8 Ocak 2011 Cumartesi

Parti üzerine bir deneme / Hasan FIRAT

Parti üzerine bir deneme / Hasan FIRAT
Hasan FIRAT

Sosyalist Mezopotamya

Marks ve Engels’in sonuna kadar partimiz demekten imtina etmedikleri Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi, açık bir sosyalizm propagandasının ve doğrudan demokrasinin parti içinde yaşanabilirliğini kanıtladı.



1
İşçi sınıfı, işçi sınıfının modern mücadele tarihi iki yüzyılı geride bıraktı. 1700’lerin çartist ve çıkrık kıran, hırsını fabrika makinelerini kırmaktan alan kendiliğinden işçilerin üretim eksenli ve sınıfsal duruşlarının ilk izlenimleri bile iki yüzyıldan fazla bir zamana tekabül ediyor.
Parti, yani işçilerin mücadele üst örgütü parti fikriyatı ve partileşme mücadelesi, sınıfın “kendiliğinden”likten “kendisi için sınıf” dinamiğine kavuşmasıyla paralellik izler.
Ne ki yukarıdaki iki paragrafın sarihliğine kapılıp yanılgılı sonuçlar çıkarmayalım. Parti, partileşme, sınıf ve parti ilişkisi çoğu zaman sorunlu olarak devam etti. Objektif koşulların paradigmasının bu seyirde izleniyor olması, doğal seyri içinde görülmesi gereken bir olgudur.
Ancak, problematiği kendi doğal mecrasında görmüş olmak, cevabı aranması gereken onlarca sorunun varlığını ortadan kaldırmıyor.
İşçi sınıfının, komünistlerin 200 yılı aşkın tarihinde parti oldu. Sınıfın üst mücadele örgütü parti, sancılı, sorunlu, iniş çıkışlarla süregeldi. Çünkü sınıf ve sınıf mücadelesi düz bir hat izlemez. Kendi dışına karşı, yani kapitalist sistemin sömürüsünden dolayı burjuvaziye karşı mücadelesi oranında değilse de ondan aşağı kalmayan “içkin, içe doğru” mücadelesi hep vardı. Sınıf karşıtlığı, karışık, girift, inişli-çıkışlı, birbirinden ayrışan, birbirinden ideolojik ve kültürel olarak beslenen on binlerce obje ile bir arada olmak durumunda.
Dolayısıyla meselenin bu temel tarifte izahı parti ve partileşme konusunda dünün referanslarını yeniden değerlendirmemizi zorunlu kılarken, gelecek ütopyamızda önümüzde tecrübelerle dolu on binlerce ders olduğunu bilmemiz kazançtır.
On binlerce tecrübe dersini nasıl kullanacağımız sorunu da salt bizim “saltık” irademizle belirlenen bir keyfiyet değil. Sübjektif niyet ve tasavvurlardan farklı olarak dağarcığımızın, entelektüel birikimimizin beslendiği temel, yani geldiğimiz sosyal yaşam alanları, bilgilerimizin beslendiği ana damar belirleyici bir rol oynar.
Bu ön girişten sonra parti, partileşme, parti sorunsalı, dünden bugüne ve gelecekte nasıl bir parti modeli konusunda belirlemeler yapabiliriz.
Genel olarak sol, daraltılmış çerçevede komünist hareketler yapısal sorunlarla baş başa. Üstelik sorunların tarihi, ne kimilerinin kolayca icat ettikleri Sovyetler Birliği’nin -sovyetik sosyalizm olmayan, geniş manada federatif devlet olarak- dağıldığı 1990’da başlayan süreçtir, ne de Çin-Sovyetler Birliği (SB) çekişmesinden yola çıkılarak uydurulan ‘sosyal emperyalist’, ‘Maocu faşist’ yakıştırmaları eşliğinde Stalin sonrası dönemle başlayan bir süreçtir. Kökleri daha derinde ve hakikaten yapısal yığınca problemle iç içedir.
Her iki dönemin rollerini inkar edemeyiz. Ancak, tarih bilgisini iki kısa cendereye sıkıştırmak, sorunun kaynağını bulmayı bulanıklaştırır. Sorunu kolaycılıkla bir gecede sosyalizmin devrilmesine indirgeme, 1990’da SB’nin dağılmasına bağlama fikri, idealist ve Marksizm’den bihaber, ‘ulu başkan’ın ölmesiyle kapitalist restorasyonun ansızın bütün sosyalist ve sovyetik kurumları ele geçirmesi darlığında bir tespittir. Karl Marks’ın 1. Enternasyonal idealini de, Lenin’in başını çektiği ve ilk işçi devrimine önderlik eden RSDİP (Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi) deneyimini de hiç anlamamak, anlamamakta ısrar ve inat etmek demektir.
Bu bağlamda meseleye alışılagelmiş sol ezber dışında bakmaya çalışacağız. Neden parti sorusuna gelince; geçmiş sol/sosyalizm tarihinde yaşananları, partiye bakış açısını irdelemek, sorgulamak, önümüzdeki tarih kesitinde mücadelenin uzun erimli olacağını bilmenin gücüyle, nasıl bir parti muradımızın olduğuna dair ipuçlarını bulmak olmalı.
Newroz Gazetesi’nin bir sayısında Rıdvan Sesli yoldaşın önemli bir belirlemesi oldu. Rıdvan, Diyarbakır tuğla işçilerinin eylemlerini anlattığı yazısında şunları belirtiyordu: “Diyarbakır’daki işçi grevlerinin hepsinin güme gitmesinin tek nedeni TC’nin burjuva karakterinde falan kaynaklanmıyor. … Esas neden, ulusal meselede söz sahibi çevreler kimi zaman devreye giriyor ve işçilere ‘boş verin’ telkin ve nasihatlerinde bulunuyor. … Çünkü Diyarbakır’daki birçok işletme sahibinin aynı zamanda ‘yurtsever’ ünvanı var. Kürdistanlı işçilerin hakkını savunan bir komünist parti olsaydı, gidişat böyle olmayabilirdi. ... Hem öncüsü hem sömürücüsü olma gibi ikili bir kimlik iflas bayrağını çekerdi.”
Yukarıdaki tespit birçok yerde, farklı coğrafyalarda karşımıza çıkabilir. Bayrakların karıştığı, ayrılıklarla ortaklıkların birbirine girdiği uzunca bir tarihi yaşanmışlıktan geliyoruz. Yine ilk elden tespitlerden biri de; gerek sosyalizm mücadelesinin, gerekse geçmişte yaşanmış sosyalizm deneylerinin bugün partiye neler yüklediğimizle, parti anlayışına neler izafe ettiğimizle yakından alakası var.
NEDEN PARTİ?
Sınıf mücadelesi parti olmadan yürütülemez mi? Yürütülemez. Marks ve Engels’in tarifiyle, sınıflı toplumlarda, kapitalist sistemde “bireyler ancak bir başka sınıfa karşı ortak bir mücadele içinde yer aldıkları ölçüde bir sınıf oluştururlar.”
Kapitalizmde toplum, üretim güçlerine zor yoluyla sahip olanlar yani burjuvazi ile emeklerine yine zor yoluyla el konulanlar yani işçi sınıfı olarak bölünüyor. Pek tabii ki bu iki ana sınıf dışında diğer toplumsal tabakaların varlığı da bir gerçek. İçinde bulundukları üretim ilişkilerine bağlı olarak başat iki sınıf olan işçi sınıfı ile burjuvazi, genel çerçeve içinde şekillenirler. Bizi meselenin bu bağlamında ilgilendiren, özel mülkiyetli toplumlarda irademizden bağımsız olarak sürekli farklı çıkar çatışmalarının olduğu gerçekliğidir. Ve kapitalist sistem, sürekli çıkar çatışmasına eşlik eder. Sınıfların mücadele alanlarında işçi sınıfına yol gösteren, çıkarlarını korumada kılavuzluk eden araç ise partidir. Ancak, belirleme yukarıdaki satır açıklığında olsa da, sınıf temsiliyeti oldukça girift ve karışıktır. Çünkü işçi sınıfı, kendisinden önceki üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı kültür ve değer yargıları ile içinde bulunduğu üretim sürecinin sentezinden hareket eder. Ve bu nedenden dolayı parti tartışmasında sorgulayıcı, ihtiyatlı, kılı kırk yararak yol almak durumundayız.
Köylülük ve küçük ölçekli üretim işçi sınıfından önce var olmalarına rağmen, işçi sınıfı partisinde ısrarın hayatın diyalektiğinde kendini bulduran nedenleri var. Aynı mağduriyetle, hatta neredeyse işçilerden daha fazla yoksullukla karşı karşıya olmalarına rağmen ‘köylülerin partisi’ değil de ‘işçilerin partisi’ dayatmasının altında yatan gerekçeyi, kapitalist üretim döngüsü ve fabrika üretiminin dayattığı disiplin ile geniş ölçekli bir arada olma gibi ön nedenlerde aramak gerekiyor.
Yukarıda yazılan tespitlerden yola çıkılarak “sınıf partisi çözüldü” denilemeyeceği aşikar. Buradan kalkarak “haydi bir proletarya partisi oluşturalım” demek, basit ve düz bir mantık olur.
Kapitalist üretim bizatihi burjuvazinin rekabetini zorunlu kılarken, bu durum nihayetinde kapitalizmi yolundan alıkoymayıp, hatta üretim döngüsünde bir adım ileri sıçratırken, işçi sınıfını ise birbirleri ile rekabet içinde böler. İlk yıllarında, yani çıkrık kıran, kinini makine parçasından alan “kendiliğinden” olandan “kendisi için” olana geçmek, kendisiyle mücadelesini tüketme ilişkisinden, bir sonraki aşamada buluşur. Yine de akılda tutulması gereken ilk değerli bilgi: “Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçları üzerinde denetime sahiptir.” İşçiler ilk aşamayı geçmiş olsalar dahi, yani mücadelede birbirleriyle rekabet aşamasını geçmiş olsalar da, kültürleri, fikirleri, hareket tarzları, düşünme jimnastikleri önemli oranda burjuvaziden, burjuvazinin yarattığı değerler bileşkesinin toplamında etkilenmiştir. Hatta burjuvazinin diğer geri üretim ilişkilerinin zihinsel denetimine hep açıktırlar.
