıyan gruplar. Konferansın birey sponsorları arasında Güney Afrikalı Rahip Desmond Tutu, Nobel Barış Ödülü sahibi İranlı yazar ve kadın aktivist Şirin Ebadi ve Yaşar Kemal de bulunuyor. Desmond Tutu ile yaşı 94’e dayanan yazar Vedat Türkali’nin görüntülü mesaj konuşmaları büyük ekrandan yayımlandı.
AP binasında aynı konudaki konferanslara benim üçüncü katılımımdı. BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, DTK’dan (1999’da Abdullah Öcalan’ın ‘barış ve iyi niyet jesti’ çağrısı üzerine gelip teslim olan PKK gerillalarından, 5 yıl hapis yattı) Yüksel Genç, Ruşen Çakır ve ben, ‘Türk-Kürt Diyaloğu-Barışa Giden Yegâne Yol’ başlıklı panelin konuşmacılarıydık.

‘Normalleşme’ alametleri
İyi kötü, AP’deki Kürt konferanslarının bir kıdemlisi olmaya başlamış olan benim dikkatimi özellikle çeken, Türk basınının ülkenin en önemli sorununa ilişkin AB bünyesi içinde gerçekleştirilen ve önem verilen konferansa hemen hiç önem vermemiş ve ilgi göstermemiş olmasıydı.
Brüksel’deki meslektaşlarımız bundan önce düzenlenmiş olan Kürt konferanslarını izlemeyi ihmal etmezlerdi ve neredeyse tam kadro hazır bulunurlardı. Leyla Zana, Osman Baydemir ve hatta Ahmet Türk gibi isimlerin sözleri cımbızla çekercesine izlenir ve gösterişli biçimde -yani, pek sempatik bir izlenim vermeyecek şekilde- gazetelere yansıtılırdı.
Brüksel’deki 7. Konferans benim tanık olduğum en içeriklisi oldu. İki kadın, Leyla Zana açılışta, Yüksel Genç, benim de konuşmacı olduğum panelde çok çarpıcı konuşmalar yaptılar. Bizim basının ilgisi düşük kaldı.

Bu, bayram tatiline Brüksel’deki meslektaşlarımızın uyum göstermesinden de kaynaklanabilir, bunu ‘hayra yormak’ da mümkündür. Durumu ‘hayra yoran’ bir katılımcı, “Türkiye’de Kürt sorununun ele alınışında ulaşılan düzey, Türk gazetecilerin artık bu gibi toplantılarda ‘hafiyelik’ yapmasına gerek bıraktırmıyor. O bakımdan, bunu çok olumlu bir gelişme ve Türkiye’de umut verici gelişmelerin başlamış olması diye de görebiliriz” dedi.
Konferansta, altı en çok çizilen önemli ve olumlu bir gelişme olarak, ‘devletin Abdullah Öcalan ile ciddi biçimde görüşmeye başlaması’ ve hatta bunu ‘meşrulaştırması’ kaydedildi.
Elbette KCK davası, anadilinde eğitim konusunda gösterilen olumsuz resmi tepkiler gibi ‘olumsuzluklar’a da değinildi. Ancak genel hava, Türkiye’de PKK’nın ‘eylemsizlik’ kararına paralel olarak ‘görüşme’ ve ‘diyalog ortamı’nın yerleşmeye başlamasının daha ağır bastığı yolundaki değerlendirmelerdi.


Silaha alternatif
Benim kendi payıma konferansa yaptığım, daha önce dile getirilmemiş bir konu olarak yaptığım katkı, Türkiye’de Kürtlerin -Türk kamuoyunun da hatırı sayılır bir bölümünün desteğiyle- ‘sivil itaatsizliğe’ ve bir deyimle ‘sivil direniş’e kaymaya başlamalarının altını çizmek oldu.
Özellikle KCK davalarında ‘Kürtçe savunma’ ısrarıyla kendisini gösteren ‘sivil itaatsizlik’in yaygınlaşmasının önemi, ‘silahlı mücadele’ye alternatif güçlü bir kitlesel akım olabilmesinde yatıyor. ‘Sivil itaatsizlik’, ‘sivil direnme’ geliştikçe ve başarı
elde ettikçe, ‘silahlı mücadele’ bir yöntem olarak anlamsızlaşacak ve ‘silahlara veda’ya daha hızla ilerlemek mümkün olacak.
İşin ilginç yanı, Türkiye’deki ‘sistem’in bu ‘sivil yöntemler’e alışık olmaması, bunlarla karşılaşmaktansa ‘silahlı mücadele’yi kabullenecek bir alışkanlığa sahip bulunmasında.
Kürt silahlı varlığı kesin bir yenilgiye uğratılamıyorsa da Kürtlerin bundan sonra ‘silahlı mücadele’yle kazanım elde etmeleri neredeyse imkânsız. ‘Silahlı mücadele’yle artık hiç kazanamazlar. Türk devleti, silahlı mücadeleyle yenilmez.
Oysa ‘sivil itaatsizlik’-’sivil direniş’ yoluyla Türk devleti demokratikleşme yönünde dönüşebilir ve Türkiye devleti halini alabilir. Tez buydu.


Kılıçdaroğlu-Demirtaş diyaloğu niçin olmadı?
Bütün bunlar için ‘yegâne’ yol, karşılıklı ‘diyalog’dan geçiyor; bir anlamda ‘savaşma konuş’ anlayışının yerleşmesinden. Her düzeyde -muhataplarla- görüşmekten. Abdullah Öcalan’dan BDP’ye uzanan, her birinin işlevinin farklı ama birbirini tamamlayan ‘entegre süreçler’le çözüm yönünde yol almak gerekiyor.
Bu, hayli uzun, çetin ve engebeli bir yol ama. Bu yolda yürümek için benim sıraladığım ‘olmazsa olmazlar’ı Selahattin Demirtaş pek beğendi ve kendi konuşmasında birkaç kez atıf yaptı. Ne mi onlar? ‘Sabır, zekâ, esneklik, karşılıklı saygı’...
Birkaç unsur daha eklenebilir tabii, ‘siyasi cesaret’ gibi, ‘vicdan’ gibi...
Demirtaş, Paris’ten geldi. Sosyalist Enternasyonal Toplantısı’ndaydı, “Kılıçdaroğlu’yla görüştünüz mü” diye sordum, zira CHP ile seçim ittifakı ufkundan dahi söz etmişti. Görüşmemişler. Demirtaş’ın gayretine rağmen. Iraklı Kürt Celal Talabani ile buluşan Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Türkiyeli Kürt Selahattin Demirtaş ile bir kahve içecek vakti niçin bulamadığını kendisi biliyor olmalı.
Dedik ya, yol uzun ve engebeli diye.
Ama yeter ki ‘sabır’dan, ‘zekâ’dan, ‘esneklik’ten, ‘karşılıklı saygı’dan vazgeçmeyelim. ‘Siyasi cesaret sahibi’ olalım. ‘Vicdan’ı unutmayalım...

CHP-Kürt siyasi hareketi diyalektiği...

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, geçen hafta sonu Diyarbakır’a giderek sokakları gezdi, taksi durağı ziyareti yaptı, gençlerle tavla oynadı.

Bir bakıma, CHP ile BDP’nin ‘atası’ arasındaki ilk seçim ittifakı 1991 yılında gerçekleşti. CHP de değil SHP idi. BDP değil HEP (Halkın Emek Partisi) idi.
SHP o sayede Süleyman Demirel’in DYP’si ile birlikte koalisyon ortağı olarak iktidara taşındı. 1977 seçimlerinden tam 14 yıl sonra CHP hattına hükümet ortağı olmak şansı, büyük ölçüde o ittifak sayesinde gerçekleşti.
SHP-CHP hattında ‘ittifak’ın mimarı Genel Başkan Erdal İnönü idi. 1991 Aralık ayında Diyarbakır’da dönemin başbakanı Süleyman Demirel, “Kürt realitesini tanıyoruz” dediği vakit, kürsüde yanında Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü duruyordu.
TBMM’deki meşhur ‘Kürtçe yemin’ yüzünden vaveyla kopartan Leyla Zana ile Hatip Dicle, İnönü’nün genel başkanı olduğu ve hükümet ortağı olacak partinin milletvekilleriydiler.

