25 Aralık 2010 Cumartesi

Orta Asya'da yeni bir Türk devleti mi kuruluyor?

Orta Asya'da yeni bir Türk devleti mi kuruluyor?



ABD yıllar önce demokrasi götürdüğü coğrafyada  Afgani, Türk ve Tacik bölgelerinden oluşacak bir federasyon kurmayı planlıyor
30 yıldır kan ve gözyaşı. Her şeye rağmen Afganlar gözlerinde kırgın bir umut taşıyor. Güncel durumdan tarihine giderek bir özet halinde Afganistan siyasi rehberi…
Taliban’ın seçim kampanyalarında boykot ettiği son seçimler, 140.000 işgalci askerin ve 300.000 kişilik Afgan askerinin gözetiminde ve roketli saldırılar altında gerçekleştirildi. 2009’da satılık oy pusulası, oy veren parmağın kesilmesi gibi demokrasiyle bağdaşmayan seçim havası kadar sert olmasa da 2010’daki seçim öncesi atmosferde hissedilen güvensizlik seçimlere damgasını vurdu. ‘Seçim Şikâyet Komisyonu’nun üyesi Ahmed Ziya Rafet, seçimden bu yana 1838 yazılı şikâyet aldıklarını, seçim kampanyası sırasında ise bu rakamın 1600 olduğunu belirtti.’(1)
Afgan halkı için bu seçimlerin anlamı nedir? Doğrusunu söylemek gerekirse, Afgan halkının seçimlerden yüksek bir beklenti içine girecek hali kalmamış görünüyor.
 ‘Dünyanın en fakir beşinci ülkesi olan Afganistan'da nüfusun yüzde 42'si ayda 14 doların altında yaşam sürmeye çalışıyor. Bir Afganlının ortalama ömrü inanılır gibi değil ama sadece 43 yıl.’(2)
 2004 seçimlerinde yüzde 75 katılım, 2010 yılında yüzde 40’lara kadar düşmüştür. Taliban ve koalisyon güçleri ülkeyi geren iki uç gerilim noktası olmuştur. Bu gerilim arasında kalan halksa bitkindir. Pastadan pay kapma sahası haline gelmiş Ortadoğu’da alışık olunan ‘filler tepişir çimenler ezilir’ gerçeği Afganistan’ın da kaderi haline gelmiş gibi duruyor.
Hem siyasal hem sosyal alanda insan hakları, demokrasi gibi kavramlardan söz etmek mümkün değildir. Ateş altında demokrasi arayışından önce bütünlük ve barış gerekiyor. Kocaların karılarına tecavüzü yasallaştıran, kadınların izinsiz dışarı çıkmanın yasak oluşuna dair kararların imzalandığı bir ülkede de demokrasiye geçiş yapıldığını ya da amacın bu olduğunu düşünmek şüphesiz naif bir bakış açıcısıdır.
Amerika’nın, Afganistan stratejileri hakkında resmi açıklamalarının perde arkasında Afganistan’dan çıkmanın yollarını arayan Obama ve 40.000 ek asker isteyen ordu yetkilileri arasındaki görüş ayrılıkları olduğu hakkındaki iddialar Washington Post’un yazarı Bob Woodward’ın ‘Obama’nın Savaşları’ adlı kitabında yer almasıyla birlikte tartışmalar alevlenmişti. Kitaba göre, Obama ‘bu savaşı 10 yıl sürdürmeyeceğim. Afganistan’ın uzun süreli inşası için trilyonlar harcayamam’ demiş, ‘terörü sindirebilecekleri’ni de eklemiştir. Nükleer saldırı halinde ise bu fikrini değiştirebileceğini açıklamıştır.
Taliban’la diyalog yollarını deneyen Amerika, uluslar arası konferanslarla Afganistan’ın geleceğine dair çabalarını sürdürüyor. Dışişleri Bakanı Clinton ‘Geçiş, sonsuza dek ertelenemez’ derken Afganistan ulus olamamanın acısını çekiyor. Yine masa başı haritalar çizilirken cetvelin altında kalan umutlar, çocuklar ve halklar oluyor.
DİPNOTLAR: Nüfusunun büyük bölümü Peştunlar ola Afganistan’ın lideri Karzai bir Türk, yakın çalışma arkadaşları Selçuklu hanedanı kökenliler.
Afganistan hakkında en yaygın yanlışlarda biri Afganistan’ın yüzde 85’i Taliban’ı destekliyor bilgisidir. Batının oryantalist bakışını ve işgali meşrulaştırmanın bir yoludur. Taliban yerleşemiyor ve gücü büyük oranda kırıldı. Halk Taliban’la Amerika arasında can çekişiyor.
Siyasi partiler yasal değil yani adaylar bağımsız yarışıyorlar.
Son not olarak Amerika’nın gizli ajandasına göre nihai hedefinin Afganistan’ı aralarında savaşan kabilelerden oluşa kuzey orta ve güney olarak üçe bölmek olduğu kulislerde dolaşıyor.

