23 Kasım 2010 Salı

Kürtlerin (En) Hüzünlü Kahramanı : Şeyh Said


04.07.2010 10:13  29 Haziran, Şeyh Said Efendi’nin idamının seksenbeşinci yıldönümü…
Bu satırları yazarken ne denli ‘tarafsız’ olabileceğime ilişkin bir fikrim yok. Zira, kendisi CHP delegesi olan babamın babası yani dedem Sadık Baba (Kamil), Şeyh Said’in oğlu Şeyh Ali Rıza efendiye intisaplı bir derviş idi. Dedem öldüğünde yedi yaşındaydım, hayal meyal hatırlıyorum. Uzun boylu, göğüslerine dökülen beyaz sakalı ve sarığıyla, çarşıdan dönerken şalvarının cebinden çıkarıp bize dağıttığı fasulye şekerleriyle, babaannemle birlikte akşamları, mahser çalarak yaptıkları kelime-yi tevhid zikirleriyle bugün benim için bir geçmiş zaman hülyasına dönüşmüş olan adamın silsilesine baktığımda, Şeyh Said’in oğlu Şeyh Alirıza efendinin mührünün altında onun adını görmüştüm. Dedemin ortanca oğlu olan babamla birlikte bu gelenekte bir kırılma yaşanıyor ve dediğim gibi babam CHP’li oluyor. Dayım daha çok hapislerde geçen yaşamında Dev-Yol ve diğer örgütten insanları arkadaş edinmişti. Ağbim keza öyleydi, Dev-Genç’liydi, evimizde Muazzez Türing’in Karaoğlan şarkısı, Mahsuni’nin, Selda’nın 45’likleri çalar, duvarlarımızda Ecevit’in, Yılmaz Güney’in, Deniz Gezmiş’in posterleri olurdu. Babamla dedemin dünyaları arasındaki bu muazzam farkın, bende, zamanla durulduğunu söyleyebilirim, sadece durulmakla kalmadığını, bir tür uzlaşmaya dönüştüğünü…Zira, ben, dedemin şeyhinin babası olan Şeyh Said efendiye de irfani geleneğin içinden bakmayı öğrendim, Aşık Mahsuni’nin Kul Himmet’ten okuduğu duvazimamları da coşkuyla dinledim. Selda’nın gırtlağı ve şarkıları da beni etkiledi, Şeyh Said’in Necip Fazıl’ın kaleminden o trajik yaşam öyküsü de.