Kürtlerin SHP-CHP’den ayrışması
Erdal İnönü, iki milletvekilinin partiden istifasını istemek zorunda kaldı. HEP’liler, SHP listesinde yer alarak TBMM’ye 18 milletvekili sokmuşlardı. ‘Yemin krizi’nin ardından SHP’den ayrılıp DEP’i (Demokrasi Partisi) kurdular.
1991’in evveliyatı var. SHP’li 7 Kürt milletvekili 1989’da Paris’teki Kürt Enstitüsü’nün düzenlediği ‘Kürt Konferansı’na katıldıkları için SHP’den ihraç edilmişlerdi ve ihraç kararının mimarı partinin genel sekreteri Deniz Baykal’dı.
SHP zamanla CHP oldu ve Deniz Baykal’ın genel başkanlığı altında 1999 seçimlerinde baraj altında kalarak, TBMM’ye giremedi. 2002 seçimlerinden sonra ise Deniz Baykal’ın liderliği altında adeta seçim kazanmasının imkânsızlığını kanıtlayarak bu günlere ulaştı.
CHP’nin Türkiye’de ‘vesayet rejimi’nin parlamentodaki temsilcisi olması, demokrasiye değil asker-sivil bürokrasiye bel bağlayan tavrında, gönüllü ‘Silivri avukatlığı’nda, ‘Sosyalist Enternasyonal’den ihracın eşiğine gelmesinde, MHP’nin ‘milliyetçilik’ versiyonunu ‘ulusalcılık’ adı altında ‘devlet milliyetçiliği’ne savrulmasında yansıdı. Böyle bir partinin, seçimle iktidara gelmesi imkânsızdı ve Türkiye’nin 2000’lerin ilk 10 yılında geçirdiği evrelerden sonra seçim dışında bir iktidar yolunun imkânsızlığı da ortaya çıktı.
Bu bakımdan, Deniz Baykal’ın bir ‘komplo’yla da olsa, CHP’nin başından uzaklaştırılması, ‘yeni siyasi şartlara’ uyumsuz CHP’nin kapağındaki tıkacın kaldırılması anlamına geliyordu ve Kemal Kılıçdaroğlu, tüm yetersizliklerine, kararsız görüntüsüne ve ürkekliğine rağmen, Türkiye’deki demokrasi güçlerinden belirli bir avans elde etti.

PKK ile Kürt seçmen ilişkisi
HEP-DEP hattı ise farklı gelişti. 1991’de seçim ittifakı yaptığı, hatta ondan öteye içine katıldığı CHP’nin sürekli küçülmesi ya da büzülmesinden farklı olarak büyüdü.
DEP’in kapatılmasından ve milletvekillerinin yaka paça TBMM’den alınıp tutuklanmalarına rağmen, yerini alan DEHAP ve ardından HADEP (hangisi önce hangisi sonraydı, biz de karıştırıyoruz) ile devam etti.
İmralı’dan gelen talimatla lağvedildi ve DTP’ye (Demokratik Toplum Partisi) dönüştü. Daha da büyüdü, seçim barajı nedeniyle bağımsız adaylar ile girdiği 2007 seçimlerinde TBMM’de grup kuracak sayıya ulaşma, 2009 yerel seçimlerinde içlerinde bir de büyükşehir belediyesi (Diyarbakır) bulunan 99 belediye kazanma başarısını gösterdi.
DTP ve 2009 Aralık ayında Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması üzerine derhal yerini alan BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) yaklaşık 3 milyon oya hükmediyor ve bu 3 milyon oyu sağlam biçimde kontrol ediyor. Onca isim değişikliğine rağmen, Kürt seçmenlerin kafası karışmıyor. O ‘hat’ta tereddütsüz oy veriyor. Bunlar yüzen gezen oylar değil, oy kullanmayan yakınlarıyla birlikte düşünürseniz 10 milyon civarında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının oluşturduğu bir siyasal-toplumsal taban.

Bunların PKK ile ilişkileri var mı?
Elbette var. Eğer PKK bugün yasal bir örgüt olsa, seçimlerde alacağı oy, aşağı yukarı BDP’nin alacağı oy kadar. Resmi söylemin ‘terör örgütü’ etiketine, ABD ve AB’nin ‘terör örgütleri listesi’nde yer almasına, bunca yıldır trilyonlarca para harcanmasına rağmen bitirilememesinin temel nedeni bu gerçekte, ‘kitlesel tabana’ oturmasında yatıyor.

Kafaları kuma gömmekten vazgeçelim
Günümüz dünyasında birkaç bin kişilik silahlı gücü bulunmasına karşılık, NATO’nun ikinci büyük ordusuna karşı çeyrek yüzyılı aşkın süredir bir örgütün varlığını sürdürmesinin –bu olgu göz önüne alınmadığı takdirde- mantıklı bir izahı olabilir mi?
Kürt sorununa ‘askeri çözüm’ bulunmasının imkânsızlığına bundan daha çarpıcı biçimde işaret eden bir ‘gerçeklik’ olabilir mi?
Türkiye’de kafaları kuma gömmekten vazgeçip olan-biteni olduğu gibi görmek gerekiyor.
PKK’nin silahlı varlığının sona erdirilmesi, ülkenin kalıcı bir barış ve huzura kavuşturulmasının yolu, Kürtlere kendi kimlikleriyle siyasetin kanallarının tümüyle oluşturulması ve açılmasından geçiyor.
Erdal İnönü’nün 20 yıl önce HEP’lileri SHP bünyesi içinde ‘yasal siyasal alan’a taşıması bu yöndeki en anlamlı girişimlerden biriydi. HEP’liler de tıpkı bugünkü BDP’liler gibi ‘PKK hattı’na dahildiler.
PKK, 1970’lerin Türk solu içinden ayrışarak doğan, ideolojik olarak bir ‘sol’ hareketti ve ‘DNA’sı itibariyle yasal alanda kendisine ‘işbirliği partneri’ olarak en yakın CHP’yi görmesi anlaşılır bir durumdu.
Bu ‘hat’tın CHP’den ayrışması, kendisini değil CHP’yi zayıflattı ve CHP, “Fırat’ın doğusu”na geçemez oldu. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır ve Urfa’ya ayak basması ise –şimdilik-, bir ‘siyasi geri dönüş’ten ziyade ‘okul müsameresi’ni andırıyor.

CHP’nin önündeki zorunlu tercih
Kürt siyasi hareketinin ‘ana damarı’nın ayrışmasından sonra CHP ülke çapında küçüldü, Kürt siyasi hareketi ise yasal alanda da büyüdü ve ‘Kürt sorunu’nun ‘yasal tarafı’ ve Kürt siyasetinin –yegâne değilse de- temsilcisi haline tartışmasız geldi.
CHP içindeki gelişmeleri ve ‘ittifak’ tartışmalarını bu ‘arka plan’ ve ‘somut gerçekler’ halinde değerlendirmekte yarar var.
Bir de şu gerçeği akılda tutmaya:
CHP, değişmezse sittin sene seçimle iktidara gelemez. Kürtlerin siyasi temsilcileri ile ister ittifak, ister işbirliği -ne derseniz deyin- yapmadığı takdirde, bırakın iktidarı, geçerli bir ‘iktidar alternatifi’ de olamaz.

Kürt meselemize dair Finli dostun uyarısını hâlâ anlamadık

Geçenlerde ülkemizi ziyaret eden, Finlandiya’nın eski cumhurbaşkanlarından Martti Ahtisaari’nin bir uyarısından söz ettim. Avrupa Birliği’nin Bağımsız Türkiye Komisyonu Başkanı olan Ahtisaari, şu beş kelimeyle bize bir gerçeği hatırlatmak istiyordu:
-Bütün Kürtler iki dilli olmalı!
Yani bin yıllık yakınımız, Millî Mücadele’de baştan sona silah arkadaşımız olan, milyonlarla sayılan, gerçek akrabalarımız, hısımlarımız durumundaki Türkiye Kürtlerine, ama bir kısmına değil hepsine, istisnasız hepsine devletin resmî dili olan Türkçe’yi de hâlâ (yani seksen küsur yılda) öğretememiş olmamızı «lisan-ı münasip» ile yadırgadığını belirtiyor, açıkça söylemek gerekirse bizi ayıplıyordu.