Afganistan Bu Noktaya Nasıl Geldi?
İki savaş arası (1919-1945) arası dönemde Sovyetler Birliği ve Afganistan birbirini tanıyan ülkeler olmuş, Türk- Afgan heyetleri ittifakı da Moskova’da 1 Mart 1921’de imzalanmıştır. Bir tarafa yapılacak saldırı diğerine de yapılmış sayılacaktı. Ayrıca bu anlaşmaya göre Türkiye, Afganistan’a öğretmen ve subaylar yollayacaktı. 1 Mart 1921’de imzalanan Türk-Afgan Anlaşmasına ek olarak, “Türkiye ve Afganistan arasında dostluk ve teşrik-i mesai muahedenamesi” adıyla yeni bir anlaşma imzalandı 1928’de imzalandı. 8 Temmuz 1937’de ise Almanya ve İtalya’nın yayılmacı politikasına yönelik olarak Irak, İran, Türkiye ve Afganistan arasında Sadabat Paktı imzalandı. Bu pakt, Sovyetlerden gelebilecek komünizm tehlikesine karşı da koruma sağlamıştır.
2. Dünya savaşı sonrası yıllarda ise NATO ittifakındaki Türkiye dış politikasında politikalarında bazı değişikliklere gitmiştir. Afganistan ve Pakistan arasındaki sorunların çözülememesi üzerine Afganistan, Rusya’nın da etkisi altında Pakistan’ın hasmı olan Hindistan’la yakın ilişkiler kurdu. Daha sonrada Amerika’dan talep ettiği modern silahları alamaması ve Pakistan hava kuvvetlerinin saldırısına maruz kalması, Afganistan’ı ister istemez Sovyetlere yaklaştırdı. Ayrıca 1953’ten sonraki Amerikan yönetiminin Afganistan’ı dışlayarak İran ve Pakistan’a yaptığı büyük askeri yardımlar da, bu yakınlaşmayı çabuklaştıran diğer bir faktördür. (3) Komünizmi bir tehdit olarak görmeyen Afgan yönetimi Sovyetlerle yaptığı anlaşmalar sonucu Sovyetlere Afgan öğrenciler yollamaya başladı. Afganistan’ın dönem başbakanı Davut Han, bu yakınlaşmayı komünizm tehdidi olarak algılamamasını nüfusun İslam’a bağlılığı, ezilen işçi sınıfının olmadığına bağlıyordu.
1960-61 yılları arasında Afganistan-Pakistan diplomatik ilişkilerin kesilmesine neden olan Sovyetlerin etkisine karşılık Amerika, Afganistan’a destek vermiştir. Fakat Marksistler tarafından 1973’te gerçekleştirilen darbeden sonra solcu subaylar orduda daha çok görev almaya başladılar. Emniyete de hızlıca sızan yapılanmaya karşılık Davut Han, Amerika ile yakınlaşmaya başladı. Davut Han2ın değişen tutumunu Sovyetler kaygıyla izliyorlardı. Davut Han solcu kanat tarafından yapılan darbede (27 Nisan 1978) öldürüldü. Ardından Amerikan yanlıların infazları dizisi yaşandı. 24 Aralık 1979’da Sovyet işgali kesinleşti. Afgan kabileler arasındaki farklılıklar birleşmelerini ve tek vücut direnişi zorlaştırsa da komünizme karşı güçlü bir direniş gösterildi. Sovyet katliamları sonrası kamplara sığınan mülteciler Amerikan desteği aldılar.
BM İnsan Hakları Komisyonu’nun 20 Kasım 1985 tarihinde yayınladığı rapora göre, Ocak-Eylül 1985 arasında Sovyet ordusu, 32.755 kişiyi öldürmüştür. Sovyetler’in masum halka saldırılarını öğrenen mücahitler, karşı saldırılarını sıklaştırmış ve önemli kayıplar verdirmişlerdir. 1979-1984 yılları arasında Sovyet ordusu 8 bini ölü olmak üzere 25 bin kayıp vermiştir. Aynı dönemde Sovyet maddi kaybı da 12 milyar doları bulmuştur. (4) Kanlı Sovyet İşgalini Gorbaçev durdurdu. Bu sırada Gorbaçev’in uygulamaya koyduğu Perestroyka ve Glasnost ile sorunları vardı. 10 yıl süren işgal sonrası Sovyetler Afganistan’dan çekildi. 1979 sonrası ise ılımlılar, radikaller, Müslüman Birliği gibi gruplar söz konusuydu. Sonrası dönemde mücahit gruplar arasında iktidar mücadelesi başladı. Taliban’ın serpildiği bir döneme girildi.
11 Eylül 2001 olayları sonrasında George Bush’un izlediği ‘terörle mücadele’ politikası doğrultusunda 7 Ekim’de Afganistan Savaşı başlamıştır. 2002’den sonra koalisyon güçleri de bölgeye gelmişlerdir. El Kaide’nin gücünü kırmaya yönelik operasyonlarda büyük ölçüde bir başarıya ulaşılamadı.
Özetle tarihsel başlıklara bakıldığında Afganistan’ın gerek stratejik yapısı gerek birden fazla etnik grubun barındırması ve bir arada yaşama toleranslarının düşüklüğü, okuryazar oranının düşüklüğü, kabile yapılanmaları ve daha pek çok faktör sonucu huzura kavuşamamış ve Afganistanlı olma bilincini hiç yaşayamamış bir ülke resmi çiziliyor. Demokrasiye geçiş için Taliban ile diyalogun güçlendirilmesi gerekiyor. Fakat masa başı planlara ve masa başı çizilen haritalara alışkın olan Afganistan için bir bölünme planı çoktan yapılmıştır. ABD Stratejik araştırmalar kurumlarında konuşulan plana göre ‘Afgani Türk ve Tacik bölgelerinden oluşacak bir federasyon yapılanmasıdır. Bu planların gerçekçiliği ve dikiş tutup tutmayacağını ise ilerleyen zamanlarda göreceğiz.

23 Aralık 2010 Perşembe

İki dilden bir evlilik çıkar elbet

İki dilden bir evlilik çıkar elbet

Kürtçe, Türkçe'nin rakibi değil. Herkes artık onun var olduğunu kabul ediyorsa, nedeni Kürtçe'nin gerçekten var oluşudur.

1950’lerin sonlarında Dicle’nin son derece yoksul köylerinden kalkıp, sırtta yatak-yorgan bindikleri kara trenle İzmir’e gelen anne-babam ve iki ağabeyim için hayatın en büyük zorluklarından biri, karşılarına çıkan yeni dil, Türkçe olmuştu. Köyde hayat anadilinde kolay, ama ekonomik geçimde zor idi. Şimdi neredeyse herkesin Türkçe konuştuğu bir büyük kentte Türkçe’ye hâkim olmaları gerekiyordu. İlkokula yazdırılan ağabeylerim için özel bir yıllık Türkçe öğrenme sınıfı açılmıştı. Babam askerliğini İstanbul’da yaptığından dolayı-“Ali Okulu”-Türkçe’yi az-çok biliyordu. Annem hem okuryazar değildi hem de Türkçe’yle daha önce neredeyse hiç tanışmamıştı. Fakat tüm bu dil handikabına, cahilliğe ve göçün yarattığı çeşitli travmalara rağmen sanki bütün aile, Türkçe öğrenmek için olağanüstü bir çaba içine girmişti. Zaman içinde iki dilin iç içe, birlikte, birbirini desteklemek için bir arada kullanıldığını çok iyi hatırlıyorum. Ben ve İzmir’de doğan diğer kardeşlerim de evdeki konuşulan Zazaca’yı benimsemiş, iyi-kötü konuşur hale gelmiştik. Ailem, ne geldikleri bölgenin etnik dilinden, kimliğinden vazgeçmişlerdi ne de Türkçe’yi bir uzak diyar dili olarak hissetmişlerdi. Gayri ihtiyari, çoğu Kürt ya da Zaza gibi göçle geldikleri metropollerde birden iki dilli olmuşlardı; pratik gerekler, deneyim ve talepler onları iki dilde de konuşan olmaya zorlamıştı.

Anadilinden utanmak
Fakat ilkokula başlar başlamaz kendi anadilimden utanmaya, o dili duymak bile istemediğim anlar yaşamaya, kendi kimliğimi saklamak için olmadık yalanlar uydurmaya başladığımda benim için asimilasyon süreci başlamıştı: Çok geçmeden anadilimi konuşmama, konuşanlara tepki duyma, kendini Türkçe’de daha iyi ifade etmeye yönelmiştim. Aslında bu deneyim evrenseldir; çok sayıda dilbilimci, dil antropoloğu, sosyolog ve pedagog, göçmen, azınlık, marjinal, farklı etnik köken gibi etiket ya da kimliklere sahip olanların bu deneyimleri çok çeşitli biçimlerde (travma, inkâr, aşırı entegrasyon vs.) yaşadıklarını tespit etmiştir. Fakat iki dilin birlikte öğrenildiği durumlarda sorunların daha az yaşandığı kadar akademik ve toplumsal başarının da arttığı bilinmektedir.