Sınıf partisi, sınıfsal duruşun arka saikleri diyalektiğin olmazsa olmaz olarak yaşanan kuralından dolayıdır.
Sınıf mücadelesi, onun en üst örgüt aşaması olarak parti organizasyonu, yazıya döküldüğü kolaylıkta hiç değil. Kapitalizmin ilk aşamasından finans kapital aşamasına varıncaya kadar işçi sınıfının, sınıfın partisinin kah düşük yoğunluklu, kah yükselen mücadele seyri devam etmiştir.
Komünistlerin parti, özellikle RSDİP ve SBKP deneyimleri üzerinde bakış açıları, Rusya ve Sovyetler Birliği deneyine dair bilgi ve kavrayışları ciddi oranda eksik, hatalı, çoğu durumda tarih bilgisinden eksikli olarak süre gelmiştir. Şabloncu, köşeli ön yargılar, sorunun bam teline girmeye engel olmuştur. Ya parti ve deneyimlerini Kaf Dağı’nın da ötesine taşırmışız ya da bütün kötülüklerin ana kaynağı olarak belirlemişiz. Sanki diyalektiğin bin bir örgüsü yokmuş gibi, ak ile kara arasında yıllarca kürek çekilmiş. Her coğrafyanın yerel örgütü tarihi kendinden başlatarak ya da bağlı olduğu köşeye göre pozisyona girerek, dışındakini, yanındakini görmezden gelmiştir. Örneğin, komünist mücadelenin bir ölçütü olan enternasyonalizm, neredeyse lügatten düşürülmüştür.
Soruna yaklaşımda, bakış açısına bağlı olarak önemli oranda kilitlenme var. 20. yüzyılın o devasa gidişinden sonra sosyalizm mücadelesinin el yordamıyla mesafe almaya çalıştığını teslim etmeliyiz.
40’lı yıllardan sonra Avrupa’da, 80’li yıllardan sonra -sol iklimin geç geldiği- Türkiye gibi yerellerde komünizm mücadelesi ciddi oranda terk edilmiş, en iyi durumda bile önü arkası tartışılmadan, sorgulanmadan, yerel iradeler belirlenen kıblelere şartsız teslim edilmiş desek haksızlık yapmayız. Dolayısıyla problematiği, tarihselliği içinde kurgulanan mantığı ve pratikte ortaya çıkan tezatları, şaşkınlıkları, anaforları irdelemeye çalışacağız.
Meseleye bu bağlamda yaklaşmamızın zorunlu nedenleri var. İlk komünist ligadan günümüze kadar parti mantalitesi, partiye yaklaşım tarzı, atlatılan badireler sayılmasa bile yüzlerce değişik evreden geçti.
İşin doğası da bu olmasına rağmen zamanında, ihtiyaç ölçüsünde hesaplar yapılmadığından ya da bilgi eksikliklerinden dolayı, esas olan, yaşanmış olan öğrenildiğinde hayal kırıklıkları, demoralize hissiyatlar yaşandı.
Bütün bunların sonucudur ki komünist davanın, kapitalizme karşı mücadelenin özellikle son 60-70 yılı sorunları ağırlaştırmış, deyim yerindeyse komünist ve işçi örgütlerini takatsiz bırakmıştır.
Ne ki, tarihi referanslarımızdan olgun ve sabırlı çıkarımlar yapıldığında, içinde bulunduğumuz siyasal durumun, bir geçiş sürecine, sınıf mücadelesinde yani insanlığın uzun tarih yürüyüşünde kısa bir an’a tekabül ettiğini görmek zor olmasa gerek. Bilmeliyiz ki yaşadığımız sorunlar nihayetinde uzun yürüyüşte kısa bir tarih dilimidir. 19. yüzyılı, 20. yüzyılı kopyalayarak yolumuza devam etmeyeceğiz. Ancak, geçmiş referanslarımızdan alacağımız çok değerli dersler var. Tarihi yürüyüşü bulunduğumuz küçük köşemizden başlatmadığımızda, görülecektir ki bizi ümide sevk edecek milyon neden var.
AYRI KOMÜNİST PARTİSİNİN HAKLI ZEMİNİ
İşçi sınıfını temsil iddiasında olan çok sayıda örgüt/parti olmuştur. Kimsenin bütün bu örgütlere, partilere, “hayır, siz işçilerin örgütü değilsiniz” deme hakkı yok. Lafazanlıkla kör dövüşün anaforuna saplanmadan, komünistler işçi sınıfının ayrı bir devrimci örgütüne giden yolda haklılıklarını, içinde bulundukları meşruiyetlerinden alırlar. Marks, Komünist Manifesto’da soruna gerekli neşteri vurmakta asla tereddüt etmez. Meşruiyet iki ana temelden beslenmiştir: 1- Farklı ülkelerin proleterlerinin ulusal mücadelelerinde ulusun tamamından bağımsız olarak, bütün proletaryanın ortak çıkarlarını öne çıkarır. 2-… İşçi sınıfının verdiği mücadelenin içinden geçtiği gelişim aşamalarında daima ve her yerde bir bütün olarak işçi sınıfı hareketinin çıkarlarını temsil eder.
İlk komünist liga ya da 1. Komünist Enternasyonal, her türden sekter ve komplocu anlayış ile sınıf hareketi arasına mesafe koydu. Maalesef özellikle 1930’lar sonrasında bahsi geçmeyen “seçimle gelen ve daima görevden alınabilecek kurullar” ilişkisiyle bütünüyle demokratik bir işlerliği ilk şart yaptılar.
Geçmiş referanslar içinde boş geçmeyeceğimiz bir deney de Almanya’da başlayan, yükselen, açık ve meşru bir sosyalizm programıyla sosyal demokrat harekettir. Almanya ve Avrupa sosyal demokrat partilerinin tarihlerinin iki yanı kesinlikle es geçilemez.
Birincisi; sınıf partilerinin hareket alanını belirleyen yöntemlerde (Legal mi, ne kadar legal; illegal mi, hangi nedenlerin sonucu olarak illegal?), sorunların çözümlerinde, ilgili birimlerin içinde bulundukları sosyoekonomik koşullar, üretim ilişkilerinin geldiği aşama, işçi sınıfının mücadele kazançları belirleyici rol oynar.
Marks ve Engels’in sonuna kadar partimiz demekten imtina etmedikleri Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi, açık bir sosyalizm propagandasının ve doğrudan demokrasinin parti içinde yaşanabilirliğini kanıtladı. Bir genel işçi partisinin en ileri hangi mevzilere gidebileceğine emsalsiz bir örnektir.
İkincisi; sınıf partisinde potansiyel yabancılaşmanın, yoldan çıkmanın bütün verileri de Avrupa ve Almanya örneklerinde yaşandı. Bürokratik yönelim, giderek işçi sınıfı çıkarlarından uzaklaşıp kendi devletinin çıkarlarına yuvarlanan oportünistleşme ilk ve kalıcı durak oldu. Konumuz itibarıyla uzatmayacağız. RSDİP deneyini irdelediğimizde görülecektir.
Kapitalizmin büyük ölçekli üretim döngüsüne, işçi sınıfının tarih sahnesinde modernizmin bütün unsurlarıyla bira araya gelmiş olmasına rağmen, 20.yy başlarında Avrupa’da ve özellikle Almanya’da yaşananlar bir açmazdı. Devrimin objektif koşulları kat be kat olgunluk evresini bile geçmişken sosyalist devrimin yaşanamaması, ciddi mütalaa edilmeli. RSDİP’in neden devrime öncülük edebilir olduğunun cevabı da, sınıfın kitle örgütü ile komünist örgüt arasındaki nüans farklarda aranmalıdır.
Sorunu bu çerçevede bağlamış olmamız, hadi önümüz açıldı olarak düşünülmesin. Bizim bilgi birikimimizde, entelektüel belleğimizde geçmişe dair, örneğin RSDİP deneyine dair sorunlu bir algılama var. Tarih sahnesinde geç bir zamanda boy verse de Rusya’da kapitalizm koşullarında, Çarlık Otokrasisi altında, pre-kapitalist şartlarda köylü ve orta tabakalar diyeceğimiz küçük burjuva muhalefet hatırı sayılır önemli deneyler bıraktı. Lenin ve mücadele arkadaşları bu deneyimlerin mirasçısı ve talebeleri olduklarını belirterek, elden geldiğince değerlendirdiler. RSDİP, Narodnik, köylü halkçılığı, köylü sosyalizmi sürecinin, kırmadan, dağıtmadan muhasebesini yapma becerisini gösterdiler.
Lenin, politik alanın tek karede, tekçi, mutlakçı bir tarz içinde ele alınmayacağını çok genç yaşında kavrama şansına sahip oldu. Rus muhalifler Almanya deneyimi üzerinde tek reçete şablonuna kapılmadılar. Nispi demokratik şartlarla otokrasi şartlarının aynı olmayacağını, sadece baskı ve diktatörlüğün şiddeti dışında mütalaa edilmesi gerektiğini kavramakta gecikmediler.
İşçi sınıfının politik, ekonomik, kültürel reaksiyonu, içinde bulunduğu üretim mekanizması ve ilişkilerinden beslenir. Avrupa kapitalizminde bile sınıfın “kendiliğinden sınıf”tan “kendisi için sınıf”a geçişi nasıl uzun erimli mücadeleyi gerektiriyorsa, Rusya gibi dönemin geri kapitalist sistemlerinde bu daha da fazlasını gerektirirdi. Geri kapitalist üretimlerde genel olarak toplumun ve pek tabii ki işçi sınıfı eğilimlerinin, zihinsel yargılarının geri olacağını kestirmek zor olmasa gerek.