 Şeyh Said başta olmak üzere, yakın tarihimizin bütün itirazlarını resmi tarihin etkilerinden azade biçimde okumamız ve yorumlamamız, bizim kuşağımız açısından neredeyse imkansızdır. İlkokuldan itibaren, (hemen bütün ders kitaplarında) Cumhuriyet’i kuran iyilerle, onu yıkmaya çalışan kötülerin hikayelerine dayalı mitik bir tarih kurgusu oluşturulmuştur. Bu süreçlerden geçen zihinlerin bir gün mutlaka günyüzüne çıkmak gibi kötü bir huyu olan ‘gerçek’i kavramak için farklı bilgi-belge kanallarına ulaşmaları oldukça güçtür. Bu güçlüğü, bir şairin duygusal dilinden, Son Devrin Din Mazlumları’ndan bir kez daha yaşamıştım. Necip Fazıl bir ‘öcü’, bir ‘canavar’ olarak sunulan Şeyh Said’e ilişkin, o ana değin okuduklarımı tümüyle ters yüz edecek şeyler anlatıyordu. Gerçek bu denli ters yüz edilmiş olamazdı diyerek bu kez Üstad’ın abarttığını düşünmeye başladım. Ne var ki, Şeyh Said’e ve benzeri kalkışmalara ve onların bertaraf edilme biçimlerine ilişkin farklı okumalar yaptıkça, gerçeğin hiç de bize anlatıldığı gibi olmadığını düşünmeye başladım.
Dedem bu kadar çok yanılamazdı.
Şeyh Said’in çevresini, kişiliğini ve ‘isyan’ olarak sunulan olayların arkaplanını Modern Türk şiirinin doruklarından biri olan Necip Fazıl Kısakürek’ten de, olaya karışan tanıklardan da, vicdanı kirlenmemiş tarih yazıcılarından da izlersek şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz :
1925 yılı Şubatının 13. Günü, günlerden Cuma…Diyarbakır Ergani’nin Piran köyündeyiz….Köyün adı, yörede sıkça rastladığımız ‘pir’lerden, manevi kılavuzlardan geliyor. Kısakürek’in betimlemesiyle, ‘Kuvvet ve heybet timsali
dağ çemberinin sınırladığı vadi ortasında, tam da Doğu Anadolu’ya has şekil ve üslubuyla Piran köyü...En yükseği iki katlı evler, toprak damlar ve yalçın taş bloklarından, sağır duvarlar. Cumhuriyet ilan edileli 16 ay geçmiş ve onun ikinci kış mevsiminde, Doğu Anadolu, her zaman olduğu gibi, küçücük bir çocuğu dev kadar gösterecek postlara bürünmeyi gerektiren bir soğuğa batmıştır. 13 Şubat cuma günü, güneşin ilk ışıkları Piran köyünü halkalayan dağları yaldızlarken, uzaktan, kalabalık bir atlı kafilesinin köye doğru yol aldığı görüldü. Arap kanı karışık Uzun Yayla tipi atlar üzerinde, omuzlardan çaprazvari atkılı ve kalın bel kemerli fişeklikleri, tüfekleri ve hançerleriyle tepeden tırnağa silahlı ve yerli kılıklı 3-5 yüz süvari...Bir süvari alayına denk bir kuvvet...” Buraya kadar her şey olağan…Hatta Şeyh Said’in, ‘güzel yüzlü, derin gözlü, tatlı bakışlı, kuvvetli bir yapıya ve heybetli bir edaya sahip, yaşı 60, fakat görünüşü genç bir insan...’ın yeğeninin gelişine değin asayiş berkemal…Nitekim kardeşi Şeyh Abdurrahim’in oğlunun düğünü vesilesiyle gelen aşiretin bu ulusunu, çoluk çocuk, genç, ihtiyar bütün köy, kendisini atların ayağına atarcasına karşılaması da… Az sonra, Üstad Necip Fazıl’ın o kendine özgü anlatımıyla, ‘konağın büyük sofrasında ileri gelenlerden yüz kadar insan, diz üstü ve yere çökmüş, başköşede bağdaş kurmuş Şeyhi dinlemekte...Birçoklarının Cuma namazından önce cami vaazı diye kaydettiği sözler, hakikatte, Piran ağası ve Şeyh Said’in kardeşi Abdurrahim’in evinde bir konuşmadan ibarettir ve o günkü rejim üzerinde Şeyhin bütün görüşünü çerçevelemektedir:
“Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Nazırlığı kaldırıldı. Din tedrisatı Maarife bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz muharrirler Peygamber Efendimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün, elimden gelse, bizzat dövüşmeye başlar ve dinin yükseltilmesine gayret ederim.”
Aslında olayın özü budur. Sonrasında herhangi bir ‘tarih kitabı’ndan da öğrenileceği üzere Şeyh Said ve yakınlarının, dostlarının sözümona Cumhuriyeti yıkmak üzere muazzam bir ‘kıyam’ gerçekleştirdikleri, bunun ‘dış güçler’ce geriden kurgulanmış bir ‘hain saldırı’ olduğu söylenerek bu güzel insan ve yakınları acımasızca yok edilmiştir. Yargılanmaları, asılmaları zaten başlı başına hukuk dışı, ahlak dışı ve zorbacadır. Kamu vicdanında derin yaralar açan böylesi kıyımlar bizim yakın tarih belleğimizin ana malzemelerini oluşturur. Necip Fazıl’ın, ‘mazlum’ nitelemesi son derece yerindedir. Şair’in gerçekten de o dönemde sesini böylesine yiğitçe ve hak ve adalet duygusuyla yükseltmesi her türlü övgünün üzerindedir.