İki dilli hayat kendince akar gider
Bölgede dönem başında Kürt aileler çocuklarını anadilinde eğitim talebi nedeniyle bir hafta okula göndermemişlerdi. Bu sivil protesto çok tartışılmış, devlet gerekirse çocuğun yüksek yararı üzerinden kalkarak ailelere müdahale edeceğini ilan etmişti. Bu kez BDP, bir insan hakkı kullanımı çerçevesinde bölgede iki dilli bir gündelik hayat başlatacaklarını duyurdu. Aslında sadece bölgede değil, neredeyse tüm Türkiye’de iki dilli bir hayatın inceden inceye, kendi mecrasında, farkına varılmasa da kurulduğunu görmek mümkün ki bu, toplumsal hayatın bir yasasıdır da. Okullarda, tabelalarda, konuşanların ağızlarında, insan isimlerinde, basılı ve görsel kültür ürünlerinde (gazete, dergi, kitap, film, tiyatro, TV), Mecliste, mahkemelerde, mitinglerde vs bu iki dilli deneyimin kendince bir mecra bulduğunu söylemek mümkün. Zaten anadillerinin konuşulmasının önünde durmak da mümkün değil.

Dili korumak, demokrasinin gereği
Nitekim Ziya Gökalp gibi Kürt kökenli milliyetçi sosyologlar da yazmıştır; dil ya da anadili, kültürün en önemli aynası, çoğu zaman kültürün görünürleşmesini ve bir sonraki nesle taşınmasını sağlayan zengin bir iletişim aracıdır.
Başta UNESCO olmak üzere dille ilgilenen birçok uluslar arası kuruluş ve örgüt, bugün tüm dünya dillerini (Türkçe’yi de) korunması gereken bir hazine olarak görmekte; daha çok da konuşanı azalmış, devletlerin ulusal eğitim sistemleri içinde yer verilmeyen, kültürel olarak çeşitli ‘anadil’lerin tehdidi altında olan yerel, etnik, kabile vs dilleri üzerine daha bir titremektedir. Son beş yüzyıl içinde on bine yakın dil tarih sahnesinden yok olmuştur. Günümüzde konuşulan 5-6 bin civarındaki dil de, birkaçı hariç geleceği, tehdit altındadır. Artık ülkelerin demokratik ölçekteki yerleri biraz da bu dillere karşı tutumuna göre ölçülmekte; dil kırımını (lingüistik jenosid-Antonia Darder) bir politika olarak uygulayan ülkeler teşhir edilmektedir.

İki partner olarak Türkçe ve Kürtçe
Kürtçe, Türkçe’nin muhalifi ya da rakibi değildir. İlki, ikincisinin aleyhine gelişmemektedir. Bugün artık herkes Kürtçe’nin var olduğunu kabul ediyorsa, bunun en önemli nedeni, “Kürtçe’nin gerçekten de var olmasıdır”. Kürtler anadillerinin var olduklarını kanıtlamak için çok çektiler. Şimdi ikinci aşamada onu korumak istiyorlar. Korumanın ardından da geliştirmek. Bu, onların en doğal hakkı-bu doğal hakkın siyasal mücadeleye, siyasete konu olması, utanılması gereken bir durumdur. Kürtçe’nin içine düşürüldüğü durumu en çok Türkçe dilli olanlar anlamalıdır. Bu iki dil yüzyıllardır iç içe, yan yana ve çoğu zaman birbirinden kelime alışverişi yaparak yaşamıştır. İki rakip değil, iki ortaktırlar.
Devlet, Kürtçe’nin yaşaması için önlem almalıdır. Bunun en ideal yolu, Kürtçe’yi siyasal mücadelenin bir aracı olarak görmek yerine, Anadolu’nun bir kültür hazinesi olarak ele almaktır. Bu da Kürtçe’nin eğitim kurumu içinde en azından öğretilmesiyle gerçekleşebilir. Bir topluluğun, halkın ya da milletin toplumsal bütünleşmesini istiyorsanız, onun kültürünü korumak zorundasınız. Dil, uzaklaştırmaz, aksine yakınlaştırır. Yakınlaşma, dillerin boşanmasını değil, birlikteliğini sağlar. Dillerin birbiriyle anlaşması sadece ve sadece insanlara bağlıdır. Kürt, gönüllü ya da baskıyla, Türkçe öğrendi; sıra Türklerde. Zira evlilikte hayat müşterektir.

(KEMAL İNAL : Doç. Dr. Gazi Üniv. İletişim Fak.)

22 Aralık 2010 Çarşamba

Özerklik bildirisi ve parti kapatma

Cumhuriyet Başsavcımız, ‘parti kapatma’ hastalığına tutulmuş görünüyor. Bir parti toplumun ezberleri dışında bir şeyler söylemeye görsün, hemen bir basın bildirisi yayımlıyor: “... partisi hakkında Siyasi Partiler Yasası’nın ... maddeleri gereğince inceleme başlatılmıştır.”

Nafile uğraş
Bundan önce kapatılanların görüşleri şimdi siyasal hayatımızdan çekilmişler gibi! Sözleri yasaklamanın da parti kapatmanın da yönetimde geçerli bir usul olmadığını artık anlama zamanımız geldi. İlk anlaması gerekenler maalesef direnmekten vazgeçemiyor.
İfade özgürlüğüne karşı direnmenin son örneğini, Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) dil konusunda söyledikleriyle Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) ‘Demokratik Özerklik’ bildirisi üzerine yaşadık.

Özerklik bildirisi
BDP’nin de üstlendiği Demokratik Özerklik Bildirisi, gerçekte, DTK’nın geçen hafta sonundaki çalıştayda görüşülüp kabul edilen bir kararla yayımlanmıştır. Bildiri, bütün siyasal partilerimizin kongre veya merkez karar organlarında sık sık yayımlamaları gereken tutum belgesidir.
‘Türkiye’nin Demokratikleşmesi ve Kürt Sorununda Çözüme Dair Siyasi Tutum Belgesi’ başlıklı kararı, gerçekte ‘Anayasa Tartışmaları İçin’ başlığıyla da yayımlanabilirdi. Gerçekten, bildiri bütünüyle yeni anayasamızın ilk tartışılması gereken temel ilkeleri için düşünceleri ve önerileri kapsamaktadır.
Bildirinin önce siyasal yanına değinip sonra anayasa yanına geçmek istiyorum.

Siyasal yanları
Bundan önce kurulan Kürt partilerinin ve BDP’nin, “Ne istiyorsunuz” sorusuna şimdiye kadar verdikleri cevapların hiçbiri, bu sonuncusunun özelliklerini taşımıyordu. Son bildiri, herkes tarafından aynı anlamda anlaşılabilir açıklıkta, hiçbir maddesi ‘olmayacak şeyler’ diye itilemeyecek olgunlukta, kabul edilip edilmeyeceği tartışılabilir, hangi unsurunun nasıl değiştirilmesi gerektiği, teknik olarak konuşulması gereken siyasal bir belgedir.

Kürt açılımı
Bu belgenin, öncelikle hükümetin Kürt açılımının bir eseri olduğunu söylemeliyim. Eğer Kürt açılımı yapılmasaydı ve sabırla yürütülmeseydi, siyasal hayatımız bir Kürt partisinin yayımladığı böyle bir belgeye sahip olmayacaktı.