Zamanın diliyle söylersek; Avrupa’da, Almanya’da çıtası hayli yukarıda kitlesel sınıf partileri varken, Rus devrimcileri balıklama atlama yapmıyor... Narodnik politik yaşam, ders almak isteyene değerli deneylerle dolu…
Öyleyse Rusya yerelliğinde Marksist bir örgüt, komünist parti nasıl örülür?
Almanya partisi üzerinden RSDİP örneğine geçmenin avantajları kadar dezavantajları da var. Mesele şu ki; bizim egemen algılarımızdan farklı olarak Rus deneyi bütünüyle illegal, bütünüyle her türden demokratik, meşru alanın terki olarak okunmamalı.
Lenin “Ne Yapmalı?” adlı eserinde nasıl bir parti sorusuna yeterince, herkesi iknaya yeter nedenler açıklamıştır.
Marks’ın Komünist Birlik için olan “seçim, bütünüyle demokrasi” şartı Lenin için de önde ve gerekli kabul gören bir anlayıştır: “Politik özgürlük koşullarında partimiz seçim ilkesi üzerinde inşa edilecektir.” Ancak, bu şartın yerine getirilmesinin otokrasinin ağırlığı ve baskısı altında kolay olmayacağı da bir diğer gerçek.
Devrimci bir partinin, yalnızca baskıyla alakası içinde inşasının, yani işçi sınıfı örgütünün hangi özgünlüklerle yükseleceği önceden tam kestirilemez. Baskı ve şiddetin dozunda devlet örgütlenmelerinin ayırıcı payı mutlaka vardır. Mücadeleyi, mücadelenin taktiklerini belirleyen öz, karşıt güçler dengesindeki denklemde aranmalı. Devrimci bir örgütün kullanacağı mücadele araçları onlarca, yüzlerce gerekliliğin dayatmasının sonucudur...
Devrime öncülük eden RSDİP ile, daha uygun koşullarda devrime yönelemeyen Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi arasındaki fark, küfür semptomu dışında değerlendirilmeli. Bizim algılarımızın ezberini bozacak tarzda not düşelim. RSDİP, birçok konuda ayrı düşünen, meseleler karşısında farklı çözüm ve formülleri olan, çok sayıda hizbin bir araya gelmesiyle oluşan bir partidir. RSDİP tarihi, bir partinin mücadelenin zikzaklarında bölünerek ve bölünürken nasıl ayakta kalmayı başardığının dersleriyle dolu.
Devrimci komünist anlayışta aslolan, yaşamın her alanında örgütlü mücadeleyi savunmaktır; bu devrimci bir ilke olarak benimsenmeli, gerekleri de yapılmalı. Lenin, proleter devrime giden yolda hem kendisini hem de partisini eğitmekten yılmadı. Her durum ve şartta mutlaka Çarlık Otokrasisi’nin yıkılması, kapitalist devlet mekanizmasının dağılması stratejisi üzerinden partinin ilkelerini, örgütlenmenin olumlu olumsuz çehrelerini deşmekten korkmadı.
Devrimci partinin evirileceği merhaleler kuruluş felsefesinde, yaşadığı deneylerin ışığında görülebilir. Çok tartışıldı, tartışılıyor: Parti öncü mü, dolayısıyla devrime giden yolda araç mı? Kapitalizmin devrilmesinden sonra proletarya diktatörlüğünün nasıl tezahür edeceği, parti ile sosyalizm organlarının ilişkisinin nasıl bir seyir izleyeceği, yine önemli oranda devrimci örgütün inşasında ve komünistlerin kuruluş felsefesine sadık olmalarında yatar.
Leninist parti anlayışının önemli bir gelişme durağı sınıf partisi ile sınıfın kendisi arasındaki ayırım ve sınıfın örgütü ile bizatihi sınıf ilişkisinin hayatla buluşma noktasındaki bağlantıdır.
İşçi sınıfının kurtuluşu, aracısız, herhangi bir kurtuluşçu misyoner olmadan bizzat işçi sınıfının eseridir belirlemesi, bir tez olmanın ötesinde anlam içerir. Denilebilir ki bu tez ile sınıfın öncüsü ya da partiye öncü işçiler örgütü olarak bakmak çelişki değil mi?
Çelişki olduğunu teslim edelim. Ancak, bu bağlantıda çelişki olduğunu bilmek bir avantaj olarak görülmeli. İşçi sınıfı kültürel, politik, günü birlik ve uzun vadede davranışında burjuvazinin ideolojik hegemonyasının çemberi içindedir. Ve bundandır ki sınıf bilinci sınıfın çıkarlarına uyarlanmış olarak kendiliğinden edinilemiyor.
Lenin “Ne Yapmalı?” adlı çalışmasında Alman örneği üzerine K.Kautsky’den soruna cevap olacak bir alıntı yapar: “Ama sosyalizm ve sınıf mücadelesi yan yana gelişirler, birbirini doğurmazlar. Modern sosyalist bilinç ancak derin bilimsel bilgi temelinde gelişebilir.”
Sosyalizm ile işçi sınıfının birbirini geliştirdiği doğru olsa da, işçi sınıfına sosyalizm bilincinin hangi koşullarda, hangi zaman aralığında ulaştığı konusu da mekanik, düz bir mantıkla çözülemeyecek ağırlıktadır. RSDİP, Narodniklerle ve ekonomizmle mücadele içinde gelişti. Lenin ve arkadaşları Rusya deneyinde, işçilerin kendi deney ve çabalarıyla nereye kadar gidebileceklerini, sendikacılık, grev, sınıf dayanışması, direniş gibi mücadele araçlarının işlevini ortaya koydular, ancak bütün bunların sınıf mücadelesinin hayli ileri bir aşamasına tekabül etse de komünist parti doktrini olmayacağını da çok net gözler önüne serdiler.
Öyleyse görev öncü işçilere, sınıf bilinçli işçilere ve tabii yaşamı komünizm davasına adanmış dava insanlarına kalıyor.
Sınıf partisi ile sınıfın kendisi arasında bir ayırım olacak; dolayısıyla sınıfın öncüsü olan parti, sınıfın bütünü ile aynı değildir. Bu ise sınıf partisinin, yani komünist örgütün kendini sınıfla çıkarları bağlamında ayrıştırmadığı, ama diğer toplumsal tabakalarla mesafeli bir ilişki geliştirebileceği manasındadır.
Geçmiş referanslarımızın ilk ve başat olanı RSDİP ve devamcısı olan SBKP’dir. Gerek Ekim Devrimi öncesi, gerekse sonraki tarihsel dönemde yer yer büyük haksızlıkları da içerek tarzda eleştiriler, karalamalar olmadı değil. Önemli oranda eleştiriler doğru bir zeminde ve eleştiri meşruiyeti içinde görülmeli.
İçinde bulunduğumuz koşullar, kapitalizmin -göreceli kaydını koyarak- hakimiyetinin ve hükümranlığının sürdüğü dönemdir. Sosyalizmin neden sürdürülemediğine dair sayfalar dolusu yazmak mümkün. Ancak konumuz açısından parti doktrinine izafe edilecek birçok neden var. Dünya devrimi beklentisinin ve ümidinin tükendiği 1925-30 sonrasındaki gelişmeleri, işçi sınıfı hareketlerinin sürekli zemin kaybının nedenlerini öncesi ve sonrasıyla muhasebe etmek durumundayız.
Örneğin, Sovyetler Birliği’nde icra edildiği tarzıyla fiiliyatta gerçekleşen parti diktatörlüğü mü, yoksa sovyetik organların proletarya diktatörlüğü mü? Bilmeliyiz ki proletarya diktatörlüğü, ne çoğu algıda olduğu gibi soyut bir yansımadır, ne de mekanik zapturapt bir baskı rejimidir.
20. yüzyılı taklit etmeyeceğiz. Geçmiş tarihi referanslarımızla aramıza mesafe koyacak uygulamalar, teori, ideoloji, taktik ve stratejiler olacaktır. Ama sosyalizm ve işçi sınıfı mücadelesinde dünden alacağımız binlerce deney, katkı, değerli entelektüel birikimi de değerlendirmek sosyalizm davasına kazanç yazılacak.
Kapitalizmin geldiği aşama, sınıf mücadelesinin toplam kazançları, önümüze dünden farklı, esas olarak geleceğimize cevap olacak sınıf örgütü, komünist partiyi dayatıyor. Yanlış, yanılsamalı algı ve bilgilerden arınmış bilinç gerekli ve zorunludur. Bunların ışığında nasıl bir örgüte ihtiyacımız olacağını hayatın pratiğinde göreceğiz. Yukarıda Rıdvan Sesli Yoldaş’tan alıntıladığımız “hem sömürücüsü hem kurtarıcısı” programı miadını doldurmuştur.
Özgürlük ve Sosyalizm Partisi, geçmişteki komünist partilerinin, işçi sınıfı örgütlerinin toplamının mirasını tereddütsüz üzerine alır. 1. Komünist Liga’dan beri eskimeyen, geleceğin toplumuna projeksiyon olacak doğrudan demokrasi, emeğin demokrasisi, yolumuzda kılavuz olma doluluğuna sahiptir.
İşçi sınıfı örgütü en önce ve en çok hak eden bir zeminden besleniyor. Verili koşullarda farklı fikirlerin, farklı çözüm önerilerinin bir arada olabileceği sınıf örgütü, dünün cevabı olduğu gibi, geleceğimizin örülmesinde de çözüm olmaya adaydır.
Bayrakların karışmadığı, öz ve esas örgütlemenin sınıf zemininde meşruiyet bulacağı bir tarihi geçiş sürecindeyiz.
Kapitalist üretim modernite ve kravatlı olarak canavarlaşıyorsa, işçi sınıfı örgütlerinin, ezilen/sömürülen diğer tabakaları ve ulusları mücadelenin bir birleşeni kategorisinde kategorize etmeden, zulme ve sömürüye karşı bayrakları karışmayan birer müttefik olarak göreceği kuşkusuzdur.