Sovyet Rusya’dan alınacak ders de var
Dün, Rusya’nın Sovyetler dönemindeki nüfus (ve farklı ırklar) dökümünü veren bir liste geçti elime. Safkan Rusların Sovyetler Birliği toplam nüfusundaki oranı yüzde 51,8’miş. Birlik dahilinde Rusça dışında konuşulan dil sayısı, bu listede 24 olarak görünüyor.
Üniversite yıllarımda merhum Nihad Sami Banarlı bana uzun uzun, Lenin’in ve Troçki’nin, bünyelerindeki etnik farklılığı ortadan kaldırmak için ilk tedbir olarak, çeşitli etnik unsurlara, kendi aralarında anadillerini konuşturmamaya çalıştıklarını anlatırdı. Evet, anti-komünistti Banarlı. Ruslar, Türkiye’de de farklı bir uygulama olsun, azınlıklar kendi aralarında ısrarla anadillerinde konuşarak Türkçe’den uzak dursunlar diye gayret sarfetmişlerdir, derdi.
Bizim gerçeğimizi Sovyetlerin şekillendirdiğine inanmak kolay değil. Ama biz onların isteğini başka bir yoldan gene de gerçekleştirmiş olduk. Meselâ tedbir diye aralarında Kürtçe konuşmalarını önlemeye çalıştık. Başardık mı? Hayır!
İşte Ahtisaari kritik sualini tam bu noktada dile getirerek, soruyor:
-Bırakın Kürtçe yasağını uygulayamamış olmanızı da, bana asıl şunu söyleyin: onlara, ama hepsine Kürtçe yanında Türkçe’yi de öğretebildiniz mi?
-Elbette, öğretmez olur muyuz, diyen çıkmadı aramızdan.
Son yıllarda Türkiye’de Kazak, Türkmen, Özbek, Gürcü, Kırgız, Tatar... Eski Sovyet halklarından çok sayıda insan var. Türkiye Türkçesini çok zor, ama aralarında şakır şakır Rusça konuşuyorlar; Türkçe’yi denemek isteyene pek rastlamıyorum.
Durumu, bu tecrübeleri, bu örnekleri dikkate alarak değerlendirmemizdeki zorunluluğun farkına varmamış görüyoruz.

Yakılan köyün hıncı taş olup yağıyor...

Taş atan mahallelerde zorunlu göçün öfkenin kaynağı olduğu çok açık. Bir kadın 'Köyümüzde her şeyimiz vardı, Mersin'de koca şehrin hizmetçisi olduk' diyor.

CAN GÜLERYÜZLÜ (Arşivi)

Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Başkanı Doç. Dr. Nurdan Akıner ve ekibi Mersin Valiliği’nin desteğiyle kentte göç ile kurulan ‘taş atan mahalleler’de yaptığı araştırmada taş atan çocukların ailelerinden zorunlu göçü dinledi. 250 çocuk ve ailesiyle, ev ortamında yapılan araştırmada aileler Mersin’deki mutsuzluklarını çok çarpıcı anlatıyor.
Şırnak doğumlu, evli ve 5 çocuk annesi Saime (33), ‘baskılar’ nedeniyle Mersin’e 15 yıl önce göç etmiş. “Hayat zordu oralarda. PKK’lılar gelip yemek, at gibi şeyler istediğinde vermemezlik yapamazdınız. Ama o gidince de asker geliyordu, ‘neden verdiniz’ diye kızıyordu. Sonuç olarak her iki açıdan da can güvenliğimiz yoktu” diyor Saime ve devam ediyor: ”Sonunda bizden yedi gün içinde toparlanıp köyü terk etmemizi istediler. Arabanın giremediği köyümüzden, alabildiğimiz kadar eşyamızı atlara ve eşeklere yükleyip Cizre’ye gittik; oradan da Mersin’e göç ettik. Orada topraklarımız, evimiz, her şeyimiz vardı. Mersin’de koca şehrin hizmetçisi olduk; fakir düştük. Bağda bahçede iş olunca yevmiyeye gidiyorum ama onuruma yediremiyorum.”

‘Her sabah ağlıyorum’
Mardin doğumlu 38 yaşında, üç çocuk babası Muhterem’in hikâyesi de farklı değil. “Köyümüzde bizlere terörist muamelesi yaptılar. Koruculuk teklif ettiler, kabul etmeyince bir hafta içinde köyümüzü terk etmemizi istediler. Her şeyimiz vardı, zengindik. Devlet bizi göçe zorlayıp, Mersin’de zenginlere köle yaptı. Portakal bahçesinde çalışmaya giderken sabahları plastik çizmeleri giymek gücüme gidiyor; her sabah ağlıyorum.”

“Ustam ‘keser’ dedi...” Siirt doğumlu, evli, 5 çocuk babası Musa (35) ise şunları anlatıyor:“Geldiğimizde ben 12 yaşındaydım. Tarım ve hayvancılıktan başka bir şey bilmezdik. Bir duvar ustasının yanında işe başladım. Benden keser istediğinde ne olduğunu bilemedim. Dakikalarca aradım durdum. Türkçemiz de yoktu. Her gün ‘geri dönelim’ diye ağlıyorduk. Bir ev tuttuk, köydeki evimizle karşılaştırılamazdı bile. O kadar kötü, derme çatma bir evdi ki.”

‘Mersin eritiyor bizi’
Diyarbakır doğumlu evli ve 10 çocuk babası Haydar (54) da çocuklarının geleceğinden korkuyor: “Mersin’in anlamı, buraya göç eden biz Kürtler için perişanlık. Mersin eritiyor bizi. Kimse keyfinden gelmedi.”

Mardin doğumlu, evli ve dört çocuk babası Mikail (42), veryansın ediyor ve “Çıkıp bakın sokaklardaki insanlara, yaşlılara, çocuklara… Hepimizin sinirleri bozuk, geleceğe dair umudumuz yok, çocuklar şiddeti ve ölümü hayatın bir parçası olarak görüyorlar. Sürekli huzursuzluk...15 yıllık evliyim ama eşimi yanıma alıp deniz kenarında bir bardak çay içmedim” diyor.

3 liralık tavuk olmasa et yiyemeyecekler
Göç ile kurulan Mersin’deki Şevket Sümer, Çilek, Çay, Güneş, Gündoğdu, Siteler mahallelerinde genç kızlığa geçiş, kadın, anne olmak çok zor. Törenin mahallelerinde belirleyici olduğunu söylüyor kızlar. ‘Buradaki aşklar internette ya da telefondan’ diyorlar ve baba, erkek kardeş korkusunu dillendiriyorlar: “Mersin’de nereye gitsek içimizde hep bir korku var. Babamız, erkek kardeşlerimiz her an bir yerden çıkıp gelecekler, bize zarar verecekler hissine kapılıyoruz.”

Şırnak doğumlu, 23 yaşındaki Gülcan ilkokulu terk etmiş, 12 yaşından beri bahçelerde tarım işçisi; iki abisi PKK’ya katılmış ve ikisi de ölmüş. “Bizim oraların ortamı kadınlara baskı yapmak için çok uygun. Orada olsaydım belki de evlendirirlerdi beni şimdiye kadar. Çünkü oralarda babaannemin ve dedemin sözü geçer” diyor Gülcan.
İlkokul mezunu, dört çocuk annesi 40 yaşındaki Elmas 19 yaşından 25 yaşına kadar cezaevinde kalmış. Evlendikten sonra tek derdi çocukları: “Haftada iki kere semt pazarından 3 TL’ye aldığım tavuk olmasa çocuklar hiç et yiyemeyecek.”

Diyarbakır Silvan doğumlu, evli, üç çocuk annesi Zahide (30), geçimlerini kayınpederinin emekli maaşıyla sağladıklarını söylüyor: “Tek istediğim çocuklarıma iyi bir gelecek verebilmek. En büyük hayalim insana yakışan, temiz bir ev ortamında, çocuklarımı büyütebilmek ve onları meslek sahibi yapabilmek."