PKK ve Öcalan
İkinci husus bu belgenin, PKK’nın kurumsal bilgisi ve kabulü dışında yayımlandığını kabul edemeyiz. Belgenin ilkelerinden, PKK’nın dağda veya değişik ülkelerde oturan ‘yetkililerinin’ haberi olduğunu, onlarca da tartışıldıktan sonra DTK’ye geldiği açıktır.
Bu görüşle, Özerklik Bildirisi’nin, Kürt politikalarıyla birlikte düşünülmesi gereken PKK’nın, bundan sonraki eylem ve girişimlerini bu belgeye bağlı olarak belirleyeceğini düşünüyorum. PKK’nın ve hatta Türkiye’deki milliyetçi Kürtlerin yapacakları veya yapmayacakları bu belgeden çıkarılabilecektir.
Özerklik Bildirisi’nin Öcalan’dan habersiz kaleme alındığı düşünülemez. İlerideki günlerde Öcalan’ın, huyu ve anlayışı bakımından, bildiriyi yok sayarak konuşması mümkünse de bu belgeye öncekilerden daha uzun süre saygı göstereceği beklenmelidir.

Anayasal yanı
Özerklik Bildirisi’nin anayasal tarafı, siyasal tarafı kadar, hatta ondan daha da önemlidir. Bazı hatırlatmalar yapmak istiyorum:
Kurtuluş Savaşı sırasında çıkarılan ilk anayasa, 1 Şubat 1921 tarihinde yayımlanan ‘Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’dur. Bu Kanun’un ‘İdare’ başlıklı 10’uncu maddesi, “Türkiye, coğrafi durum ve ekonomik ilişkiler bakımından vilayetlere, vilayetler kazalara bölünmüş olup kazalar da nahiyelerden oluşur” denilmektedir.
Bundan sonra gelen maddelerde; şimdi ‘il’ dediğimiz ‘vilayetlerin’ ve ‘nahiyelerin’ ‘mahalli umurda (yerel işlerde), kişiliğe ve özerkliğe sahip’ olduğu belirtilmiş; seçilmiş meclisleri ve meclislerin oluşturduğu yürütme kurulu oluşacağı düzenlenmiştir.

Merkezin işleri
“Dış siyaset, yargı (şer’i adli), iç siyaset, askeri işler, uluslararası ekonomik işler, Büyük Millet Meclisi’nce, birden çok ili kapsayan hususlar” merkezin yapacağı işler olarak sayılmıştır. Bu ‘hususların dışındaki’ işlerin “Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak kanunlar gereğince ‘vilayet şûralarının’ (il meclislerinin)” yetkisi içinde olduğu belirtilmiştir. Aynı maddede bu işler şöyle sıralanmaktadır: Vakıflar, medreseler, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardım.

Yasa tasarısı, görüşülmesi
Kurtuluş Savaşı boyunca bir yanda harp sürerken, hükümet “İdare-i Kur’a ve Nevahii Kanunu Layihası”nı (Nahiyeler ve Köyler İdaresi Kanun Tasarısı) hazırlamıştır. Bu tasarıyı ‘Dahiliye Encümeni’ (İçişleri Komisyonu) değiştirerek kabul ederek bir rapor hazırlamış ve bu rapor 1923 yılı ortalarına kadar Meclis Genel Kurulu’nda görüşülmüştür. (1)
Bilindiği gibi 1923 değişikliklerinde Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndan bu maddeler çıkarılmış ve bu günlere gelinmiştir.

Yerel yönetimde reform
Bir grup arkadaşımızla, son öneriye benzer ve daha ileri sayılabilecek yanları olan bir proje hazırlayıp ‘Demokratik Cumhuriyet Programı’ adıyla yayımlamıştık. (2)
Bugünkü iktidar 2003 yılında, yerel yönetimlere özerklik getiren Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı hazırlanmış, Meclis’ten geçmiş, ancak cumhurbaşkanınca anayasaya aykırılığı nedeniyle Meclis’e iade edilmiştir. Gerçekten de bu kanun, anayasanın 126 ve 127’nci maddelerine aykırıydı. Kanunun Meclis’te düzeltilerek tekrar çıkarılması yerine, İl Özel İdaresi ve Belediyeler Kanunları, anayasaya açık aykırılık olmayacak biçimde yeniden düzenlenmiş ve kanunlaşmıştır.
Ağustos ayında, ‘Ortak Akıl’ soru konferanslarında, “Kürt sorunu açısından merkezi-yerel hak ve ödevleri belirleyen birkaç çerçeve çizgisi neler olabilir” sorusuna cevap aranmış ve cevaplar bir raporda birleştirilmiştir. BDP’nin önerileri daha siyasal içerikli ve sloganlarla süslenmiş olmakla birlikte, Radikal’de de yayımlanan ortak akıl cevaplarından daha ileri değildir.
BDP kamuoyuna Özerklik Bildirisi ile özünde yerel yönetimlere ‘muhtariyet’ kazandıracak bir öneri getirmiştir. Bu öneri, sadece Kürtlerle ilgili değildir, bütün Türkiye’yi kapsamaktadır ve 1921 Anayasası’ndan daha ‘yerel’ değildir.

Girişimi saptırmayalım
Ülke yönetiminde sıkıntıların, karmaşanın, vakit kaybının, verimsizliğin nedeni yönetim sistemimizdir. Bu yönetim sistemini 80 yıldır Kürt meselesindeki yargılarımız nedeniyle geçemiyoruz. Şimdi yeni bir anayasa yapacağız, bu öneriyi uygarca tartışalım; eksiklerini, fazlalığını, doğrularını, yanlışlarını yazalım ama lütfen, önerinin Siyasi Partiler Kanunu’nun yasaklama maddeleriyle ilgisini aramayalım; bu arayış memleketimizin hayrına değildir. Daha ilerisine geçip girişimi, ‘terör örgütünün Türkiye’yi bölme projesi’ olarak tanımlamak aymazlıktır, bütün millete karşı günahtır.
1) Rıdvan Akın, 192l’ler Anadolusu’nda Yerel Demokrasi Girişimi: İdare-i Kur’a ve Nevahii Kanunu Layihası, Toplumsal Tarih sayı: 32, Ağustos 1996.
2) Demokratik Cumhuriyet Programı, İmge Yayımları, No: 122, Nisan 1995, Zirve Ofset, Ankara

Diyarbakır'ın enerjisi

Türkiye’yi bölmek istiyorlar” diyen sesler yükseliyor. Seçim yaklaştıkça milliyetçi histerinin de tırmanacağı görülüyor. Demokratik Toplum Kongresi’nde ‘Demokratik Özerklik’ konusunda hazırlanan taslak, onlara bir hamle fırsatı sağlamış gibi davranıyorlar.
Bu hengamenin hedefindeki kent Diyarbakır’da neredeyse her gün birkaç sivil toplum örgütü değişik konularda seminerler, sempozyumlar, toplantılar düzenliyor. Ama Diyarbakır’daki ‘kültürel enerji’yi sadece bu tür etkinlikler üzerinden açıklayamayız.
Parklar, kültür merkezleri, tiyatro salonları, büyük bulvarlar, alışveriş merkezleri, modern apartmanlar, bahçeli villalar kentin dört bir yanına yayılıyor. Tabii, ‘asıl büyü’, ‘Suriçi Diyarbakır’da. Mardinkapı, Urfakapı, Dağkapı, eski cezaevi, Keçi Burcu, Zından, Keldani kilisesi, restorasyonuna başlanan Ermeni kilisesi, Cahit Sıtkı Tarancı Evi, Ahmed Arif adına açılacak yeni kültür merkezi gibi insanı bir anda kendine çeken güzel ve etkileyici yapılar Diyarbakır’a gelenleri farklı bir atmosfere sürüklüyor. Şehrin her sokağında farklı bir ruhla karşılaşıyorsunuz.