KADIN SORUNUNUN TANIMI VE POLİTİK ÇERÇEVESİ / S. Çiftyürek

KADIN SORUNUNUN TANIMI VE POLİTİK ÇERÇEVESİ / S. Çiftyürek
S. Çiftyürek

Sosyalist Mezopotamya

“Kadının erkeğe göre lanetlenmesi kadar kutsallaştırılması da yanlıştır. 21.yy devrimci değişimi perspektifinde kadın ve erkeği cins olarak değil, insan olarak algılar” yaklaşımını esas almak gerekiyor.



Giriş

Kadın sorununun teorik-ideolojik çerçevesi (kadının tarihteki yeri, sınıflı toplum ve kadın, din ve kadın, Kürdistan özelinde kadının sosyoekonomik yapıdaki yeri ile siyasette nesne-özne denkleminde kadın vb.) üzerinde Kürt Solu kitap dizisinin Kadın Dosyası’nda uzun bir yazı ile durmuştum. Burada daha çok politik ve örgütsel çerçeve ile sınırlı duracağım.
Meşru, açık bir parti olarak Özgürlük ve Sosyalizm Partisi’nin kuruluşuna dair alınan karar, Kürdistan’da politik ve örgütsel olarak özgün sosyalist kadın çalışmasını birden fazla nedenle daha önemli hale getirdi, getirecektir.
Kadının mücadele ve örgütlenmesinde öncelikle kimi ön kabullerle yola çıkmamız gerektiğine inanıyorum.
En başta; ideolojik, felsefi duruşu, siyasal ve örgütsel yapısıyla, dünya komünist hareketi içerisinde kopuş ve sürekliliği bütünlüklü temsil edecek olan Özgürlük ve Sosyalizm Partisi’nin kadın alanında da güçlü bir karşılığını bulması gerekiyor. 21.yy başında, geçmiş dünya komünist/devrimci hareketinin mirasına sahip çıkan ama birebir hiçbir deneyimi tekrara kalkışmadan kendisi olmayı hedefleyen fikriyatın kadınlar arasında vücut bulmasının yolu, özgün bir politik ve örgütsel kadın hareketinin yaratılmasından geçiyor. Kadın sorunu ve kurtuluşu tartışılırken; dünya, Türkiye ve özellikle Kürdistan’daki deney ve birikimleri sorumlulukla ele alan, irdeleyen, ileriye yönelik çıkarılması gereken dersleri çıkarabilen ama kendisi olmaya özen gösteren politik bir kadın hareketini hedeflemek ön kabullerimizden biri olmalıdır.
Güçlü ya da baskın olan eğilimin kimliğine bürünmek, peşine takılıp kuyruğu haline gelmek ile onun deneylerinden dersler çıkarmak farklı şeylerdir. Bu farklılığın bilinciyle kadın alanında kendi özgün değerlerini büyütebilme hedefinde ısrarlı olmalıyız. Kısacası rüzgâra göre yön belirlemeyen bir kadın hareketinin yaratılmasının üzerinde düşünmemiz gerekiyor.
İkincisi; Marx’ın belirttiği “kadının özgürlük düzeyi toplumun özgürlük düzeyini belirler” tespitini esas alacaksak -ki almamız gerekiyor-, o zaman parti program, tüzük ve bağlayıcı diğer politik belgelerinin sosyalist kadının politik mücadelesi ve örgütsel duruşuyla kitlelerle buluşması, onların kavgalarının prizmalarından geçerek kadın perspektifiyle zenginleşmesi hedeflenmelidir. Demek ki kadının, gerek düşünsel gerekse pratik politik mücadelesiyle parti program, tüzük ve tüm bağlayıcı belgelerine rengini vererek her çizgisinde kendini bulabilmesi hedefimiz olacaktır.
Üçüncüsü; özel mülkiyet, karşıt sınıflar ve giderek devletin sahneye çıkmasıyla paralel olarak tarihte ilk kez düşürülüp baskı altına alınan kadının yeniden nihai özgürleşmesinin yolunun, bu ilk düşürülüş koşullarının ortadan kaldırılmasından geçtiği perspektifiyle mücadeleyi geliştirmek bir başka ön kabulümüz olmalıdır. Kürdistan’da özel mülkiyetin ağır sonuçları üzerinden sosyal eleştirinin ötesinde ideolojik-politik mücadeleyle kapitalist düzeni köklü aşmayı hedefleyen kadın hareketinin yaratılması bir başka ön kabulümüz olmalıdır. Kürdistan’da başat politik hedef olarak ulusal özgürlük mücadelesi geliştirilirken, aynı süreçte bunu nihai kurtuluş olarak sosyalizm perspektifine bağlayan sınıf mücadelesinin, ev kadınları başta olmak üzere işçi, emekçi kadın kitlesi içerisinde geliştirilmesi gerekiyor.
Rejime karşı ulusal özgürlük kavgasıyla iç içe kapitalizme karşı mücadelede kadın duruşunun ana hatları belirlenirken, burjuvazinin sistem içi iyileştirmelerle sınırlı ufkunu köklü aşmayı ve ulusal demokratik hareketin kadın alanında geliştirdiği adımları antikapitalist perspektifle ileriye doğru geliştirmeyi hedeflemeliyiz. Teknolojik gelişmenin artan bir yoğunlukla tarım, sanayi ve hizmet sektörlerine uyarlanmasının kadın-erkek arasındaki fiziki ayrıcalığı gittikçe eriten bir özelliğinin olduğu ama özel mülkiyet düzeni var oldukça bu ayrımın tümüyle ortadan kalkmayacağından hareketle, özel mülkiyet düzenini hedefleyen bir politik mücadelenin geliştirilmesi bir başka ön kabulümüz olmalıdır.
Dördüncüsü; kadının ilk düşürülüşü ve kurtuluşunu hem tarihsel hem de güncel boyutuyla tartışıp irdelemeyi sürekli kılalım, ama kurtuluşun, kadın kurtuluşunun esasen pratik politik mücadelenin ürünü olacağını, yani pratiğin eğiticiliğini bir an olsun unutmayalım! Her konuda olduğu gibi pratik politik mücadelede ve örgütsel alanda da ilk adımları geliştirmek daima zor olmuştur, olacaktır. Her yeni çıkışta ilk adımları atmak daima zordur, zaten önemli olan da ilk zorluklara dayanabilmektir.
Beşincisi; politik ve örgütsel olarak özgün sosyalist kadın çalışmasında sıfırda değiliz, ama epey gerilerden başladığımızı bir başka ön kabul olarak almalıyız. Geçmişte Antep merkezli Özgürlükçü Kadın Vakfı’nın kuruluşu çerçevesinde politik kadın çalışmasında önemli bir hamle yapıldı ama yarı yolda kalıp tıkanarak dağıldı. Neden dağıldı? Ayrıca, Özgürlük ve Sosyalizm Partisi bileşenleri ele alındığında, başka deneyimlerin de olduğu, tüm bunlardan ileriye yönelik derslerin çıkarılması gerektiği başka bir ön kabul olmalıdır.
Altıncısı; genelde olduğu gibi kadına dönük pratik politik mücadele ve örgütlenmede de hiçbir kent, semt, mahalle, okul ve işyerinde bizi bekleyen hazır başlama noktaları ya da planları yoktur, olmayacaktır, ancak ve ancak yürüyüp öğrenerek kendi başlama noktalarımızı ve tarzımızı oluşturabileceğiz.
Sorunun tanımı ve ana çerçevesi
Kadın sorununun oluşumu yeni değil, kökleri tarih öncesine dayanır. Demek ki binlerce yıldan günümüze kadar -bazı değişimlere uğramakla beraber- varlığını koruyarak gelen bir sorunla yüz yüzeyiz. Gerek oluşmasında ve gerekse günümüzde halen varlığını korumasında evrensel ve özgün olarak üç egemenlik biçimi belirleyicidir. Erkek egemenliği, sınıfsal egemenlik ve Kürt halkı gibi ezilen ulus özgüllüğünde ise ulusal baskı kaynaklı egemenlik biçimi! Bu üç egemenlik biçimi, aynı süreçte biri diğerini besleyen, tamamlayan nitelikleriyle de birbiriyle bağlantılıdır. Erkek egemenliği ile sınıfsal egemenliği ya da ezen ulus milliyetçiliği ile eril iktidarı birbirinden ayıramazsınız.
Kadınlarla ilgili temel kaynaklar ele alındığında hemen hepsinde kadının tarihteki ilk düşürülüşü ve bu düşürülüşün maddi temellerinin ele alındığı görülür ki bu temel, evrensel olarak kadın sorununun iki esas nedenini belirler: Sınıfsal sömürü ve erkek egemenliği!
Tarihte kadın sorununun oluşumu ve kaynaklandığı zemin konusunda farklı akımlar arasında da genel bir yakınlık görülür. Örneğin; Marksist, liberal ve feminist akımlarda, kadın tarihte ne zaman ve nasıl düşürüldü sorusuna yanıtlar birebir aynı olmasa da birbirine yakındır. Hemen hepsi kadının ilk düşürülüş tarihçesi konusunda; özel mülkiyet, sınıflar ve devletin ortaya çıkışına bağlamada yakın şeyler söylerler, ama kadının kurtuluşuna gelince farklılaşırlar. Kadının nihai kurtuluşunu, tarihsel olduğu kadar güncel perspektifiyle genelde sınıfların varlığına ve özel mülkiyete, günümüz özelinde de kapitalist özel mülkiyete karşı mücadelede gören sadece Marksist ideoloji ve felsefedir.
Genel olarak 18.yy aydınlamacı modernist zihniyetinde, özelde liberal akımda kadına yaklaşım araçsaldır, burjuvazinin bencil sınıf çıkarlarıyla sarmalanmıştır. “Nihayet felsefe de, kadının erkeğe bağımlı kılınmasını haklı gösterme çabasında teolojiden nöbeti devralır. Bu eşitsizlik aklın gereğidir. Bağımlılık kadınlar için doğal olan bir durumdur” diye yazacaktı Rousseau (Dr. Bernard Caporal, Türk Kadını 1, Sy:21). Demek sadece klasik Yunan felsefesi ve ortaçağ skolastiği değil, 18.yy aydınlanmacıları, aklın özgürleşmesini öne çıkaran Rousseau’lar da erkek egemen kadın-erkek eşitsizliğini “aklın gereği” olarak göreceklerdi.
Kadın sorunu üzerine parti içi ideolojik, teorik bir birikimi sürekli kılabilmek için ne yapacağız? Belli başlı hangi konular ya da sorunlama üzerinden kadının dünü, bugünü ve geleceğini ele alarak bir bilinç birikimini nasıl sağlayacağız?
Kadın sorununun tarihsel ve güncel boyutu olduğuna göre, genel olarak bu iki alan üzerinden başta kadın kadrolarda olmak üzere partide kadın sorununa ilişkin bilincin derinleştirilmesi, yani tarihte kadının yeri, kadının ilk düşürülüşü, özelimizde ise tarihte Kürt/Kürdistan kadının yeri konusunda kavrayışın derinleştirilmesi gerekiyor. Buna ana çerçevenin tarih bilinci ayağı denilebilir.
Kadına dair belirli bir tarih bilincini arkalamak için tarih öncesi paleolitik (eskiçağ) ve neolitik (yeniçağ) evreleri ana hatlarıyla bilince çıkaran ve günümüzle bağını kuran bir kavrayışa ihtiyaç var. Anaerkil toplum evresinden ataerkil evreye geçisin ekonomik, sosyal koşullarının irdelenmesiyle; özel mülkiyet, sınıflar, site devletlerinin ortaya çıkması ile kadının düşürülmesi ve doğaya düşmanca yaklaşımın nasıl da aynı zincirin birbirini tamamlayan halkaları olduğunun görülüp bilince çıkarılması gerekiyor. Kadın sorununun tarihte yer alması; anaerkilden ataerkile geçiş ile özel mülkiyet ve karşıt sınıfların ortaya çıkışının birbiriyle kopmaz ilişkisi bilince çıkarıldığında, o zaman nihai çözüm perspektifi de netleşir. Sınıflar üstü ve özel mülkiyeti hedeflemeyen arayışlara karşı sağlam duruş belirlenmiş olur.