Doğuştan polis ile karşı karşıya Mahalleli çocuklarının taş atmalarına karşı ancak eylemlerin nedensiz olmadığını düşünüyor. Çilek Mahallesi’nden Diyarbakır doğumlu, evli ve yedi çocuk annesi 36 yaşındaki Kamile eylemlerin bir noktadan sonra önüne geçilemez bir hale dönüştüğünü ifade ediyor: “Polis gece-gündüz demeden mahallede gaz bombası atıyor, panzerlerle mahalleye giriyor. Sen böyle yaparsan çocuk da taş atar. Polis gaz bombası attığında çocukları içeriye alıyoruz ama yine de evlerin içine gaz giriyor. Çocuklar kusmaya başlıyor, yüzlerine limon sürüyoruz. Biz istediğimiz kadar çocukları engelleyelim, böyle kötü olaylar yaşayınca, trene taş attığında devlete taş atıyor hissine kapılıyor. Tren raylarına taş koyuyorlar ki cama gelsin, daha çok insan zarar görsün diye. Çocuk mahallesine gaz bombası atan devleti, trende somutlaştırıyor.”

Mersin doğumlu lise mezunu Samet’e (24) göre ise polise taş atılması ‘korku yansıması’. “Çocuklar doğduğu günden beri karşı bir güç olarak görüyor polisi. Polisi nerede görse korkuyor. O anki ruh halinde bir değişiklik oluyor. Örneğin arabada Kürtçe müzik dinliyorsa o sırada, polisi görünce hemen kapatıyor. Oysaki polis vatandaşların güvenliği için vardır. Ama polisin bu yönünü çocuk hiç görmemiş. Onların yerinde kim olsa aynı şeyi yapar.”

‘MHP’li olsa taş atar’
Şevket Sümer Mahallesi’nden Mersin doğumlu, ilköğretim mezunu Sarp’ın (17) mahalledeki eylemlere ilişkin değerlendirmesi ise şöyle: “Bugün en radikal MHP’linin sokağına günde üç kez panzerle girin, gaz bombası atın, çocuğunu panzerle ezin, inanın o da çıkıp taş atmaya başlar.”

Panzer gelince
Güneş Mahallesi’nden Musa (35), “Çocukların taş atmasını kontrol edemiyoruz, söz geçiremiyoruz. Türkiye’nin diğer yerlerinde Kürtlere yapılan haksızlıklar bu mahallede yankı buluyor. Çocuklar burada görev yapan polisleri her gün görüyorlar ama hiç tepki göstermiyorlar. Ama panzer ve çevik kuvveti görür görmez, önce mahallede bir hareketlilik başlıyor, sonra da taş yağıyor.”

Mardin doğumlu, evli ve dört çocuk annesi Rabiye (33) ile Diyarbakır Silvan doğumlu, evli, üç çocuk annesi Zahide (30) çocukların gözünde bunun bir oyun olarak görüldüğünü söylüyor.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Amed’den Bağdat’a Gitmeyi Söyler


“Lâfeta illa Ali lâ seyfe illa Zülfikâr”

ı.

ay çıplak, göğ çopur, toprakta gevrek bir kabuk

karşıdan gülgûn seslerle ışır Şırnak, Telafer, Felluce

ve Bağdat. adını ezberleyen bir sokak kendini kanlı

aynadan seyreder. yani hem gece, hem gündüz

hem nehir, hem çöl; hem dün, hem bugündür

zahid şerhine muhtaç m’ola?

yani katiline ağlayan bir ölü sesiyle

yani birden kendimle kardeş olduğum

yani tutup bir ölüye gömüldüğüm

yani Arap, yani Türkmen, yani Kürt

yani bir Peştun’un çıplak ayaklarına döküldüğüm

yani Mela’nın, Attar’ın, Mahmûd’un

yani olmayan umudun sesi bilindiğim yerde

yani kızıl bir imanla ışıyıp seslenerek:

yani herkesin bir Bağdat’ı vardır

yani bu Bağdat aynı Bağdat’tır diyerek

yani tutunarak sözcüklerin kanatlarına

yani varmak Şark’ın payitahtına

yani ki onunla ölmek arzusuna erdiğimi söyler

ya Selahaddîn? o tek kişilik ümmet? kının pasında

ipek hamayıl gibi sağalır bir yaranın ürkek kabuğundan

şimdi Musul’da surlarda çırpınan güneş, şimdi Ramadî’de

Bedreddin yoldaşı gölge, şimdi “hayalî Şark”ın tekmil evleri

düşmana ve kardeşe hazırlanan bir rüyada, parlak gümüşüyle

uyanır bir Kürt hançeri! benim o! sessizliği yontarım, yemyeşil

susar bağçe. vardığım eşiklerde eski bir dün. sana dönerim

hırkam ve demir ayakkaplarımla, ey zulmün Şark’ı, ey sevgili

fatihlerin kuru kemiklerinde iman; ya peygamber, ya da cani

Nesimî’nin teninde yalım yalım, Mansur’un yüzünde

çöle dönüşen göz. etin imana direndiği solgun aşk

Musa’dır, Tûr’da güzellikle kavrulan. Kays’tır aslan

yoldaşı geyiklerle ölür. velhasıl hayalî Şark’ta ol

kervan Herat’tan Beled-i Ekrâd’a, Bağdat’a yükü zulüm,

beyit ve erdem. yükü bir şarkının sessiz harfleri

kendini ağır ağır bir zındana çeker

ey kılıcını aşka, aşkı göğsüne saplayan kıt’a! atın,

kumun ve rızanın yurdu. yüzünde ısrarlı bir güneşle

her mevsim. besmeleyle başlayan bahname, tövbeyle biten

küfr! herkese kardeş, kardeşe düşman; diril, bağla ve çöz beni!

ıı.

ey kartalın soluğuyla ıslanan yüz. ey kendini

ihvete sayan ihvan. sağrısından terleyen tay

ey yâr’ları Şarîzor’da katleden. ey sağır burç

ey yaşlı şairlere yaslanan terkib. tuhaf tarihlerden

geçen netameli şerh. ey karınca ordusuna yol veren

kumandan. ey incelik ve melamet ehli, ağlayan miskin

Mahî ve Harun kardeşliği ve ey ustam Xanî. zarif,

duygulu, ezginsin ve yağmur, belki Demavend, ki

bütün haritalarda yüksek, yahut sapsarı çizilirsin

Bedehşân Vadisi’nde Logerî’nin yankısı ve seyrek

sakallarıyla Özbek atlıları; uçarlar uçmagla tamu arasında

bir şaman hacerül esved önünde kaz suretinde karışır fırtınaya

ve kitap bir yara gibi açılır, kıvrılmıştır kendi sayfalarından

ve zehrin yılandan bilinmediği çağlar ve bir gülün bir

taşa sayıldığı ol maşerde, Sarduri’nin saklandığı kuleden

bakar Mehmed Zıllioğlu Evliya

şimdi vaktidir Horasan’dan uçmanın şimdi Anadolu’ya

biriken kedere. şimdi Salar’ın, Köroğlu’nun, Yusuf’un

şimdi asıl Ebu Ammar’ın dirilişi çöle. şimdi Judaik efsaneler

vaktidir. şimdi okyanus, şimdi deniz, şimdi Bünyamin

şimdi terkibe girmenin, birikmenin, şimdi dağdaki kızları

sevmenin. şimdi Yemen illerinde ölmenin nice. şimdi

ol Şatt’a dökülmenin gürül gürül. şimdi Goran’a, Nâzım’a,

Firdovsî’ye. şimdi Mahir’e, Deniz’e, Mazlum’a gitmenin

şimdi Habil ve Kabil’le barışmanın. şimdi unutmanın vaktidir

derin kuyulardan tutkuyla çekildim ve tenbelce

çevrildim ol şiveye: Hikâye-yi Mağdurîn! zeban, lisan,

dil, ziman; Tupac Amaru’yum ve bölünebilirim dörde

yani hem Kürt, hem Arap, hem Türk, hem Fars. hem

Simurg, hem hacı kuşu ve çarşılarda saklanan azınlık. yahut

kavuşan nehirlerin hasreti ama ah, en doğrusu, gözyaşıyım ben,

senin sürmen için ey Şark! ey Şark’ın payitahtı!

sözcüklerin ağzıyla konuş

benimle!