AK Partili kadınlar
Önceki gün Diyarbakır’da AK Partili kadınlarla buluştum. Seçimlere hazırlanıyorlar. Geçen seçimlerde buradan 6 milletvekili çıkarmışlardı ve hepsi erkekti. Şimdi önlerine iki kadın milletvekili seçme hedefi koymuşlar. “Mardin’de AK Partili kadın milletvekili olması, kadınların dertlerini anlatmaları, isteklerini ulaştırmaları açısından çok faydalı oluyor. Onları kıskanıyoruz. Diyarbakır’dan da kadın milletvekili istiyoruz” diyorlar.
AK Partili kadınlara siyasetin onlar için taşıdığı anlamı sorduğumda şu çarpıcı cevabı aldım: “Bu şehirde her aileden en az bir çocuğumuz dağda yaşamını yitirdi. Birçoğu hapislerde. Artık bu acı dinsin diye biz kadın olarak, ana olarak bir şeyler yapabiliriz diye buralardayız. Burada siyaset yapmak o kadar da kolay değil.”
AK Parti’de çalışan genç kadınlardan birisinin babasını işkencede öldürmüşler. Annesi BDP’liymiş, kendisi iktidar partisini tercih etmiş. Annesiyle yaptığı tartışmalar hakkında anlattıklarını da ilgiyle dinledim.
Kentin dokusunda yoksulluk, çaresizlik, öfke ve barış umudu iç içe. Bir diğer yandan da tüketim, eğlence, modern yaşam, popüler kültür yönündeki enerji artıyor. Gündelik yaşam sadece kimlik vurgusuna bağımlı şekilde geçiyor olmasa da, Kürt kimliği konusundaki temel duyarlılıkta bir değişim yok. BDP’liyle de konuşsanız, AK Partiliyle de konuşsanız, CHP’liyle de konuşsanız Kürt kimliğini öne çıkaran bir siyasi tavır gözlemleyebiliyorsunuz.
Kadınların kendine güvenli halleri ve yarattıkları renklilik, Diyarbakır’ın ilk göze çarpan ve en analize değer nitelik taşıyan yönlerinden birini oluşturuyor. Aile içi şiddete karşı nasıl yoğun bir dayanışmanın oluştuğunu gözlemlemek, kadınların bu alandaki başarılarından ötürü duydukları mutluluğu yüzlerinden okumak mümkün.

KCK davası bir fiyasko
‘Demokratik Özerklik’ tartışmalarını yalnızca bir metin tartışması olarak görmeye ve göstermeye çalışmak ve bunun üzerinden Kürtleri tanıtmak çok tehlikeli. KCK davası kentin ve yörenin temel politik sorunu olma özelliğini sürdürüyor. Onlarca parti yöneticisi, belediye başkanı, kadın aktivist bu dava yüzünden hapiste. Dava yürümüyor. Çünkü Kürtçeye kilitlenmiş durumda.
Hükümet ve devlet; “PKK, yasal Kürt hareketini KCK örgütlenmesi yoluyla kontrol altında tutuyor; bu baskıyı kaldırmak amacıyla yapılacak bir operasyon, PKK’nın egemenliğini kırar” tezi üzerinden bu davaya ikna edildi.
PKK, etkisini yitirmek bir yana daha meşru ve etkili bir güç haline dönüştüğü izlenimini veriyor. PKK ile yasal Kürt hareketi arasındaki mesafe açılmamış, tam tersine bir yakınlaşma gerçekleşmiş. Bunun sonucunda yasal hareketin hareket alanı daralırken PKK’nınki genişlemiş.
Dava dil noktasında tıkanmış durumda. Bir yol haritası yok. Ne olursa olsun, son ‘demokratik özerklik’ tartışmaları da gösteriyor ki Türkiye, Kürt meselesinin derinliğiyle daha fazla yüzleşme noktasına gelmiş bulunuyor.

Hala Tellere Takılı Uçurtmamız; Çünkü Biz Türkiyeliyiz Anne

Hala Tellere Takılı Uçurtmamız; Çünkü Biz Türkiyeliyiz Anne



Hala Tellere Takılı Uçurtmamız; çünkü biz Türkiyeliyiz anne. Artık hiçbirimiz bilmiyoruz zulmü hangi "bilinmeyen dil" ile anlatacağımızı, böylesi sağırken bir koca ülke.
Ahmet Kaya...

Şarkılar söylüyordu, güzel genç insanlarla birlikte. Yaşlılar da eşlik ediyordu o şarkılara. Bir gün o şarkıları "bilinmeyen dil"de söylemek istedi. Bugünün Türkiyesi'nde herkesin yapabildiği şeyi O, o zaman yapabilmeyi diledi sadece. O esnada sahneye Serdar Ortaç geldi.

Demokrasinin 10. yaş süzmeliğinden çıkamamışların kıymetsiz alkışları için, 10. Yıl Marşı'nı söyledi sahte sanatçılarla birlikte. İşte masal tam da orada, o zaman bitti. O günden sonra genç insanlar Serdar Ortaç şarkıları söylemeye başladı. Koca bir ülke, başı- sonu belirsiz savaşlarla, zulümlerle, kendisine "sanat" diye satılan ucuz pop kültürüyle yaşamaya devam etti.
***

Ümit Kıvanç'ın harika belgeselini izlediğim gün, belki de yaşım gereği çokça sorguladığım ülkeme dönüp baktım dikkatlice. Masal bittikten çokça yıllar sonra...

Eski kahramanlık hikayeleri ısıtılıp ısıtılıp önümüze sürülüyordu, "yerseniz" diyerek. Yiyorduk evet.

Bir avuç insan "barış" derken inatla; bir spor müsabakasında iki taraftar gurubu birbirini dövüyordu.

Klasik bir Türk filmi senaryosu, farklı isimlerde bir kaç TV dizisi olarak çıkıyordu karşımıza. Beyinlerimiz iyice uyuşsun diye.

Kravatlı adamlar istikrardan, gelişmişlikten, büyük ekonomi olmaktan bahsediyordu. Binlerce yoksul bir ekmek daha alabilmenin derdindeyken kış ayazında.

Kanundan, anayasadan, referandumdan gem vuruyorlardı utanmadan, "çocuk" katiller sırıtırken polislerle bayraklar altında.

Yalan savaşların sözde kahramanları, o gün kaç sivili katlettiklerini anlatıyordu mikrofonlara. O mikrofonların sahibi kanallar, dünyaya çok iyi bir şey omuş gibi veriyordu katliam haberlerini.