Kadın sorununu tümüyle sınıfsal kurtuluşla özdeşleştirmek yanlıştır, ama nihai çözümün özel mülkiyete ve egemen sınıflara karşı tutum almadan gerçekleşmeyeceği de bilince çıkarılmalıdır. Demek ki tarih bilinci alanında, kadının aşağılanıp tali plana düşürülmesi, özel mülkiyet ve sınıflı topluma geçiş ile devletin ortaya çıkması arasındaki tarihsel ilişki derinlikli olarak ele alınıp irdelenerek bilince çıkarılmalı ve siyaset diline tercüme edilerek üzerinde propaganda geliştirilmelidir. Bu alanda yol alındığı zaman sadece kadın sorunu üzerine bir bilinç yaratılmış olmakla kalınmaz, aynı süreçte genel olarak materyalist tarih kavrayışı da derinleştirilir.
Ana çerçevenin bir de güncel bilinç ayağı var ki, bizi hayatın içerisinde geniş kadın kitlesiyle buluşturacak olan bu güncel boyuttur. Üzerinde sağlanacak düşünsel derinlik ve bununla uyumlu pratik politikalar geniş kadın kitlesiyle buluşmanın ilk zeminidir. Bu alanda birbiriyle ilintili ama ayrı üç boyut ya da alan vardır. Örneğin herhangi bir toplum özel mülkiyeti kaldırdığında kadın üzerindeki erkek egemenliği de otomatikman derhal sona ermeyecek, ama sona ermesinde tayin edici bir adım atılmış olacaktır.
Birincisi; ataerkil (patriarkal) düzene karşı genel kadın hakları alanıdır ki, bu alanda ayrım yapmadan tüm kadınların erkekler gibi insan olup insana özgü haklara sahip olduklarını savunan bir dil geliştirmeliyiz. Çünkü burjuva sınıfa mensup bir kadın da sırf kadın olduğu için erkek dayağı yiyip aşağılanıyorsa buna karşı durmalıyız. Burada sınıfsal ayrıma girmeden, kadını ve erkeğiyle hepimiz insanız, demokrasi, eşitlik, özgürlük hepimizin hakkıdır kurgusunu esas almalıyız. Marks’ın “Hiç kimse kadını köle gibi kullanmak yüzünden erkek kadar alçalmamıştır” vurgusundan hareketle bu alanda öne çıkaracağımız şiar, genel olarak “ezilen cinsiyet için özgürlük ve eşitlik” olmalıdır. Burada hedef kitlemiz ezilen cinsiyet olarak tüm kadınlardır ki bu alan aynı zamanda demokrat, burjuva demokrat kadın hareketi ve temsilcileriyle ittifak zeminimizdir de.
İkincisi; ezilen ve sömürgeleştirilmiş uluslara özgü çelişkinin oluşturduğu özgün bir alandır. Kürdistan özelinde ezilen ulus olmaktan kaynaklanan askeri, siyasi, kültürel baskılardan ve örneğin anadilini kullanamamaktan yani Kürt olmaktan kaynaklanan sorunların beslediği bir alandan söz ediyoruz. Ulusal baskıyı, anadilde eğitimden mahrum kalmanın sorunlarını en yoğun ve esas olarak Kürt işçi-emekçi sınıflar yaşar, ama onlarla sınırlı değildir. Ulusal bilinçle davranan ve kurtuluş mücadelesinde yer alan egemen sınıftan unsurlar da benzer ulusal baskılara maruz kalırlar. Kısacası, ulusal özgürlük alanında da yine sınıfsal ayrıma girmeden, tüm kadınlar için ulusal baskıya karşı ulusal özgürlük talebini dile getirmeliyiz.
Üçüncüsü; özel mülkiyetin hâkim olduğu, karşıt sınıfların konumlandığı, sınıfsal sömürü ve baskıların tüm derinliği ile sürdüğü alana yani bizim varlık gerekçemiz olan esas alana gelince; özelde sömürülen ücretli kadın gücünü ve genelde kentte, kırda, evde, tarlada çalışan emekçi kadını, onun sınıfsal taleplerini esas alan bir ideolojik-teorik derinlik ve pratik politikaya odaklanmış dil ve mücadeleyi kurgulayıp geliştirmeliyiz. Sorun sınıfsal kurtuluş alanına gelince hedef kitlemiz genel olarak tüm kadınlar olmaktan çıkar; sömürülen, ezilen işçi-emekçi kadınlar olarak somutlaşır. Bu alanda öne çıkaracağımız şiar: İşçi-emekçi kadın için özgürlük ve eşitlik!
Toparlarsak; cinsiyet olarak ezilen kadının, erkekle her alanda eşitliğini, sınıfsal olarak sömürülen işçi-emekçi kadının sınıfsal kurtuluşunu ve özelde ulusal baskı altındaki Kürdistan kadınının ulusal özgürlüğünü teorik ve pratik derinlikle savunup geliştirmeliyiz.
Kadının özgürlük mücadelesi, kazanımları ve sosyalizm
Öncelikle; başlangıcından günümüze kadının ekonomik, siyasi, kültürel ve insan olmaktan gelen hakları yönünden gerek küresel çapta gerekse özelimizde neler yapıldı, hangi çetin mücadeleler verildi, neler elde edildi, nereden nereye varıldı? Küresel çapta olduğu kadar özellikle özelimiz Ortadoğu, Osmanlı-Türkiye ve Kürdistan’da kadın mücadelesi ve kadın haklarının dünü, bugünü ve geleceği üzerine kavrayışın derinleştirilmesi gerekiyor ki bu ancak ideolojik ve politik çalışmaların yayınlarımızda düzenli yer almasıyla gerçekleştirilebilir.
İkincisi; Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF) 134 ülke üzerinde yaptığı inceleme sonucu hazırlanan “Küresel Cinsiyet Uçurumu” isimli raporda çarpıcı veriler yer alıyor. Bu rapora göre; Türkiye 134 ülke arasında 129. sırada, yani sondan 6. sırada! Türkiye’den daha kötü olanlar: S. Arabistan, Benin, Pakistan, Çat, Yemen. Kadının en kötü durumda olduğu 10 ülke ise Katar, Mısır, Mali, İran, Türkiye, S. Arabistan, Benin, Pakistan, Çat, Yemen. Yani kadının en kötü durumda olduğu ilk on ülkeden Benin hariç tamamı İslam ülkeleri! Neden?
Cinsiyet uçurumunun en az olduğu on ülke ise, sırasıyla İzlanda, Finlandiya, Norveç, İsveç,
Yeni Zelanda, Güney Afrika Cumhuriyeti, Danimarka, İrlanda, Filipinler, Lesoto. Yani en iyi durumda olanların tümü Hıristiyan toplumlar! Bu durum kadın çalışması açısından özel olarak irdelenmeyi gerekli kılıyor. İslam ülkelerinde kadının toplumdaki yerinin böylesine geri olmasında İslam dini mi, yoksa bu ülkelerin ekonomik, sosyal, siyasal geri kalmışlığı mı veya her ikisi birden mi belirleyici rol oynuyor? Süreçte irdelenip açığa çıkarılması gereken bir diğer sorunumuz budur.
Özelimizde de kadın sorununda çokça övülen Kemalist Türkiye rejimi, günümüzde kadın hakları yönünden dünya sıralamasındaki 129. sırasıyla neye işaret ediyor? Güney Kürdistan’daki Federe Kürt Hükümeti’nde kadın hakları yönünden tablo nedir?
Bu açıdan ulusal kurtuluş mücadelesi veren iki ülke/iki halk olarak Güney Afrika Cumhuriyeti ile Güney Kürdistan Federe Devleti’nde kadın haklarındaki farklılıklar dikkat çekicidir. Hıristiyan Güney Afrika Cumhuriyeti kadın haklarında en ileri on ülke arasında yer alırken, Müslüman Güney Kürdistan’da meclis erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine ilişkin yasa çıkaracak kadar geri davrandı. Niçin? İrdelenmesi gereken bir diğer durumdur.
Üçüncüsü; genelde özel mülkiyete dayalı sınıflı toplumlardan, özelde kapitalizmden temelden farklı bir toplumsal sistem olan sosyalizm, teorik-ideolojik olarak kadının kurtuluşuna ilişkin ne söyledi, ne söylüyor, politik olarak ne/neler öneriyor? Marksizm’i referans alan farklı kıtalardaki sosyalist rejimlerin, özelde SSCB’nin iktidar sürecinde kadın sorunundaki pratikleri bize neyi kanıtlar? Sosyalist rejimlerin yıkılmasında genelin bir parçası olarak kadın alanında teori ve pratiğin rolü nedir? Kimilerinin iddia ettiği gibi “Marksizm’in kadın alanındaki teorik açılımı mı yetersiz ya da sorunlu” idi? Yoksa sorun/sorunlar esas olarak pratik politik alanda mı yaşandı?
SSCB’nin ilk yılları önemliydi; zira Lenin, Sovyet devriminin ilk iki yılında kadına getirdiği eşitlik ve özgürlüğü kapitalist ülkelerin 100 yılda yapamadığını belirtir. Kadınları, ev kadınlarını yani “ev aşçılarını” politikaya kitlesel olarak ilk çeken Sovyet devrimi olmuştur. Bu alandaki yetersizlikleri eleştirenlere Lenin, “Ütopyacı değiliz. Aşçıların bir anda ülkeyi yönetmeye başlamayacağını biliyoruz. Ancak ülkeyi yönetme görevinin bütün aşçılara derhal öğretilmeye başlanmasını talep ediyoruz” der. (Lenin, Bolşevikler İktidarı Elinde Tutabilecek mi?) Demek ki kadının özgürleşmesinin zeminlerinden biri kadının, iş-çocuk-ev işleri kıskacından kurtarılmasıdır. Demek ki sosyalizm otomatikman kadın sorununu çözmez, çözemiyor. Ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal açıdan bu böyledir.
Ekim Devrimi ile kurulan Sovyet iktidarı ilk bir iki yılında, kadını erkeğe göre aşağılayan, ikincil plana düşüren tüm yasa ve yönetmelikleri yürürlükten kaldırıp, kadını özgürleştiren, kadın ile erkeği insan olarak eşitleyen yasaları getirtti. Ardından kadın, fabrika ve tarlada olduğu kadar devlet kurumlarında, Kızıl Ordu ve KGB’de de etkin yer alacaktı. Ancak aynı SSCB’de 1935’lerde çıkarılan ve ailenin yeniden kutsanmasını getiren “Sosyalist Ahlak Yasası”yla, Ekim Devrimi’nin daha ilk yılında çıkarılan yasalarla getirilen kadın özgürlüğünün yeniden kısıtlanmasını nasıl değerlendirmek gerekir?
Burada üzerinde durmamız gereken esas sorun, yasa önündeki eşitlik ile ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal hayattaki fiili eşitliğin farklı olduğudur; yasa önünde eşitlik önemlidir ama esas önemli olan yaşamın her alanında cinsler arası fiili eşitliğin sağlanmasıdır. Marks’ın, cinsiyet eşitliğini, tüm fiili eşitsizliklerin kaynağı olan insanın insanı sömürmesinin ortadan kaldırıldığı bir toplumun ayrılmaz bir parçası olarak görmesi de buradan gelir. Çünkü Marksizm kadının özgürlüğünü yasalar önündeki biçimsel eşitlikten çok ötede, ekonomik, sosyal, siyasal hayattaki eşitlikte görür.