ııı.

ama senin söylevcilerinin ağzında kekre bir düşmanlık tadı

ve tablet ve parşömen ve gazetede çığırtkan bir salâ,

bir teneşir sevgisi. bilinir nice zalim olduğun. bilinir kanı

sudan saydığın. bilinir erdemin, çilen, hikmetin ama

benimsin, yalnızca benimsin “şehiden, şehiden, şehid”le!

bak, yağmurla örtünen ağaç işte, herkesle aynı güne başladı

yine bir ölümle kapandı yüzüne ve bir düşmanın bile kalmadı

bak yalnızca gözlerinden oluşan Arap kızları, o asfuralar

yüzümde kızışan şu renklere çarparak ölüm sözcüğüne

bakmaktalar

şimdi o sokaklarda çılgın Ali yok. avlulardan taşan

asmalar budanmış. ve ölüm Barzan, Filistin, Herat

ve Hewreman’dan sana taşınır kemikli eller üstünde

kavruk erkekleri güzel kızlardan, gülmeyi kıvırcık çocuklardan

kopararak, sızıyor senin kıvrımlarına ağır bir uyku gibi

yalın ve çıplak!

iyi bir sütanne gibi emzirsem bebekleri, açlığı ezberletsem

yeniden yeniden. yüzümde bir yılan gezdirsem kangal kangal

sana bir kötülük düşünsem. orta boylu Araplarla bir güneşe

baksam uzun kirpiklerimle. kendi çöpünde eşinen bir halk gibi

imandan, ölümden, sayddan konuşsam. bazı sözcükleri fetiş

bilip çiğnesem. gülsem yeri değilken; ahmak ya da bilge

sayılsam. bir bıçakla oyularak sesinden, bir sesle küfre çağrılsam

ve yapay bir imlâ gibi dağlara bakarak ve bir nasır gibi topraktan

türeyerek ve hatırasını zulmün paylaşarak seninle, a ha bu dağ,

bu çöl, bu Ömer Muhtar’dır desem. senin zulmünle yiten imanı

sana zulümle yenilesem, yeter mi kalbimin imtihanına? yeter mi

kalemimdeki mürekkepten deniz? yeter mi ey Şark, çöker misin

açtığın yaralar ve kendi yaralarının üstüne?

ey Şark! bu zalim kavim yine uçurumda unutacak kendini,

keçilerle çiftleşirken. ne bir deniz, ne buzdan kılıçlar, ne

mumdan bir gemiyle dönebilecek evine. kendi suçlarıyla

kızaran yüzün bir haile gibi gerildi sıska, yorgun, dilsiz

ama ben seni affettim Bağdat! sen de acıya bir isim bul; “geçmiş”

de mesela, “bugün” ya da “yarın”. bil ki acılardır Dicle’yle Fırat’ı

kavuşturan. sırtımda zeybek yeleği, ağzımda stran ve uzak dağların

soluyan ağzı, evlerde biriken telaş, karınca kümbetleri, kelam ve iftira

birkaç serseri mazmun: Bağ-dat Bağ-dat Bağ-dat

kardeşim benim!

Selim Temo

Mehmed Uzun: Benim Yazarım


Selim Temo

Ağustosun 24’ü olmalı, 2007. Bahçede tek başına oturuyordu. Sırtında krem rengi bir kaban. Doğruldu; uzatamadı elini. Elimi kalbime götürdüm bir uluya selam durur gibi. Yüzüne çöken renk, kirpiklerine, saçlarına uzanan beyazlık, avurtlarında derinleştikçe derinleşen yalnızlık. Onu son kez gördüğümü anlamıştım.

Hiç konuşmamıştım. Bana her döndüğünde gülümsemeye çalışmıştım. Daha çok Sibel’le konuşmuştu. Beyaz (beyaz mıydı?) masadaki ellerinden, parmaklarından ölüm tütüyordu. İçimdeki ses orada kırılmıştı işte. Bir yılda otuz yıl yaşlanmıştı yazarım. Dünyaya son sözcüklerini söylüyordu, bunu anlamıştım.

Arabaya giderken bahçe kapısından çağırdı beni alçacık bir sesle: “Aradığında yorulurum diye konuşmuyorsun. Yorulmam seninle konuşmaktan. Sesin, heyecanın iyi geliyor bana” dedi. Boğazım düğümlendi. Ölümle randevusuna geldiğinden beri sürekli arar, eşiyle konuşur, sonra da “Mehmed abiye verme, yorulmasın” derdim. Meğer aramadığım sormadığım lafı çıkmış, kulaklarına kadar gitmiş. Bu yüzden geri çağırmış beni. Ne bileyim, yorulmasın diyordum, ölmesin istiyordum. Benim yazarım benimle beraber yaşlansın.

Kanatları kırık bir turna gibi çıktım bahçeden. Arka koltuktan iyice ufalmış, yumruk kadar olmuş yazarıma baktım. Baktım mı gerçekten? Yalnızca ölümü bekleyen biri değildi o, yalnızdı. O yalnızlıktan korkmuştum. Bir kaderi tersyüz eden yazarım, aynı kadere yeniliyordu. Son hücrelerine kadar direnmişti. Ama bu son, dünya kadar genişlettiği zihninin aynı trajik gerçeğe dönmesine neden olmuştu. Oradaydı işte, ölümün beklendiği yerde, ölüm gibi bir simgeye dönüşerek.

28 Nisan 2005, saat 19:57’de gelen bir telefon mesajı: “Sevgili Selim, yine hastanedeyim. Akciğer ve kalp zarları yine su toplamış. Bilgin olsun. Selamlar. M. Uzun”. Birkaç gün sonra eşi Zozan arıyor, kanseri haber veriyor. Oğlumun ilk sözcükleriyle çınlayan bahçede yığılıp kalıyorum. “Bu haksızlık” demişim boyuna. Sonra, kendime geldiğimde içimde kötü bir duygunun olmadığını fark ediyorum. Herkese söylüyorum bunu, “göreceksiniz, bir şey olmayacak”.

Son üç yılı yoğun bir dostlukla geçen on üç yıllık bir süreç. Hayatımda on yıl, yirmi yıl öncesinden bahsedebildiğim yaştayım. Şimdi zamana daha fazla ihtiyacım var. Onunla tanışmakla değişen hayatımda hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. O yalnızlığı bahçe kapısında bana verdi sanki. Konuşmaktan çok dinleyen yazarım, birikeni bir yük değil, bir imkân sayan yazarım olmayacak. Gece yarısı arayıp “ka”ları sevimli “ke”lere çevirerek konuşmayacak.

Nasıl anlatabilirim yazarımı? Türlü cümleleri bu yalnız ölümün ağırlığından nasıl kurtarabilirim? Neden sevdim Mehmed Uzun’u, neden yazarım oldu? Sadece ürettiği metinler mi özel kıldı onu, onun dostu olmak mı, bir metninin hayatıma girdiği an mı? Onunla nasıl bir ilişki kurdum, bir sevgi ilişkisi mi, kıskançlık ilişkisi mi? Dünyaya uzun süre belli bir kimlik siyaseti içinden bakınca aynı kimliği taşımanın bu seçimde bir etkisi oldu mu?

1994 yılı. Ankara’nın o zamanlar sadece öğrenci evleri ve garsoniyerlerle dolu Batıkent semtinde bir ev. Ahmet Ataş’la yine evsiziz, bir hemşehrimizin yanına sığınmışız. Elektrik kaçak, odalar soğuk, komşular gürültücü, ev gözleniyor. Hayatımız bütünüyle Türkçenin içinde şekilleniyor. Benim Kürtçeye yönelik ilgim, köylülüğümden kaynaklanıyor, öyle değerlendiriyor “arkadaşlar”. Tam o günlerde Rojek ji Rojên Evdalê Zeynikê’yi okuyorum. Hayatımda okuduğum bu ilk Kürtçe kitabın tam on bir yıl sonra çevirmeni olacağım!

İlk okuyuşumda anlamakta zorlandım mı, hatırlamıyorum. Ama sözlüğüm yoktu, demek kolay okumuşum. Ancak çevirirken büyük bir sözlüğüm vardı ve ona sıkça baktığımı hatırlıyorum. İlk okuyuşumda romandaki katmanları anlamamışım. Daha çok bilgi edinmişim kitaptan, ne de olsa en ünlü Kürt destancısının hayatı hakkında bir kitaptı! Ama çevirime bir de önsöz eklemiş ve bu metnin bir “roman” olduğunu ısrarla vurgulamışım!