Birileri hala büyük erkek kardeşlerin hükümranlığındaki büyük birliklerin bizi en kısa zamanda kucaklayacağından söz ediyordu. Hem de, en çok insani birliklere ihtiyacımız olduğunu hatırlamamız gereken zamanda; "herkese eşit eğitim hakkı" isteyen gençler coplanırken sokakta. Ve doğmamış bebekler o coplarla ölürken "umudu bakire" annelerinin karnında.

Kimisi ucuz pop şarkılarını müzik, et pazarı koreografileri dans diye satıyordu ve acı olanı çok satıyordu. Edebiyat "Ye, Dua Et, Sev" idi pek çokları için, mizah sazlı, sözlü, dansözlü yandaşlık.

***

10 yıl önce ben 12 yaşımdaydım. Hatırladığım, bildiğim kadarıyla "Onsuz 10 Yıl" da olan olmuş bize anne. Hala Tellere Takılı Uçurtmamız; çünkü biz Türkiyeliyiz anne. Orta Doğu'nun aslında en orta yerinde, acının göbeğinde. Artık hiçbirimiz bilmiyoruz zulmü hangi "bilinmeyen dil" ile anlatacağımızı, böylesi sağırken bir koca ülke.

Ama bu koca ülkede doğan herkes borçlu doğar bana göre. Günü geldiğinde ülkenin ezilmiş, susturulmuş “öteki”lerine karşı borcunu ödemelidir. Öde öde bitmeyecek bir borç olsa da bu. Bir söz, bir eylem; hiç değilse sımsıkı bir yumruk ile. Her ne ile olursa olsun, vicdanı rahat nefes alabilmek için ödemelidir. Bu yüzden, bu yazıyla, güzel insanları anabiliyor olmanın verdiği umuda, yumurta atan ellerin yumruk gibi sapasağlam yüreğine selam olsun.


Ece Citelbeg

21 Aralık 2010 Salı

Bir lisan bir insan, iki lisan?

Bir lisan bir insan, iki lisan?

İzzeddin Çalışlar


Kürtçe’nin ikinci resmi dil olması üzerine tartışmalar sürüyor. Genelikle siyasette pek referans alınmayan Avrupa’dan örnekler ise genel kültür gösterisine dönüşmekte. Dil nedir diye düşünmeye başlamanın zamanıdır. İşin içinden çıkmak zor. Acaba yine Chomsky’yi mi çağırsak?
Engin Ardıç abimiz geçen haftasonu köşesinde Avrupa’daki çok dilli ülkeleri saydı ve neredeyse eksiksiz bir döküm yaptı. Avrupa’daki ikinci dilleri sayarken Türkçe’yi de unutmamak lazım. Yunanistan ve Bulgaristan’ın AB’ye alıştıkça Türkçe’ye de alıştığı sokakta yürürken hissediliyor. Konuyu Avrupa’yla sınırlı tutmayıp diğer kıtalara da göz atabiliriz.

İlk akla gelen tabii ki ABD’nin Latin kökenli nüfusun yoğun olduğu bölgelerde yaptığı İspanyolca uygulaması. İspanyolca özellikle güney eyaletlerde o kadar hayatın içinde ki, kimsenin aklına resmi dil tartışması yapmak falan gelmiyor. Kaldı ki ABD’nin resmi dili de yok. Yani bu konu anayasal bir düzenleme haline getirilmemiş. Hayret! Nasıl oluyor da ABD resmi dili olmadan birlik ve beraberlik içinde bunca yıldır var olmayı başarmış? Demek ki resmi dil olmadan da ülke olunabiliyor. Buna karşın bizdeki tartışmaya bakarsak bir dilin varlığını kanıtlayabilmesi için resmi sıfatını haiz olması gerektiğini sanabiliriz. Oysa, nasıl ki bu millet anayasasından dinini çıkarıp attı, pekala dilini de atabilir... Bir dilin varlık sorunu olabilir mi? Ortalıkta Urduca konuşan iki kişi bile varsa, Urduca da var demektir.
Gelelim Güney Amerika’ya... Arjantin’de İtalyanca, Brezilya’da Almanca sorun çıkartmıyor. Peki nerede sorun var diye bakarsak da ilk akla gelen ülke Çin. Şu cümleyi bir okuyun, bakalım tanıdık gelecek mi?
“Çin Halk Cumhuriyeti birçok etnik gruptan oluşmaktadır. Tibetliler de bunlardan sadece biridir. Tibetçe, aslen Sanskritçe’nin bozulmuş bir halidir ve başlı başına bir lisan sayılmaz. Çin Halk Cumhuriyeti’nde Tibetliler dini inançlarını özgürce yerine getirebilir.”
Lhasa’daki otelin turistlere birgi veren resmi panosunda böyle yazıyor. Çin’in Tibet politikasını bilen ve tasvip eden var mı bilmiyorum; ama benim gözlemlediğim kadarıyla, Tibetliler sürekli polisiye ve askeri gözlem altında tutulan, manastırdaki rahip sayısı son yirmi yılda binde bir oranında azaltılmış, hoyrat Çin modernizminin altına silinen bir toplum. Cengiz Aktar’ın ifadesiyle “cinnet” halindeki Çin modernizminin kültürel süpürücülüğünün en iyi izlenebileceği yer Tibet olsa gerek; 7. yüzyılda kent kurmuş bir kültürün dilini bile yoksayarak...
Atalarımız “Bir lisan bir insan” derken sadece kolejlerde okutulan Fransızca, İngilizce ve Almanca’yı kastetmiş olabilir mi? Kürtçe tartışmasının en irrasyonel taraftarları, yıllarca böyle bir dil olmadığını savunanlardı. Şimdi ise resmi dil olur/olmaz tartışması çift taraflı irrasyonel zemin oluşturuyor. Her dil konuşulmalı, okunmalı, yazılmalı, öğrenilebilmeli, yaşatılmalı, zenginleşmeli. Dil kültürün parçasıdır, bireye ifade yetisi, topluma fayda sağlar. Resmiyet ise ifadeyi de, bireyi de, kültürü de cendereye alır. Resmiyetin Türkçe’ye yaptıklarını gördükçe, bir Kürt’ün dilinin neden resmi sayılmasını talep ettiğini anlamak için daha çok düşünmem gerekecek...

20 Aralık 2010 Pazartesi

Xwedê çawa razî be?

Bu kent insanlığın yüz akı yerlerinden birisi, belki de en önemlisidir.
Yerleşim yeri olarak 7 bin yıllık bir tarihi olan bu kenti, gelmeyen bilmez, görmeyen anlamaz.
Bu kadar acıya beşiklik etmiş, ılgıt ılgıt kanamış da soylu, dik duruşundan bir zerre eksiltmemiş Diyarbekir.
Artık bütün kentleri işgal eden dijital reklam panolarından burada da var ama hepsinde insan hakları sloganları dönüp durmakta...
Kent, bütün yerel örgütlenmeleriyle ‘İnsan Hakları Haftası’ etkinliklerine ev sahipliği yapıyor.