Dördüncüsü; kadın yaşamının iyileştirilmesini amaçlayan kapitalist sistem içi demokratik kazanımlar uğruna mücadele ile nihai kurtuluş olarak sosyalizm mücadelesi farklı ama birbirini tamamlayan yapıdadırlar. Kadın hakları uğruna mücadele, birebir sınıfsal kurtuluş olarak sosyalizm ile özdeşleştirilemez, çünkü kadın sorunu ya da hakları bir yanıyla sistem içi genel insan haklarının, demokrasi ve özgürlüklerin bir ve belki de en önemli unsurudur. Nitekim bugün Kürdistan özgülünde barış ve özgürlük talebini, en canlı ve en kitlesel olarak kadınlar haykırmaktadırlar.
Sistem içi ekonomik, siyasal, kültürel ve sosyal haklar uğruna mücadeleyle kazanılmış mevziler olmasaydı bugün kadın ne Kürdistan’da ne de Türkiye’de ve dünyada nefes alamaz halde olurdu. Bunun altını çizerek, bugünden kazanılmış mevzilerin korunması ve yeni mevzilerin elde edilmesi için mücadele edilmelidir. Bu bakışla reformlar uğruna mücadele, nihai kurtuluş olarak sosyalizm mücadelesiyle birlikte geliştirilmelidir.
Kadın ve siyaset
Kürt halkında tarih içerisinde kadının ekonomik, sosyal, politik konumunu ve yakın tarihte ulusal özgürlük mücadelesinde Kürt/Kürdistan kadınının yerini, bir de biz komünistlerin bakışıyla irdeleyip kavrayışı derinleştirmemiz gerekiyor. Kuzey’de 20.yy boyunca politik aktör olarak Kürt kadını denilince bu neyi ifade ediyor? Bu açıdan 1990 öncesi ve sonrasının özgün farklılıkları, kadının 1990 sonrasında kitlesel olarak politikanın öznesi olma durum ve sorunları; Kürt politik kimliği ile kadın kimliğinin kurgulanmasındaki ilişki ve kadının ulusal kimlik üzerinden sağlanan kolektif mücadeleyle politik aktör haline gelmesi, irdelenmesi gereken belli başlı sorunlardır. Özelde Güney Kürdistan’daki Kürt Federe Devleti’nde, Kürt kadınının ulusal kurtuluş mücadelesindeki yeri ve iktidarlaşma sürecinde kadının düşürüldüğü pozisyon, bir başka özel ilgi alanımız olmalıdır.
Bunların toplamından, Kürdistan’da ve elbette Kuzey Kürdistan’da yeni bir kadın tipolojisi olarak politik kadın aktör yaratıldı mı? Yaratıldıysa bunun kalıcı verileri nelerdir? Ulusal demokratik siyasette eril nitelik aşıldı mı? Özel mülkiyeti hedeflemeyen ulusal demokratik hareket, siyasette eril (erkek egemen) siyaseti nihai olarak aşabilir mi? Özel mülkiyetin, sınıfsal sömürünün ve karşıt sınıfların devam ettiği koşullarda (yani kadının tarihte ilk kez düşürüldüğü koşullarda) kadını erkekle eşitleyen eril siyaset nasıl aşılır ve ayrıca bu mümkün mü?
Genel ve özgün sorunlama üzerinden kadının güncel sorunlarına yaklaşım bilincinin derinleştirilmesini hedefleyerek, kadın çalışmasının güncel siyaset ayağının güçlendirilmesini başarmamız gerekir.
Avrupa 18.yy aydınlanmasında kadın önemli bir siyasal dinamiktir. Gerek 1789 Fransız Burjuva Devrimi’nde, gerekse 1871 Paris Komünü’nde barikat savaşlarında kadın en ön saflarda yer alır, ancak buna rağmen kadın o günkü koşullarda halen kendisi için siyasetin öznesi haline ya gelememiştir ya da bu yöndeki talepleri daha karşılık bulmuş değil. Yani darağacına gönderilen kadının, yargıç kürsüsünde de yer almaya hak kazanması daha epey zaman alacaktır! Hatta öyle ki 1789 ve 1871’in merkezi olan Fransa’da kadının seçme ve seçilme hakkı gibi genel siyasal hakları bile ancak 1943 yılında gerçekleşecekti.
Yakın tarihimizde kadınlar genelde sömürge ve ilhaklara karşı ulusal kurtuluş mücadelelerinde aktif yer aldılar, her yerde büyük kahramanlıklar gösterdiler, özellikle sayısız adsız kahramanlığın altında onların imzaları bulunur. Latin Amerika’da, Asya’da, Afrika’da kadınlar, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelelerinin vazgeçilmez dinamikleriydi. Ama aynı coğrafyada kadının bugünkü durumu her açıdan tam anlamıyla içler acısı bir tablo sergiliyor! Neden?
Ortadoğu’da ise özellikle 20.yy’ın ikinci yarısından itibaren Cezayir, Filistin ve Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelelerinde, kadın militanlığın her alanda yaşandığı bir süreci yaşadık. Bir adım geriden İslami harekette de militan kadın figürü öne çıktı ve öyle ki onlarda da fedai kadın intihar eylemcileri ortaya çıktı. Derken Kuzey Kürdistan’da kadın, 1990 yılı sonrasında hem kitlesel eylemlerin hem de gerilla başta olmak üzere silahlı mücadelenin önemli bir bileşeni haline geldi.
Bütün bunlara rağmen, belirttiğimiz ulusal kurtuluş hareketleri genel olarak eril karakterlerini aşamadılarsa, demek ki teorik-ideolojik olarak milliyetçi hareketlerin baskın karakterinin erkek egemen olduğu belirlemesi, yaşanan onlarca deneyimin gerçeğidir. PKK’nin kadın sorununda çubuğu tersine büken tutumuna, oluşturduğu kurumlarında kadın-erkek dengesini gözetmesine rağmen, ulusal kurtuluş mücadelesinde bu eril karakteri tümüyle aşamadığı görülür ki, özel mülkiyet ile ona dayalı siyasal iktidar koşullarında zaten bu mümkün de değildir.
Kürt kadınının politik aktör olarak siyaset sahnesine çıkmasının miladı için “1980’li yıllardan itibaren” demek eksik olur, en azından eksik bir doğru olur. 1990 sonrası kadın mücadelesinde kitlesel çıkışların miladıdır demek doğrudur, ama militan kadın hareketinin kökleri çok daha eskilere dayanır. 1980 sonrası Kürt ulusal hareketinin ayırt edici özelliklerinden biri, kadınların özgürlük mücadelesinde kitlesel yer alışlarıdır ki bu elbette önemli bir farktır.
Kürt kadını çok daha önce silahını alarak dağa çıktı, savaştı, ama eşiyle, kardeşiyle birlikte! 1990’lı yıllarda ise kadın bağımsız olarak dağa savaşmak için çıktı. Bunu Kürt kadınının ulusal özgürlük mücadelesindeki militan duruşunda ciddi bir ilerleme olarak görmeliyiz. Kadın gerilla, dağa belirleyici olarak ulusal özgürlüğü için gidiyor, ama aynı süreçte çevredeki örf, adet ve boğucu ev koşullarının kuşatıcılığına karşı bir tepkinin de dağa çıkışta payı vardır. Her iki faktörde de kadın özgürleşmek istiyor, önemli olan da budur. Hangi açıdan bakarsak bakalım, Kürdistan kadını, kolektif ulusal kimliğin bir unsuru olarak eylemde yer alır. Bu çerçevede BDP kadın hareketi hâlihazırda kendi içinde zengin-yoksul olarak ayrışmış değil; mahallesi, yaşam tarzı ayrışmış olsa da partideki birliktelikleri devam ediyor.
Neden yeni bir kadın örgütlenmesi?
Rüzgâra göre yön belirlemeyen, güçlü olanı taklit etmeye yönelmeyen bir komünist kadın örgütlenmesi; kendi doğrularını geliştirmede ısrar eden, ulusal özgürlük ve sosyalizmin genel değerlerini kendi özgün değerlerine içselleştirmiş olarak, genelde kadınlar, özelde işçi-emekçi kadınlar alanında büyüme hedef ve ısrarını Kürdistan’da sürdürecek bir kadın örgütlenmesi… Rus Bolşevik militan kadının vurgusuyla, “halkın arasından sıyrılıp yükselmiş olmak ile halkla birlikte yükselmenin farklı şeyler olduğu” ve önemli olanın halkın içerisinde halkla birlikte değerleri büyütmek olduğu bilinciyle davranan bir kadın örgütlenmesini yaratabilmek.
İşte yeni bir kadın örgütlenmesine yönelmemizin ana perspektifi! Daha somut olarak da,
Türkiye ve Kürdistan’da bunca yurtsever, demokrat, sosyalist, feminist ve sosyalist feminist kadın örgütlenmesi varken, dahası Kürdistan özgülünde etkin ve kitlesel demokratik kadın örgütlenmesi varken, öyle ki “kadın öncülüğü”, “kadın ideolojisi” ve “tanrıça kültürü”nü yeniden hâkim kılmayı hedefleyen kadın örgütlenmesi varken, niçin yeni bir kadın örgütlenmesine gidiyoruz? Gerçekten doldurulması gereken boşluk mu var, yoksa bizler yapay olarak ihtiyaç mı üreteceğiz? Özgürlük, demokrasi ve eşitlik alanında kadın mücadelesi ve alınan mesafe nedir, neler yapılmış, hangi taşlar düşenmiş? Bizler taş üstüne taş koyma adına neler yapacağız?
Türk Devleti esas olarak asimilasyon ve entegrasyon amaçlı da olsa Kürdistan illerinde kadına dönük, lise öğretmenleri başta olmak üzere öğretmenlere cinsiyet eşitliği eğitimi veriyorsa; emniyet mensupları aile içi şiddete karşı eğitiliyorsa; valilik, belediye, üniversiteler ilgili kentte birlikte “Yerel Eşitlik Eylem Planı” hazırlıyorlarsa; valilikler sorumluluk alanlarında kadınlara meslek eğitimi ve “Kadın Eğitim Kültür Merkezleri” vb. kuruyorlarsa; dahası ÇATOM, KADER gibi bir dizi devlet destekli ya da yer yer devletle birlikte çalışan kadın örgütlerinin yaptıkları da dikkate alınırsa; biz komünistler kendimizi stratejik olarak nerede, nasıl kuracağız? Hangi boşluğa oynayacağız, hangi somut ve güncel talepler uğruna mücadele edeceğiz?
Kadın örgütünün özerkliğinin hem sınırlarını ve hem de parti ile ilişkilerini ne belirleyecek?
Kadın örgütünce alınacak kararlar, kendi tabanı dışında tüm parti yapısını bağlayacak mı, bağlayacaksa nasıl? Kadın örgütü sadece merkezle sınırlı mı olacak, yoksa merkeze bağlı olarak her il ve hatta ilçede yerel kadın birimlerinin kurulması hedeflenecek mi? Kadın örgütü sadece partili kadınlarla mı sınırlı olacak, yoksa partili olmayan kadınlara da kendi politik eylem belgesi çerçevesinde açık olacak mı? Partili kadınlarla sınırlı olması durumunda kadın örgütü kitlesellik kazanabilir mi? Nasıl bir örgüt/örgütlenme sorunu tartışılırken, öncelikle kalıcı bir örgütlenmeye, kendini sürekli değişen koşullarda yeniden üretebilen bir kadın örgütlenmesine nasıl varacağız?
Bu sorulara yüzeysel değil derinlikli yanıtlar üretebildiğimiz oranda, sürdüreceğimiz kadın çalışmasının genel çerçevesini oluşturmanın yanı sıra, ilk başlangıç adımlarını ve hedef kitlemiz içerisinde ilk tutunma halkalarını yaratmada yol alabiliriz.