Sonra Belge yayınlarından bizim Muhsin’in (Kızılkaya) çevirileriyle çıkmaya başladı kitaplar. Kürtçeleri gibi çevirilerini de almadım, ama her kitapla birinci sayfada “yayınlanmış yapıtları” listesinin uzamasını izledim. Gendaş yayınları sürecinde ise denemelerini okuyordum. Bağırmaktan, daha doğrusu feryat etmekten ibaret bir kültürün içinden süzülüp böyle zarif yazılar yazmasına şaşırıyordum.

Yazarımın Antolojiya Edebiyata Kurdî’sinin de hayatımda ciddi bir etkisi vardır. 1996 yılında, Konur sokaktaki Kelepir kitabevinden aldım, çok iyi hatırlıyorum. Çocukluğumda ninemden, anne ve babamdan, evimize misafir edilen imamlardan, fakihlerden, dergâhında diz kırıp oturulan şeyhlerden çok şiir dinlemiştim. Bu yüzden kulağımda klasik Kürt şiirinin sesi vardı, ama bir Kürt edebiyatı tarihinin olabileceği bilgisi yoktu. On yıl sonra ben de bu edebiyatın tarihi üzerinde çalışacaktım.

Yazarımın geniş okur kitleleriyle buluştuğu günlerde romanlarını okumadım. Hem ne olacaktı ki, Kürtçe yazan bir Kürt yazar nasıl büyük eserler verebilirdi ki? Belgesel mantığıyla yazılmış romanlardı bana göre, okumadan anladığım kadarıyla teknik olarak da zayıf kitaplardı! Sonra, bu kitaplardaki anlatı teknikleri üzerinde çalışacak ve son derece ilginç bulacaktım!

2004’ün 8 ya da 9 Mayısı olmalı. Yaşar Kemal’le görüşüyoruz. “Mehmed’i çağırdım” diyor, “mutlaka tanışmalısınız”. Kullanmayı pek de beceremediği cep telefonundan defalarca arıyor. Çıkageliyor Mehmed Uzun, üstünde gri bir takım elbise. Hafif kilolu, sağlıklı, güler yüzlü, sıcak. Yaşar Kemal ona, Rojek ji Rojên Evdalê Zeynikê’yi yalnız benim çevirebileceğimi söylüyor. “Poe’yu Poe yapan Baudelaire’dir” diyor o da. Bu şekilde en önemli özelliğini öğreniyorum; iltifat etmek.

Onlarca yazarın, kuramcının, kitabın havada uçuştuğu sohbetler, ama hep benzeri iltifatlar eşliğinde. Diğer kitaplarını da çevirme durumu ortaya çıkınca bu yakın okumalar sonucunda anlıyorum ki, Mehmed Uzun Kürtçe yazdığı için değil, büyük romanlar yazdığı için büyük bir yazar – kendimden utanıyorum. Hele Bîra Qederê’nin (Kader Kuyusu) redaksiyonunu yaparken metnin içine giriyorum, delirecek gibi oluyorum. Sesli okuyorum, anlatı tekniğini dahice buluyorum. Dîcle ikilemesiyle bir dilin ne kadar genişleyebileceğini anlıyorum. Onlarca işitsel imaj bulup kaydediyorum.

Yedi romanı da artık bir edebiyat görgüsü edinmiş, ilk gençliğin mesnetsiz itirazı marifet bilen zihninden kurtulmuş biri olarak tamamlıyorum. Artık aynı kimlikten olmanın terkisinde getirdiği ön kabullerden de kurtulmuşum. Büyük bir şevkle çeviriyorum, bir sözlükçe oluşturuyorum, başka metinlere yapılan göndermeleri kaydediyorum. Bir taraftan yazarımla tartışıyorum, bir taraftan yayınevinin editörüyle. Bir monografi hazırlamaya başlıyorum, derinlemesine bir Mehmed Uzun okuması olacak. Çözümlemelerde katılmadığı yerler çok, ama metinle desteklememden etkileniyor. “Bu kitap önemli” diyor, “Kürtçenin önemli eleştiri kitaplarından olacak”. Hem bu konuda, hem de başka konularda gönendirici mektuplar gönderiyor. Onları asla yayımlayacağım.

Daha pek çok şeyi yazmayacak ve yayımlamayacağım. Her ne kadar ölüm, en özel anların paylaşılmasına bir vesile sayılsa da, kararlıyım. Yaşarken örnek almaya çalıştığım yönlerini şimdi daha fazla sahiplenmeye çalışacağım. Bunların başında, içinde müthiş bir heyecan barındıran yavaşlık geliyor diye düşünüyorum. Yazma ve yaratma tutkusu, boyuna kendi üstüne kapanan anlatılar, farklı bir tarih okuması, sürgün yazarlarla kurduğu kan bağıyla bireyselleşme, hatta bütün edebiyat tarihini bir sürgün edebiyatı olarak görme.

Ben yazarımın aynı zamanda eleştirmeni de olmaya çalıştım. Bu anlamda onun metinlerine, içinden çıkıp geldiği tarihsel yalnızlığı göz ardı ederek baktım. Hem önemli olan şey metnin kendisiydi, hem de “bağlam” soyutlaması, eserinin değerini öteliyordu. Ama böyle bir ölümle başladığı yere döndü sanki. Fizikî olarak değil, yalnızlığın kader olmasıyla.

Yalnızlık demiştim. O müthiş entelektüel çabanın, öğrenilen onca dilin, onca deneysel girişimin, onca kalem macerasının, onca çilenin, onca gurbetin, onca ezanın, onca dışlanmanın, onca kabulün gelip dayandığı nokta: İçinden çıkılan yalnızlığa ulanmak.

Morgun kapısında. Birazdan cenaze arabasının önüne asılmış fotoğrafındaki o tatlı tebessümün arkasından şehre doğru gideceğiz. Bir milyon kişiden bir kişi eksik olsa, yapayalnız gidecek diye düşünüyorum. Bir milyon kişiden neredeyse bir milyon kişi eksik. Acayip sloganlar. Kameralı cep telefonları ordusu. “Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının” geldiği nokta.

Bir nar ağacı tesellisi.

Ama.

Yalnızlık beterdir ölmekten.

Mesele 14, Şubat 2008, s. 10-11.

Yozlaşan Dengbêjlik


BENİM degbêjlikle ilişkim, aşağıdaki kırık dökük bilgilerden çok içine doğduğum, daha afili bir ifadeyle içine fırlatıldığım bir evrende gerçekleşti. Babam bir dengbêjdir; üstüne yapışan sözde “asalet” nedeniyle dengbêj sınıfına girememiş olmaktan hayıflanır durur hâlâ. İcra ve arşiv açısından son derece geniş bir repertuarı oldu her zaman. Yani dilin yetkin birer örneği olan bu anlatıları, tadını almak bir tarafa, ruhumda hissettim, hissediyorum.

Yaşanan hikâyeyi yaratılan hikâyenin önüne geçirmek istemem. Ancak doğduğum bölge, stranların hem üretildiği, hem de konu ettiği bir bölgeydi. Sözgelimi ünlü Filîtê Quto’nun köyü olan Tapuyê, doğduğum köye çok yakındı. Hatta Filît’in çadırını kurduğu yer olan Qêre dağı, köyün tam karşısındaydı. Yine Karapetê Xaço’nun doğduğu köy olan Blêder de aynı bölgededir. Ünlü “Bavê Fexriya” stranını düzen Sebrî’nin kızı, yani Fexriya, ömrünün son yıllarını dayımların köyü olan Şerbetko’da geçirmiştir. Yine Osmanê Temo stranında anlatılan Osman, dedemin amcası olur. Qesra Baximzê’de oturan ve Osman ile yirmi yedi akraba ve köylüsünü ihbar eden Emînê Ahmed’in adını söz konusu stranın dışında da duyardım. Bu stranın hikâyesi bilinmeli, zira ucu Ağrı İsyanı’na dayanıyor: Osman Sebrî’nin “Çar Leheng”de anlattığı efsanevî Seyidxan bu bölgeden geçiyor. Onu takip eden askerler, işbirlikçilerin yardımıyla pek çok insanı kurşuna diziyorlar (Bu yüzden Osmanê Temo’nun mezarında yazılı olan 1925 tarihi doğru değildir, doğrusu 1931 olmalıdır). Seyidxan’ın yerini söylemeyen Osmanê Temo, 27 kişiyle birlikte, türlü eziyetlerle götürüldüğü Qêre’nin Kevirê Reş adlı mıntıkasında kurşuna diziliyor. Ancak diğer epikler gibi burada da bir olağanüstülük üretilmiştir; buna göre o, ancak koltuğunun altındaki muska çıkarıldıktan sonra öldürülebilmiştir. 28 ölünün gömülmesi de trajiği taşıyan bir dille anlatılır. Zira civarda tek bir erkek kalmadığı için ölüler, dinen yasak olsa da, kadınlarca yıkanıyorlar. Sonra herkes kendi kocasının, çocuğunun, kardeşinin, babasının koynunda son bir kez uyuyor, ertesi gün de ölülerini gömüyorlar. Yeterince taş bulunmadığı için cesetlerin üstüne tahtalar, kapılar konuyor. Bu yüzden çok geçmeden çöküyor mezarlar. Evimizin hemen yanındaki mezarlıkta Osmanê Temo ve yirmi yedi arkadaşının mezarları var. Osmanê Temo tek mezarda yatıyor, geri kalan 27 kişi ise 12 mezarda.