Egemen sistemin nosyonlarına ters düşenin ‘hain’, ‘alçak’, ‘dış güçlerin piyonu’ biçiminde nitelendiği kara bir dönem…Hukukun çiğnendiği, ahlaki olanın tersyüz edildiği bir süreçtir bu…Esas itibariyle, Şeyh Said’in kalkışmasındkia temel motivasyon, Cumhuriyet modernleşmesinin köktenci seküler reformlarınadır. Bu itiraz’ın ustaca kotarılmış bir manipülasyonla, bir tür örgütlü bir ‘isyan’ biçiminde nitelenmesi ve her türden bireysel ve kamusal hukuk normlarının çiğnenerek kıyıcı biçimde bastırılmasının ne bunu yapanlara ne de kamuya bir yararı olmadığı gibi, bugün hala kamusal vicdanın, özellikle de Kürtlerin belleğinin kanamasına yol açtığı açıktır. Bir vakit, Genç Siviller’in Bilgi Üniversitesi’nde düzenlediği (29 Ekim’de) ‘Cumhuriyet’in Gözü Yaşlı Çocukları’ etkinliğinde de Şeyh Said gibi mazlumlar anılmış ve orada bulunan farklı siyasal, dini, etnik ‘köken’den insanın vicdanının en uzak köşelerindeki merhamet ve adalet duygusu hareketlenmişti. Bugün, modern tarih belleğinde bu türden örselenmelerin yol açtığı sorunlarla boğuşuyoruz. Bunların rehabilitasyonunun ‘devlet’e dolayısıyla kamuya nelere mal olduğunu belirtmeye zaten gerek yok.
Şeyh’in torunlarından Ahmed Fırat’ın Dava dergisinde yayımlanan bir söyleşisinde (Haziran-Temmuz, 1990) söylediği gibi, kendisinin ‘İngilizlerle ilişkisi olduğu’na dair iddia kirli propagandanın bir parçasıdır. Kalkışmanın özünü, seküler reformlara itiraz oluşturmaktadır :

 “(…) Yani isyana yönelik bir hazırlık yok muydu?

Hayır, o yönlü bir hazırlık yoktu. Yalnız Şeyh Efendi, rejim hakkında “buna itaat lazım gelmez, çünkü Allah’ı tanımıyor, milletin de o idareye karşı çıkması lazım” diyordu. ‘Allah’a isyan edene millet de isyan etsin’ diye bir hadisi şerif var, onu söylüyordu.

Rejimin hangi uygulamalarından dolayı böyle düşünüyordu?

Şeriatı kaldırdı, Kuran hükmünü kaldırdı, rakıyı, faizi serbest etti. Bunlar hep Allaha isyan etmektir. Hadise göre, bunları kabul etmeyeceksin. Şeyh Sait Efendi’nin fikri buydu. (…)”