Allah adın zikredelim evvela ama...
Başlığı Günlük gazetesinin manşetinden aldım. Türkçeye “Allah nasıl razı olsun?” diye tercüme edilebilir. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Meclis kürsüsünden Kürtçe olarak “Allah razı olsun” demesine ve ardından gelişen olaylara bir cevap olarak bölgenin ruhunu ve durumunu çok iyi anlatıyor.
İsmet İnönü’yle ilgili olarak anlatılan bir olay vardır. İnönü’nün kurmayları, muhafazakâr bir bölgeye mitinge giderken İnönü’ye bir öneride bulunuyorlar. “Paşam”, diyorlar, “bölge oldukça dindardır. Sizin için de ‘Hiç Allah’ın adını ağzına almıyor’ deniliyor, biraz bu konulara girseniz iyi olur.” Rivayet, paşa konuşmasını her zamanki üslup ve içerikle yapıp bitiriyor. Kurmayları, “Paşam niçin hiç Allah’tan bahsetmediniz?” diyerek serzenişte bulununca İnönü cevaplıyor: “Ayrılırken Allahaısmarladık dedim ya!”
Sayın Bülent Arınç’ın jestiyle rahmetli İnönü’nün yaklaşımı arasında pek fark yok. Demokratik Özerklik Çalıştayı için gelen onlarca konuktan birisiyim. Toplumun her kesim ve düşüncesinden insanların dengeli bir temsiliyeti ile oluşturulmuş olan delegasyon, ‘özerklik’ bahsinde akla gelebilecek her şeyi konuşmak için burada.

Notlar
Bu toplantılara elden geldiğince ve zaman elverdiğince katkı sunan birisi olarak önemli bir değişimi gözlemledim. Bu tarz toplantılarda tartışmanın dozu giderek sertleşir, bilim ve hal dilinden uzaklaşılırdı. Şimdi herkes, daha fazla analiz içeren ve barışı hedefleyen bir dil ve içerik oluşturma konusunda hayli mesafe kat etmiş durumda.

Mekândaki anlam
Çalıştay için seçilen mekân bir hayli anlamlı. Eski Sümerbank özelleştirmesi veya talanından kurtarılmış olan halı fabrikasının bulunduğu alan sanat, kültür ve sosyal faaliyetlere tahsis edilmiş durumda. Gençlik, çocuk, kadın merkezleriyle insan hakları örgütlerine ayrılan alanlar örnek düzeyde. Ev sahibi sıfatıyla çalıştayın açış konuşmasını yapan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, mekân düzenlemesinde sınıf farklarını sıfırlayan bir yaklaşımı baz aldıklarını anlatırken hayli coşkuluydu.
Çalıştay salonunun, nikâh salonuna bitişik olması da katılımcıların esprilerine neden oldu.
Ahmet Türk, yıllardan ve acılardan süzdüğü bilgelikle yaptığı konuşmada, gönüllü birlikteliğe yaptığı vurgularla tüm konukların alkışını aldı.
Çay sigara molasında TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in kusursuz Kürtçesi epeyi konuşuldu. Ahmet Türk, bir Botanlının ancak bu güzellikte Kürtçe konuşabileceğini söyledi.
Yerel yöneticiler, ‘Demokratik Özerklik’ meselesinin Kastamonu’daki yoksul köylüye ya da Adana’daki tarım işçisine neler getireceğine dair sıkı bir araştırma ve çalışma içindeler. ‘Özerklik’ meselesinin, tüm ülkeyi kapsayacak bir model haline getirmeden toplumsal bir talebe dönüşemeyeceğinin farkındalar.
İki dil meselesine gelince, Ermeni ve Süryani temsilcilerin de çağrılı olduğu çalıştay sadece kuru laf ve tehdit üretenlere inat çok dilli, çok gönüllü bir yapılanmaya dair tüm enerjisiyle seferber olmuş durumda.
Bunun kadrini ve aciliyetini bilmeyenler için sorulacak tek soru kalıyor: “Xwedê çıma razî be?” yani Allah niye razı olsun ki...

Kürtler, Öcalan ve gecikmiş yetki devri

PKK lideri Abdullah Öcalan’ın avukatları geçen hafta ziyaretime geldiler.
Özellikle ‘Hakikat Komisyonu’ ve ‘Demokratik Özerklik’ konusunda Öcalan’ın görüşlerini aktardılar. Birçok yazar gibi benim de bu mesele hakkındaki görüşlerimi, önerilerimi ve eleştirilerimi öğrenmek istediler.
Özet olarak izlenimlerimi kamuya da duyurmayı bir sorumluluk sayıyorum. Bu görüşlerimin bir kısmını ‘Özerklik Çalıştayı’nda da aktardım.

Barışın dili
Herkes barışın dilini konuşmaktan söz edip duruyor. “Bal bal demekle ağız tatlanmaz!” Bunun günlük yaşam ve toplumsal alandaki karşılığı somut projelerdir. Abdullah Öcalan’ın ana hatlarını oluşturduğu ‘Demokratik Özerklik’ projesi kamunun gündemine böyle bir anlayışla sunuluyor.
Siyasi, hukuki, öz savunma, kültürel, sosyal, ekonomik, ekolojik ve diplomasi olmak üzere sekiz ana boyutuyla mesele, geniş kesimlerin tartışmasına açılıyor.
Bu yönüyle yeni sivil ve demokratik bir Türkiye anayasası çalışmalarında Kürtlerin özerk statüsünü de belirlemek için önemli bir metin.
Devletin en büyük gönülsüzlüğü bireysel hak ve kolektif hak arasındaki derin ve belirleyici önemi yok saymak bahsinde ortaya çıkyor.