Buna rağmen benim çocukluğum, dengbêjliğin can çekiştiği döneme denk geldi. Onlardan sayısız sözcük ve deyimi zihnime işlemiş olsam da, artık sınıfsızlaşmış bu insanların çöküşüne tanıklık ettiğimi söyleyebilirim. Ahmet Hamdi Tanpınar, yorulan sanatların aşırı üslûpçu olduğunu söyler. Gerçekten de benzer bir üslûpçuluğu bu yorgun sanatta da görmek mümkündü. Bunun yanı sıra bir stran başka birine ikame edilebiliyordu. Sözgelimi Mele Mistefa Barzanî’nin ölümünü anlatan stran, Yusuf Azizoğlu’ya uyarlanmıştı. Sözle, sözün gücüyle iyice yüceltilen kahramanların yerlerini çok sıradan olaylar alıyordu mesela. Hatta şöyle bir stran dinlediğimi hatırlıyorum: İki küçük aile (bu önemli, zira bundan pek stran çıkmaz) arasında bir anlaşmazlık çıkıyor. Gençlerden biri karşı tarafın kadınlarından birinin kafasını kürekle yaralıyor. Bütün olay bu kadar. Yani ne büyük destanlarda geçen bir trajiğe yazgılı olma durumu, ne ulusal, sınıfsal, dinsel ya da mezhepsel bir tezat, ne de kahramanlık gibi şeyler. Remezan Alan’ın da belirttiği gibi (“Kürt Halk Şarkıları İçin Küçük Bir Poetika” adlı muhteşem yazı için, bkz. War dergisi, sayı 2, Payîz-Sonbahar 1997, 11-33) divanhanelerde, saraylarda, meclislerdeki seçkin yerini kaybetmiş, geçim derdiyle düğün havaları söylemeye başlayan Homerosoğulları soyu, hazin bir çöküş yaşıyordu.

Bana göre dengbêjlerin asıl gücü, Kürtçenin yasaklanmasından kaynaklanıyordu. Yani bir Zahiro’nun, bir Hiseyno’nun, bir Salihê Beynatî’nin, bir Şakiro’nun birbirinden kopyalana kopyalana tuhaflaşmış kasetleri yasak değildi, ancak Şivan Perwer’in aynı icraları bile yasaktı. Öte yandan dengbêjler toplumu statik olarak kabul ediyor, ya da varsayıyorlardı. İcra ettikleri büyük anlatılar birer dilsel şaheserdi gerçekten de, dilsel açıdan kusursuzdular. Ancak işte sözlü kültür ürünüydü bunlar. İcraları serbestti, ama yazıya geçirilmeleri yasaktı!

Güçlü Kürt hanedan ve saraylarının bir bir ortadan kalkması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Kürtçe eğitim veren medreselere yönelik yasaklama ve baskılar, yazılı kültürün üretildiği merkezlerin yok olması anlamına geliyordu. Öte yandan Marksizmle yarım yamalak bir biçimde tanışan aydınların yazılı kültürün üretildiği medreselere yönelik “laikçi” yaklaşımı ve reddinden de söz edilmeli. Cegerxwîn ve Şivan ikilisinin “Şêxa bikujin, mela pelêxin” (Şeyhleri öldürün, mollaları ezin) mealindeki yaklaşımları, yazılı Kürtçeyi üreten ve yaşatan bu sınıfın çöküşünü hızlandırdı. Marksist aydınlar, Kemalist kültür politikasına benzeyen bir yaklaşımla “ladinî” olarak gördükleri halk kültürüne yöneldiler ve daha kalıcı olan yazılı kültür yerine sözlü kültürü öne çıkardılar. Nitekim Kürdoloji alanında yapılan değerli değersiz her çalışma, öncelikle sözlü kültürün zenginliğini vurgular. Her halkın sözlü kültürü zengin olduğuna göre bunu Kürtler için tekrar edip durmanın ne anlamı var?

Sözlü kültürün bu derece vurgulanması ve itirazsız kabulünün yanlış olduğunu düşünüyorum. Yazılı Kürtçeye bakıldığında köklerinin milat öncesine dek uzandığı görülecektir. Yok edilenleri bir tarafa bırakıp elde kalanlara bile bakıldığında çok geniş bir külliyatla karşılaşılır. Sözlü kültürü bu derece öne çıkarmak, söz konusu toplumun medeni olmadığını, yazısız olduğunu söylemenin bir başka yoludur aslında. Ancak yukarıda söylendiği gibi ladinî olanı tek kültür sayma eğilimi bunu görecek noktada değildir.

Bunun tek nedeni, karşıtına dönüşme refleksi değildir elbette. Zira ulus inşasının temel öğelerinin başında dikey etnileşme (burjuvazinin kendini diğer sınıflara, tabana yayması) ve yerelliğin seferber edilmesi gelir. Birinci öğe var olmadığına göre yerelliğin seferber edilmesini bir de bu açıdan okumakta fayda var. Belki asıl “uzmanlık” alanı siyaset, kanaat önderliği, matematik öğretmenliği, anı yazarlığı veya klasik edebiyat olan pek çok ismin folklorla da ilgilenmesinin nedenlerinden biri budur.

Bu alanın folklorculara terk edilmesi taraftarıyım. Önemli olan folklor ürünlerine dilsel ürünler olarak da bakmak, modern dili bu üslûpçu dille beslemektir. Modern edebiyatın bu dili tanıması, klasik edebiyat ve kültürün yanında bu dille de ilişki kurması hayatî önemdedir. Mehmed Uzun’un modern anlatılarında bu dile yönelimi görmek mümkün. Aynı şekilde modern Kürt şiirinin en cüretkâr isimlerinden olan Ehmed Huseynî’de de aynı hassasiyeti görebiliyoruz.

Dengbêj icraları dilbilimsel, anlambilimsel, tarihsel, müzikal ve dramatik özellikleriyle de incelenmeyi bekliyor. Sözlükten ya da sözcük derlemeden sözlük yapma yerine, bu “metin”lere bakılmalı diye düşünüyorum. Bu anlatılarda çok çeşitli sözcükler, söz oyunları, üslûp özellikleriyle karşılaşılmaktadır. Sözgelimi “Kilama Mala Zîlî”deki hümanizma, erdem, yazıklanma gibi özellikleri bugünkü modern Kürt edebî metinlerinde görmek son derece güçtür. Remezan Alan, stranlardan korkaklığın tavşanda değil, tilkide temsil edildiğine dair anlambilimsel bir çıkarıma ulaşmış ki, son derece önemli. Bu anlatılarda bir tarih ilgisi de var, anlatım bir kişi ya da ailede yoğunlaştırılsa da, bir süreç, bir süreklilik, bir kronoloji bilgisi var. Müzikal olarak ise, Flamenkodan (bu müzikte Ziryab’ın etkisinden söz ediliyor, ancak bu geleneğin devamıdır, köklerini anlatmıyor) çok, Doğu anlatılarına bakılmalıdır. Partlardaki “gosan”, Türklerdeki “ozan, baksı, aşık”, Farslardaki, Taciklerdeki, Araplardaki sözlü kültür taşıyıcılarının karşılıklı etkileşimlerinden söz eden yok. Yine bu anlatılardaki dramatik diziliş, anlatının yoğunlaştığı ya da ağırlaştığı yerler, bu doruk ya da duraklardaki nedensellikler, tekrarlar, betimleme öbekleri, epithetler gibi sayısız özellikler, incelenmeyi, sınıflandırılmayı bekliyor.