Sonrasında Diyarbakır’da onlarca insan hukuk, vicdan ve ahlakın rağmına idam edilir. Bu hüzünlü sürecin sonu, Şeyh’in torunu Ahmed Fırat’ça, andığım kaynakta şöyle anlatır : Behçet Cemal’in yazdığına göre, Dağkapı meydanında sıra sıra dizilen kırkyedi “sepi” (darağacı), seyre çağrılanların iyi görmesi için aydınlatılmıştı.
Seçkinlerin tribünü, darağaçlarının hemen karşısındaydı. İdam mahkûmları, sıralarını beklemek üzere tribünün önünde durakladılar.
Bu sırada, Kürtçe aksanlı bir ses duyuldu:
“Said Efendi nerede?
Şeyh, sesin sahibini tanımıştı. Mahkeme üyelerinden Revanduzlu Kürt Ali Saib’di bu.
Şeyh Said:
“Buradayım Saib Bey” diye karşılık verdi.
Sonra, “idamlar ayininin evrensel tarihinde” eşine nadir rastlanan bir diyalog başladı.
Şeyh kahırlı bir gülüşle ona şeref sözünü hatırlatıyordu:
- Ali Saib Bey, hani ya, doğruyu söylersem kurtaracaktınız?
- Ne yapayım Said Efendi, seninle Hınıs’ta kuzu yiyemedik.
- Doğruyu söyledim, Saib Bey, Ama siz cezamı hafifletmediniz.
- Şeyh Efendi, bundan hafif ceza mı olur?
 Şeyh güldü.
- Bundan ağırını siz söyleyin…
Ali Saib suskun kalmıştı. Şeyh, ekledi:
- Seni severim. Ama seninle mahşer günü mahkeme olacağız.
Ali Saib öfkeyle bağırıyordu.
- Bu kadar Türk kanının dökülmesine, ocakların sönmesine sebep oldun. Cezanı çekeceksin!
Ali Saib, yakaladığı avla oynayan kedi misali, kurbanıyla oynamanın zevkini çıkarıyordu. Ama kurbanı darbelerin altında kalmıyor, karşılık veriyordu.
- Seninle, mahşer günü mahkeme olacağız!..
Mürsel Paşa ve milletvekilleriyle yan yana oturan mahkeme başkanı Lütfi Müfit Özdeş de diyaloğa katılıyordu:
- Beni mi çok seversin, Saib’i mi?
Şeyh, kimseye özel düşmanlığı bulunmadığını söyleyince, Diyarbakır Valisi Mithat Bey de söze karışıyor ve bağırıyordu:
- Mahşer günü, adil yargıçlarımızla değil, öldürdüğün masum insanlarla mahkeme olacaksın!
Şeyh, mahşer günü zulüm yapan güçten hesap sorulacağı anlamına da gelen şu cevabı veriyordu:
- Boynuzsuz keçinin ahını, boynuzludan alırlar…
Şeyh’in cevabına sinirlenen Mürsel Paşa da tartışmaya katılmıştı. Paşa, gereksiz ve haksız yere bir isyan başlatıldığını bağırıyordu. Çünkü Kürtler dahil, memlekette herkesin özgür olduğunu, devletin kimseye müdahalede bulunmadığını, Kürtlerin bundan böyle daha özgürce yaşayacağını söylüyordu.
Şeyh, generali dudaklarında alaylı bir gülümsemeyle dinledikten sonra şöyle diyordu:
- Gelecek gecelerin, geçen günlerden farkı yok…
Mahzar Müfit Kansu, bu arada cebinden bir defter çıkarıyor, Şeyh’e uzatıyordu:
- Şeyh Efendi, sen ayrıca şairsin, Rica etsem benim için bir şeyler yazar mısın?
- Hay hay!
Şeyh deftere şunları yazdı:
“Bu dünyadaki hayatımın sonu geldi. Şu basit ağaç dallarına asmanıza perva etmem. Kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum. Muhakkak ki yolum, Allah, din ve halkımın yoludur.” Bir yandan da “idamların icrası” sürüyordu. Elleri arkadan bağlı mahkûmlara birer beyaz gömlek geçiriliyor, boyunlarına mahkeme kararının özeti asılıyor, sonra tek tek darağacına götürülüyordu. Mahkûmlar asılmadan önce “son istekleri”nin sorulması ihmal edilmiyor, ama istekler yerine getirilmiyordu. Hanili Mustafa Bey, son arzusu sorulduğunda, “önce beni asın. Oğlumu ipte görmeyeyim” diyordu. Fakat isteği kabul görmüyor, önce, oğlu Mahmud asılıyordu. Mustafa Bey, oğlunun darağacına yürüyüşünü, boynuna sicimin geçirilişini, taburenin çekilmesini seyrediyor, son haykırışını dinledikten sonra, ipin ucunda sallanmasını görüyordu. Sonra, acı içinde sehpaya yürüyordu. Sıra, isyanın liderindeydi. Ona, idam gömleği giydirdiler. “Ferman” denilen mahkeme kararının özetini astılar boynuna,
 Şeyh’in yüzü kıpırtısız, aldırışsızdı. Yalnız dudakları, belli belirsiz kıpırdıyordu. Şeyh dualar okuyordu. Diri ve çevik adımlarla sehpanın önüne gitti. Kimsenin yardımına izin vermeden sandalyeye çıktı. Boynuna ilmik geçirilirken, tören için hazırlanan “şeref tribününe baktı. Sonra, son sözlerini söyledi ve son kez gülümsedi. “Dünyadaki hayatımın sonuna geldim. Dinim ve halkım için kendimi kurban ettiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız, düşman önünde bizi mahcup etmesinler.”
Cellât, ayağının altındaki sandalyeyi çekiyor ve Şeyh’in ince, uzun bedeni, gecenin içinde dönmeye başlıyordu.”

Şeyh Said Efendi’yi, ölümünün seksenbeşinci yıldönümünde rahmetle anıyorum. Sözü, ölümünden önceki sözü ile kendisine bırakıyorum :
“Define ile yılan, gülle diken, sevinçle gam bir aradadır.”

0 yorum :