İlk adımda Özgürlük ve Sosyalizm Partisi Kadın Komisyonu adı altında sürdürülecek kadın çalışması, hedeflenen Kadın Konferansı ile birlikte mi özerk bir kadın örgütlenmesine dönüşecek? Özerk kadın örgütlenmesinin adı, örgütlenme biçimi, işleyişi vb. nasıl olacak? Çok kısa da olsa parti programının kadın alanındaki politik versiyonu ile sınırlı bir politik eylem belgesi ve parti tüzüğünden esinlenerek kadın örgütü işleyiş kurallarını belirleyen iç tüzük benzeri belgelere ihtiyaç var mı? Varsa, bunlara dönük kararı, hedeflenen Kadın Konferansı mı alacak?
Kadın örgütünün kendi iç işleyişini, parti ile ilişkilerini, ortak aidiyet ve kimlik birliğini sağlayacak, önemlisi örgüt içi sosyalist demokrasiye özgürlük ve sorumluluk temelinde içerik kazandıracak bir iç işleyiş belgesi olarak bağlayıcı belgeye (tüzüğe) ihtiyaç vardır. Kadın örgütlenmesinde politik eylem belgesi kadar iç tüzük benzeri işleyiş kurallarına yer veren bu belgeleri doğrudan Kadın Konferansı ile adı konulacak olan özerk kadın örgütlenmesi üretmelidir.
Önemli bir sorun: Kendi dilimizi yeniden kurgulayabilmek!
İçe ve dışa dönük olarak dilimizi, hatta öyle ki vücut dilimizi ve kurgumuzu “başarabiliriz” vurgusu ve perspektifi üzerinden kurarak şekillendirmeliyiz. Başta kadın yoldaşlarımız olmak üzere kadrolarımız gerek ideolojik-politik ve propaganda alanında, gerekse ruhsal-zihinsel olarak “doğru yoldayız, başaracağız” benzeri bir vurguyla hazırlanmalıdır. Nerede? Elbette hayatın içerisinde ve kendi politik pratik faaliyeti üzerinden hazırlamalıyız, hazırlanmalıdır kadrolarımız.
Kadına dönük eylem planı üzerinde tartışarak taslak metne son şeklini vermek başta olmak üzere her önemli sorun üzerine tartışma aşamasında, her türlü parti içi farklı görüş ve önerinin tam bir sosyalist demokrasi kültürü içerisinde dile getirilip tartışılmasına zemin sağlanmalıdır. Burada net olmalıyız. Ancak tartışma evresi sonlandırılıp karara bağlandıktan sonra, yani pratik politik eylem aşamasında ise, bu kez eylem birliği esas alınarak frekans bozucu davranışlara izin verilmemelidir. Belirlenmiş hedef doğrultusunda kadrolar, taraftarlar “başaracağız” diye görev ve sorumluluklarına kilitlenmişken, birilerinin de her fırsatta “olmaz, başaramayız” türünden frekans bozucu, motivasyon kırıcı davranışlarına karşı tutum alınmalıdır. Burada da net olmalıyız! Eğer genç militan Bolşevik kadınların “Biz devrimi seyretmek istemiyorduk. Devrim yapmak istiyorduk” şeklinde belirttiği gibi gerçekten devrimci değişimi hedefliyor ve yaşamak istiyorsak, özgürlük ve sorumluluk dengesinin sağlam kurulmasında kararlı davranmamız gerekiyor. Partide, örgüt içi özgürlük (demokrasi) kadar onun ikiz kardeşi olan sorumluluk da (disiplin) vücut bulmazsa santim ilerleyemeyiz.
Kadın mücadelesi ve örgütlenmesi alanında kullandığımızda bizi tanımlayacak kavramlar, vurgular üzerinden de dilimizi yeniden belirlememiz gerekiyor. Örneğin, kadın mücadelesi ve örgütlenmesine dönük bir dil oluşturma adına bu alanda doğru-yanlış bir dizi kavram kullanılıyor: “Cins bilinci”, “kadın bilinci”, “kadın dili”, “ana tanrıça”, “devrimde kadın öncülüğü”, “kadın devrimi”, “kadın ideolojisi”, “temel çelişki olarak cins çelişkisi”nin belirleyiciliği, “sosyalist kadınlar mutfaklardan çekilsin” vb. Bu alanda da yeni bir dil oluşturma adına giderek dil ve kavram kirliliğine de şahit oluyoruz.
Öncelikle cinsiyet olarak ezilen kadının, sınıfsal olarak sömürülen işçi-emekçi kadının ve özelde ulusal baskı altındaki Kürdistan kadınının her alanda erkekle eşitliğini, sınıfsal kurtuluşunu ve ulusal özgürlüğünü savunmak dururken, kadını erkeğe göre kutsayan tutum ve davranışlar çubuğu tersine bükmenin de ötesinde yanlıştır. Mutfak da dahil her alana kadınıyla-erkeğiyle eşit gitmeyi savunmak yerine “sosyalist kadınlar mutfaklardan çekilsin” demek, kadınıyla-erkeğiyle ezilenlerin/sömürülenlerin devrimi yerine “kadın ideolojisi öncülüğünde devrim” demek yanlıştır, siyasi körlüktür.
Gerek sorunun tanımlanmasında gerekse propaganda dilinde, kadının “erkekleşmesi” kadar erkeğin de “kadınlaşması”, erkeksi bir dil kadar kadınsı bir dil de kullanmak ya da ana tanrıçayı düşüren erkek peygambere karşı bu kez kadını kutsayan ana tanrıça kültürünü yeniden geliştirmek vb. yönelimlere düşmemeliyiz. Feminist, liberal ve milliyetçilerden farklı olarak biz komünistler, 21.yy’da insan olarak farklı cinslerin eşitlik ve özgürlüğünü hedefleyen ve bunun üzerine kurulmuş bir dili geliştirebilmeliyiz.
Holding yöneticisi kadınların vücut dilleriyle (tespih çekerek vb.) erkeklere özenip erkeksi davranışlar sergilemeleri; stadyumlara akın eden kadınların stadyum dilini disipline edeceklerine erkeklerden daha fazla erkeksi küfürler yağdırmaları; şirket ya da kurumların yönetim kademelerinde yer alan kadınların kendilerini ispatlama adına erkeklerden daha haşin, daha sert eril davranışları neyin kanıtı? Kapitalist özel mülkiyet düzeni ile onun siyasal rejimi koşullarında kadının iş ve ticaret hayatında, spor, siyaset ve kurumlarda etkin yer almasıyla kişilik olarak erilleşmesi (erkekleşmesi) paralel gelişiyorsa; demek ki erkeği ön plana çıkaran ekonomik, sosyal koşullar kadının da erkekleşmesine yol açıyor. Demek ki esas sorun on bin yıl önce kadının düşürülmesinde rol oynayan ekonomik, siyasal koşulların ortadan kaldırılmasıdır. Demek ki bugün kadın sorununa köklü çözüm ararken, kadının ilk düşürüldüğü evredeki ekonomik, sosyal koşullardaki değişime bakmak gerekiyor.
Sadece siyasette değil, ekonomik, sosyal, kültürel ve dinsel hayatın her alanında eril (erkek kurgulu) bir dil kullanılıyor. Öyle ki dil, din, iş hayatı başta gelmek üzere toplum bir bütün olarak cinsiyet ayrımcı. Bunlar doğru, ancak çözüm, bu eril (erkeksi) dile alternatif dişil (kadınsı) bir dil ve üslup geliştirmek olmamalıdır. Erkek egemen dile karşı “kadınsı” bir dil oluşturma arayışı, kadını aşağılanmaktan kurtarma adına kutsamaya vardırılırsa bu başka bir açmaza sürükler bizi. Çözüm eril ya da dişil bir dil yerine kadın ve erkeği eşitleyen bir dili, insan özgürlüğü ve hümanizmasına odaklanmış bir dili başta siyasette olmak üzere her alanda üretebilmeliyiz. 21.yy’da Özgürlük ve Sosyalizm Manifestosu’ndaki belirlemeyle;
“Kadının erkeğe göre lanetlenmesi kadar kutsallaştırılması da yanlıştır. 21.yy devrimci değişimi perspektifinde kadın ve erkeği cins olarak değil, insan olarak algılar” yaklaşımını esas almak gerekiyor.
Nihayet dil alanında yüzleşeceğimiz bir diğer sorun; kendi aramızda yani örgütlü kadro, üye ve taraftarlar arasında kullanılan/kullanılacak dil ile kitlelere dönük kullanılacak propaganda ve ajitasyon dilinin de ana hatlarıyla belirlenmesi gerekiyor.
Zaman-mekan-görev ve sorumluluklarımız
Kadın Konferansı’nın ortalama bir yıl içerisinde toparlanması gibi belirlenmiş bir zaman aralığı var önümüzde. Demek ki öncelikli sorunumuz; zaman-mekân-görev (sorumluk) bağlantısı ve iç kurgusunu sağlam kurmamız gerekiyor. Hangi zaman aralığında, hangi mekanda, hangi görev ve sorumluluklarımızı yerine getireceğiz? Takvime bağlanmış (belirlenmiş) zaman dilimlerine hangi görevler (yapılacaklar) yerleştirilerek? Konferansa kadar geçecek sürede bunları ana hatlarıyla içerecek bir eylem planı oluşturulmalıdır.
Kim kurgulayacak? Öncelikle bu alanda sorumluluk alacak olan kadın yoldaşlarımızın sorumluluğunda tüm yoldaşlar! Konferansa kadar geçen süredeki eylem planı neleri içerecek ya da kim, neyi, nasıl kurgulayacak?
- Yöntem olarak bir ve birden fazla kadın yoldaşımızın olduğu her yerde hem tartışmak hem de yürüyebilmek! Yine birden fazla kadın yoldaşımızın olduğu yerlerde belirli aralıklarla kadrolaşma amaçlı içe dönük dar toplantılar ile hedef kitlemize dönük eğitim seminerleri, sine-vizyon gösterileri vb. yapmak. Bir yandan eylem planını somutlaştırmak için taslak ya da taslakların üzerinde eleştirel katkılarla çalışmak, diğer yandan bulunduğumuz her alanda kadın çalışmasının içe ve dışa dönük faaliyetlerini aralıksız sürdürebilmek.
- Kadın çalışmasında gerek örgüt içi gerekse kitlelere dönük çalışmalarda reçete olarak kullanılmamak kaydıyla ana hatlarıyla belirlenmiş bir dile, hatta belki belirlenmiş kimi vurgu ve kavramlara ihtiyacımız var. Kullanıldığında Kürdistanlı komünist/sosyalist kadınları tanımlayan, onların eylem ve davranışlarıyla özdeşleşmiş bir dile, kavramlara ve vurgulara ihtiyaç vardır.
- İlk adımda belirli bir kent ya da yakın kentlerde bir araya gelebilen kadın yoldaşlar toplantılar yaparak, mekansal uzaklık nedeniyle sıklıkla bir araya gelemeyecek olanlar ise kendi aralarında elektronik mektuplaşma trafiği ile tartışmaya sunulacak taslak eylem planı metni üzerinde çalışarak görüş ve önerilerini geliştirmelidirler. Belirlenmiş belli başlı kentlerde mevcut ilişkilerin derlenip toparlanması ve yeni alanlarda yeni ilişki arayışlarının sürdürülmesi diğer bir görev olarak önümüzde duruyor.
- Kadın çalışmasında propaganda ve ajitasyonda değerlendireceğimiz dergi, gazete vb. basın araçlarını kadın örgütlenme ve mücadelesinin güçlü araçları haline getirmek, parti yayınlarında kadınlarla ilgili genel ve Kürdistan özgülüne ilişkin düzenli teorik yazıların yanı sıra politik ve pratik deneylerimizden çıkarılmış derslerle yüklü yazıların yayınlanması için de arayış içerisinde olmak gerekiyor.