Bugün dünyadaki masal, destan, efsane, halk hikâyesi, ağıt gibi belli başlı halkbilim öğeleri arasındaki benzerlikleri ortaya koyan motif sözlükleri yayımlanıyor. Ancak Kürt halkbiliminde bu tür metodolojik yaklaşımlara rastlamak güçtür. . Stith Thompson, Wladimir Propp, Richard M. Dorson, Walter J. Ong gibi isimlerle Rus Biçimcileri (Propp da onlardan biridir), Fin Okulu gibi akımların yarattıkları birikimi temellük eden, bunun üstüne “yerel” özellikleri ekleyen pek az çalışma söz konusudur.

Son dönemde dengbêjlere yönelik bir ilginin varlığını gözlemlemek mümkün. Kürt belediyelerinin düzenledikleri festivallerde onlara da yer veriliyor. 1970’li yıllarda devrim ve devrimcilikle, kendi dilleri ile ilişki kuran dengbêjler, söz konusu sanatın yeni bir aşamaya geldiğinin göstergesi. Ancak aynı dilsel yetkinlik ve tadı bulmak güç, “yaratıcı” bir dengbêj yok. Zira dengbêjliğin kendini içine yerleştirdiği ekonomik ve toplumsal formasyon geride kaldı. Kürt toplumu, kendi dinamiklerinin de etkilediği hızlı bir çözülme yaşıyor. Yazının da sembolikleştiği, yeni sözlü kültürlerin ortaya çıktığı Öküzün A’sı çağında, kendi çağından çıkamayan dengbêjliğin kendini yenilemesi gerekecek. Ama ortada iki tane hayatî soru var: Hangi “dil” ve hangi “ses”le?

Kürt Folkloru İçin Küçük Bir Kaynakça

Haz. Selim Temo

Abbas Alkan: Çîroka Rovî û Gur (İstanbul, 2003); Adar Jiyan: Seyrê (İstanbul, 2003); Casimê Celîl: Stranên Kurd yên Evîndariyê (Erivan, 1955), Emerê Celalî (Erivan, 1982), Kela Dimdim (Erivan, 1991), Beyt-Serpêhatîyêd Kurda yên Evîntiyê ( Erivan, ?); Cegerxwîn: Gotinên Pêşîyan (Şam, 1957), Folklora Kurdî (Stockholm, 1988; Bu kitap üç ciltten oluşmaktadır, ancak yanılmıyorsak yalnızca bir cildi yayımlanmıştır), Ozan û Kilamên Kurdî (Yayımlanmamış), Zargotinên Kurd (Yayımlanmamış), Xec û Siyabend (Yayımlanmamış); Celîlê Celîl ve Ordixanê Celîl: Destanên Kurdî (İstanbul, 1994); C. Kurdo: Zemawendî Folklorî Kurdistan (?, 1991), Zemazendî Folklorî Kurdistan: Debatey Peyrewekan (Stockholm, 1991); Ehmed Ebdulla Zero: Stranên Şahî û Dîlana (?, 1980; Xalid Husên’le birlikte), Mamikên Kurdî (?, ?), Strina Lêrîkî: “Heyranok” (?, ?); Ehmed Qerenî: Kanî (?, 1984); Emînê Evdal: Folklora Kurmanca (Hecîyê Cindî ile birlikte, Erivan, 1936; Bu çalışma, az bilinen ama kendi alanındaki en önemli çalışmalardan biridir. Hatta Mehabad Kürt Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Qazî Muhammed’in bu kitabı görünce, havaya kaldırıp, “İşte Kur’an budur!” dediği rivayet edilmektedir), Etnografya ve Folklor Materyallerine Göre Ataerkil Ailede Kürt Kadını (Rusça, Erivan, 1948; Orijinal adını bulamadık), Kürt Toplumunun Hikâyeleri (?, 1957; Ermenice bir kitaptır, ancak orijinal adını bulamadık), Heleqetîyên Pizmamtîê Nav Kurda da (Erivan, 1965); Enwer Mayî: Pendên Kurdî (Folklor-derleme, ?, ?); Esedellah Emcedî: Nex’ematt Folklorîk Kurdî (?, 1991), Farûq Hefîd: Helbijardeyek le Çîrokî Folklorî Kurdî (Stockholm, 1991); H. Akyol: Senem Xanim (İstanbul, 2000), Mîrze Mehemed û Çapik Ehmed (İstanbul, 2002), Tembûrzêrîn û Tembûrzîvîn (İstanbul, 2002); Hawar Tornecengî: Tayê Lawikê Dêrsimî (Ankara, 1992); Hecîyê Cindî: Folklora Kurdî: Kitêba Pêşin (Erivan, 1936), Krdakan Folklor (Erivan, 1947; Ermenice olmalı), Folklora Kurmancîê (Erivan, 1957); Îzedîn Mustafa Resul: Diraseh fî Edeb el-Folklor el-Kurdî (Bağdat, 1987); Mahmut Barık: Kevneşopiyên Kurdan: Jiyan di Tama Stranan da bû (İstanbul, 2003), Zargotina Kurdî: Çîrok, Pêkenok, Meselok: Ax Pişta Min (İstanbul, 2003); Malmîsanij: Folklorê Ma ra Çend Numûney (Uppsala, 1991 – İstanbul 2000); Mehemed Kerîm Şerîf: Folklorî Honrawekanî Kurdewarî (Kerkük, 1974 – Bağdat, 1986); Mehmed Uzun: Dengbêjlerim (İstanbul, 1998); Mehmet Kömür: Tav Dilo: Akçadağ-Elbistan Ağzıyla Kürt Folkloründen Seçmeler (İstanbul, 2003); Mîr Kamuran Alî Bedirxan: Proverbes Kurdes (Paris, 1937; Lucy Paule Margeritta ile birlikte); Necîbe Hacî: Sê Çîrokî Folklorî bo Mindalan (Eskilstuna, 1992); Nureddîn Zaza: Contes et Poemes Kurdes (İsviçre, 1974), Textes Kurdes -Destana Memê Alan (Şam, 1957; Nur-al-dîn Yusif Zaza adıyla – Stockholm 1973); Pêzanî Alîxanî: Du Mirarî ji Gencîna Folkilorê Kurdî (?, 1985); Remezanê Botî: Zargotin (İstanbul, Tarihsiz); Rohat Alakom: Di Folklora Kurdî de Serdestiyeke Jinan (Järfäla, 1994); Salih Kevirbirî: Filîtê Quto (İstanbul, 2001); Segvan Ebdulhekîm: Heval, Hevaloşkê, Stiran û Yarîyên Folklorî yên Zaroka (?, ?), Stiranbêjê Nemir Mehemed Arif Cizîrî: Kewê Ribad (Stockholm, 1990), Stiranbêjê Nemir Eyas Zaxoyî: Jiyan û Berhem (?, ?); Xalid Husên: Stiranên Şahî û Dîlana (?, 1980; Ehmed Ebdulla Zero ile birlikte), Bo Me Gotin (?, ?), Dergehek Bo Folklora Kurdî (?, ?); Şerefxan Cizîrî: Kultur û Edebiyata Devkî (?, ?); Thomas Bois: Folklorları Işığında Kürtlerin Ruhu (Huddinge, 1995); Xelîl Çaçan Muradov: Qisên Cmaetê (Erivan, ?), Klamêd Kurda (Erivan, ?); Zeynelabidîn Zinar: toplam 32 kitap, bkz. Weşanên Pencinar. Yine Seîd Veroj ve Roşan Lezgîn’in çalışmaları anılmalıdır. Bu çalışmalardan bazıları söz konusu birikimi yeni metinler için birer “alt-metin” olarak ele almaktadır.

Esmer 22 (Ekim 2006): s. 15