Ne devlet kurma var ne de devlet yıkma
Devlet dediğimiz güç mevzilenmesi ve tabi olduğu uluslararası neo liberal sistem, Kürt meselesini çözerken emperyal bir genişleme operasyonu yapmak istiyor.
Yani Türkiye kamuoyundaki yaygın endişenin aksine bölünmeyi değil genişlemeyi arzuluyor. Bunun Ortadoğu’daki tüm halkların başına yeni belalar açacağı ve hiçbir halkın yoksullarına fayda getirmeyeceği aşikâr.
Yine kamunun başarılı bir dezenformasyonla tam tersine inandırıldığı Kürtlerin talepleri ise tam aksi yönde.
Öcalan ve Kürt siyasal hareketi, neredeyse tüm ezberleri bozacak bir şekilde devletsiz bir yeni sistemin arayışı içinde.
Türk devleti savaşa ve yok saymaya dayanan eski politikalarını artık sürdüremez hale gelirken Kürt halkı da eski statü altında yaşamak istememektedir.
Kürt hareketi 30 yıllık bir süreçte ortaya çıkardığı enerji ve güçle yukarıda saydığım sekiz olguda yetki devri talep etmektedir.
Tüm kadroları ve refleksleriyle bu ‘yeni süreç’in dilini oluşturmaya çalışıyorlar.
Temel aldıkları yöntemi çok kesin bir dille ‘diyalog’ olarak belirlerken ‘Demokratik Özerklik’ projesinin ‘Bir devlet yıkma ya da devlet kurma içermediği’nin altını özellikle çiziyorlar.
Henüz taslak aşamasında olan metin “Bu model, faşist karakterde olmayan her siyasi güç tarafından ilkeli uzlaşmalar temelinde kabul edilecek bir ulusal sorun çözme modelidir” diye başlıyor.
Diğer parçalarda yaşayan Kürtlerle ilişkisini “... içinde yaşadıkları devletlerin sınırlarına dokunmadan birbirini güçlendirme ve tamamlama biçiminde ilişkiler kuracaktır...” diyerek tanımlıyor.
AK Parti hükümetinin Kürt meselesindeki yalpalamalarına akıl erdiremeyenler, AK Parti’nin çözümü uluslararası neo-liberal sistemin arzularına göre dizayn etme arzusunu göremeyenlerdir. Bir başka yazımda hükümetten ‘çözümün önündeki engel’ olarak bahsetmemin gerekçesi ve arka planı budur. Elbette ki sebebi iktisadidir.
Bağımsız bir sosyalist aydın nazarıyla baktığımda taslak metnin açılmaya ve tartışılmaya muhtaç yanları olduğunu şerh ederek şunu söyleyebilirim ki bu önerme Kastamonu’daki yoksul köylüye, Kocaeli’ndeki emekçiye de dönük bir kapsama alanı genişlemesi içerdiğinde, ülkemiz yakın dönem siyasi tarihindeki en demokrat içeriğe sahip proje olarak tarihteki dönüştürücü yerini alacaktır.
Bu çağrı bir ‘sessizlik suikastı’yla görmezlikten gelinirse kimsenin altından kalkamayacağı yeni acılarla karşı karşıya kalınacaktır.
Bu süreçte ‘Hakikat Komisyonu’nun yeri ve önemini bir başka yazıda anlatacağım.
Not: TV24’teki programdan kendi isteğimle ayrıldım. Çalıştığım herkese ve izleyicilere içten teşekkürlerimi bildiririm.

19 Aralık 2010 Pazar

Kılıçdaroğlu'ndan Türkiye'ye 41 söz

Kılıçdaroğlu'ndan Türkiye'ye 41 söz


Kılıçdaroğlu'ndan Türkiye'ye 41 söz
18/12/2010 14:58
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kurultayda hem partililere hem vatandaşlara söz verdi. Partililere çağdaş tüzük sözü veren Kılıçdaroğlu, kurultayda yaptığı konuşmada iktidara gelmeleri halinde yapacaklarını 41 başlıkta sıraladı

Kılıçdaroğlu'nun vaatleri şöyle:

  • 1- Hak ve özgürlükleri genişleten ve güvence altına alan bir Anayasa hayata geçirilecektir.
  • 2- Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kaldırılacaktır
  • 3-DGM'lerin yerine getirilen özel yetkili mahkemeler kaldırılacaktır
  • 4- Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kumu, Atatürk'ün vasiyetine uygun olarak eski konumuna getirilecektir
  • 5- Medya özgür ve bağımsız olacaktır
  • 6- Özel yaşamın gizliliği sağlanacak, telefon dinleyenlerden, korku imparatorluğu yaratanlardan hesap sorulacaktır
  • 7- Faili meçhul cinayetler aydınlatılarak, devletin içindeki çeteler ortaya çıkarılacaktır
  • 8- YÖK kaldırılacaktır
  • 9- Üniversiteler bilimsel, yönetsel ve mali özerkliğe kavuşturulacaktır
  • 10- Üniversite yönetimlerinde gençlere söz hakkı verilecek ve karar sürecine katılmaları sağlanacaktır
  • 11- Üniversite öğrencilerinin yurt sorunu en geç iki yıl içinde tümüyle çözülecektir
  • 12- Harçlar kaldırılacaktır
  • 13-Aile sigortası getirilerek sosyal devlet güçlendirilecek, yoksulluk tarihe gömülecektir
  • 14- İşsizlik sigortası fonu, amacına yönelik olarak kullanılacaktır
  • 15- Kamuda taşeron işçilik kaldırılarak, taşeron işçiler ILO normlarına göre kadrolu çalıştırılacaktır
  • 16- Kamuda 4/B ve 4/C uygulamalarına son verilecektir
  • 17- Emeklilere milli gelir artışından pay verilecektir
  • 18- Emeklilerin beklediği intibak yasası çıkarılarak, emekliler arasındaki eşitsizlik giderilecektir.
  • 19- tarım ve çiftçi desteklenecek, mazotta ÖTV kaldırılarak, mazot fiyatı yarıya indirilecektir.
  • 20- Kadın ve gençlerimizin siyasette temsili artırılacaktır.
  • 21- Temsilde adalet ilkesini yok eden yüzde 10 seçim barajı kaldırılacaktır.
  • 22- Seçim yasaları değiştirilerek, liderlerin değil, milletin kendi milletvekilini seçebilmesi sağlanacaktır.
  • 23- Siyasi Partiler Yasası demokratikleştirilecek, lider sultasına son verilecektir.
  • 24- Milletvekili dokunulmazlıkları, kürsü dokunulmazlığı ile sınırlandırılacaktır.
  • 25- Siyasi Ahlak Yasası çıkarılacaktır.
  • 26- Seçimle gelen milletvekilleri ve yöneticilerin mal bildirimleri internet ortamında kamuoyunun bilgisine sunulacaktır.
  • 27- Siyasetin finansmanı şeffaf hale getirilecektir.
  • 28- Parlamentoda, başkanlığını muhalefetin yapacağı, Kesin Hesap Komisyonu kurulacaktır.
  • 29- Kamu İhale Yasası AB standartlarında yeniden düzenlenecektir.
  • 30- GAP Projesi bir an önce tamamlanacak, GAP'a ayrılmış kaynaklar amaçları dışında kullanılmayacaktır.
  • 31- Güney Doğu'daki mayınlı araziler mayınlardan arındırılarak, topraksız köylülere verilecektir.
  • 32- Doğu ve Güneydoğu'da seçilmiş yatırımlara, sıfır faizli ve uzun vadeli kredi verilecektir.
  • 33- Doğu ve Güneydoğu'da işsizlik ve aş sorunu doğrudan yapılacak devlet yatırımları ile çözümlenecektir.
  • 34- Yenilenebilir enerji kaynaklarına öncelik verilerek, Türkiye enerjide dışa bağımlı bir ülke konumdan çıkarılacaktır.
  • 35- Çevre talanına 'dur' denilecektir.
  • 36- Rant yasaları değil, kent yasaları çıkarılacaktır.
  • 37- 2/B arazilerinin mülkiyet sorunu çözülecek, kullandıkları araziler orman köylüsüne bedelsiz verilecektir.
  • 38- Üreticinin baş tacı olduğu bir ekonomik düzen kurulacaktır.
  • 39- Ekonomi sıcak paraya değil, 'çalışana, üretene alın terine' teslim edilecektir.
  • 40- Bilim ve teknolojiye dayalı, yüksek katma değerli bir ekonomik kalkınma hedeflenecektir.
  • 41- Türkiye 2023 yılında bölgesinde lider, dünyada oyun kurucu konuma taşınacaktır.