Türkiye sol hareketlerindeki milliyetçi virüs / Sait Çetinoğlu

Türkiye sol hareketlerindeki milliyetçi virüs / Sait Çetinoğlu
Sait ÇETİNOĞLU

Sosyalist Mezopotamya

TKP Ermeni sorununa bakışında İttihatçı söylemin dışına çıkmamıştır. Ermeni soykırımını mukatele olarak algılaması ve  adlandırması sonucu olarak, Teşkilat-ı Mahsusa elemanı  Salih Zeki gibilerle ilişkiyi mahzurlu görmez.


“Acı gerçek, … ‘bizi yükselten’ yalandan daha yararlıdır.”
V.İ.Lenin

Bu yazı Türkiye sol hareketinin tahlilinden ziyade, yazının seyri içinde Türkiye soluna (“Türk solu” demek daha doğru olur) ve zaaflarına değinilmekle birlikte, Türkiye sol hareketinin bir parçası olan fakat unutulan ya da unutturulan bu coğrafyanın kadim halklarının sol hareketlerine, özellikle de Ermeni devrimci hareketine odaklanmıştır. Amacımız bu coğrafyadaki sosyalist hareketlerin TKP öncesine denk gelen tarihine değinerek, unutulan sosyalist önderlerini hatırlatmaktır.
Osmanlı unsurlarının bilimsel sosyalizmle karşılaşmaları
19.yy’da Avrupa’da Marx’ın deyimiyle bir komünizm heyulası dolaşırken Osmanlı toprakları da bundan azade olamazdı. Avrupa’daki gelişmeler Osmanlı gazetelerinde geniş bir şekilde yer almaktadır. Avrupa politikasının anlaşılması bakımından yayınlanan bu yazılarda dolaylı olarak da olsa Marx’ın hayaleti Osmanlı coğrafyasındadır. Ancak Müslüman-Türkler arasında okur-yazarlık oranının düşüklüğü nedeniyle bu haberlerin tamamıyla yönetici sınıfın bilgilenmesine yönelik olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz.
1871 tarihli Hakayik-ul Vakayi’nin 9 Şubat sayısında Fransız-Alman Savaşı’na ilişkin bir habere Karl Marx imzalı, Alman Başbakanı Bismarck’ın Fransa’ya karşı izlediği politikayla bütün Avrupa’da özgürlüğü boğduğunu ifade ederek Bismarck’ı eleştiren bir yazı eklenmiştir. Kerim Sadi bu yayınla ilgili olarak, “Marx imzasiyle Demir Başvekile yapılan bu yaylım ateş de gösteriyor ki, bundan 94 yıl önce, -Daily News gibi sütunlarını hür düşüncelere açan İngiliz gazetelerinden aktarma yazılarla- gazetelerimizde, cumhuriyet ve hürriyet fikirleri serbestçe savunuluyordu; çevirme yoliyle, mudlakiyete ve despotizmi temsil edenlere karşı savaşılıyordu” demektedir. Avrupa’daki devrimci harekete ilgi duyulduğundan değil, bir şeyin farkında olmadan yayınlanan yazılarla Osmanlı okurları -okur yazar olanlar- dolaylı yoldan da olsa sosyalizmle tanışmaktadır. Aynı yıl, beş altı ay aralıkla Karl Marx ismi, Karl Marx ve Karlo Marn şekliyle karşımıza çıkıyor. Karl Marx’ı Karlo Marn biçimine sokan Terakki gazetesi, Marx’ın 1871 Paris Komünü ile ilgili bir mektubunu sunarken; onu “Enternasyonal adındaki asiler şirketi”nin başkanı olarak takdim etmeyi de unutmaz:
“Enternasyonal nâm ussât Şirketinin Reisi bulunan Karlo Marn nâm şâhsın Berlin'den bir ahbabına yazdığı mektubun bir sureti Pari Jurnal nâm gazetede mûnderiç olup bazı fıkarât-ı garibeyi hâvi olduğundan hulasaten nakil ve terceme eyledik.”
1871 yılındaki gazeteler doğaldır ki Avrupa politikasını izlerken Paris Komünü’ne de kayıtsız kalamazlar. 1871 Paris Komünü de gazete sayfalarında yer alır. Takvim-i Vakayi'de 1871 Paris Komünü ile Birinci Enternasyonal'den bahseden yazılar oldukça büyük bir yekûn tutmakta ve -ayrı bir inceleme konusu teşkil edecek kadar- önem taşımaktadır. Matbaa-i Amire'de basılan Takvim-i Vakayi, bilindiği gibi devletin resmî gazetesi idi: “Cerîde-i Resmiye-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye.” Takvim-i Vakayi, 3 Muharremülharam 1289 tarihli ve 1463 numaralı sayısında, Fesat Cemiyeti olarak kabul ettiği Enternasyonal'e yüklenmekte ve Millet Meclisi'ne sunulan projeyi yedi madde halinde aktarmaktadır. Görüldüğü gibi resmi gazete de kayıtsız kalamamaktadır. Ancak bu ilgi Osmanlı yöneticilerine verilen bir bilgi notu olarak algılanmalıdır. Efkarı umumiyeyi ilgilendiren bir mesele değildir.
1871 Paris Komünü sonrasındaki Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yayımlanan Türkçe gazetelere göz attığımızda, Sadrıâzam Âli Paşa’nın kalemiyle Enternasyonal’e hücum edildiği gibi, şu veya bu sebeple onu korumayı üstüne alanların da çıktığını görüyoruz. Sadrazam Ali Paşa’nın siyasi muarızlarından Namık Kemal'in imzasıyla Paris Komünü’nün savunulduğu İbret gazetesinde, Enternasyonal'in de savunulmasına şahit olunmaktadır. Ancak bu savunma Kemal’in komünü anladığı, komünden etkilendiği anlamına gelmez. Komün döneminde Paris’te bulunan Türkler, olaylardan bir şey anlamamışlardır. Mete Tunçay, Paris Komünü örneğinin Osmanlı gazetelerindeki yansımasının ilginçliğine işaret eder: “Bu bakımdan bir 1870 Paris Komünü örneğinin bile, solcu muhtevasına nüfuz edilmeksizin, siyasî hürriyet terimleriyle görülmüş olması, ilgi çekici bir olaydır.”
Komün, Kemal tarafından siyasi muarızlarına karşı bir araç olarak kullanılmıştır. Gazetenin yazarlarından Nuri Bey, komün üzerine açılan tartışmalardan birini ihtiva eden sayıda, Batı'daki kapitalist-işçi savaşına dokunduktan sonra, grevleri de haklı göstermiş ve Enternasyonal’i tanıtmaya çalışmıştır. İbret’in komüne ilişkin yazılarından Kerim Sadi söz eder: Nuri Bey'in makalesi Medeniyet başlığını taşıyor. Muharrir, bu makalesinde, Enternasyonal'in, cehil yüzünden, memleketçe tanınmadığını söylüyor ve bu cemiyetin maksadını izaha gayret ediyor:
“Enternasyonal namiyle maruf olan Cemiyet ki Avrupa'nın bazı mahallerinde garazen burada ise cehlen asayiş-i umûmîyi ihlâle saî bir heyet bilinmiştir. İşte o cemiyetin maksadı sırf medeniyetten murad olunan neticeyi hâsıl etmektir.
Bu cemiyetin maksadının husulünü tesrî için esbapta bazı şiddet göstermesinden korkuluyor. Vakıa bu suret muhtemeldir. Fakat şimdiye kadar göstermedi, ileride gösterirse kullandığı vesait takbih olunur. Lâkin yine maksadını talisine mecburuz.
Bir memleket şimendiferler, yollar, caddeler, gazlar, tiyatrolar, çalgılı kahveler, bunlar gibi zevk ve ihtiyaca müteallik ne kadar esbabı cami olursa olsun mademki herkes orada sa'y nisbetinde müstefit olmak bakımından mahrumdur, orada sahihen medeniyetin vücudu nasıl tasavvur olunabilir?
Avrupa'nın hemen her tarafında amele güruhu yürekler dayanamıyacak bir haldedir. Bir fabrikacı mâlik olduğu sermayesi kuvvetiyle birkaç bin kişiyi esir gibi kullanıyor. Gördükleri işin onda birine mukabil olacak derecede bile ücret vermiyor. Öyleyse niçin çalışıyorlar? Ya ne yapsınlar? Ameleden biri ücretin kılletinden dolayı bir fabrikayı terkettiği takdirde başka fabrikaya kabul olunmaması için fabrikacıların ittifakı var.
Ya amele niçin öyle bir ittifak etmiyorlar? Evet, işte Enternasyonal Cemiyeti o ittifakı tavsiye ediyor. Ve hîn-i vukuunda icap eden muavenet-i nakdiyede de asla kusur etmiyor. Bunun üzerinedir ki ekser mahallerde amele bil'ittifak işlerini tatil ediyorlar. Ve fabrikacıları bir dereceye kadar eskisi gibi suret-i gayr-i meşruada müstefit olmadan mahrum bırakıyorlar.”
(Şunu da derhal söylemek gerekir ki, makale yazarı, kapitalist dünyasının tenkidini ve Enternasyonal'in savunmasını, Müslüman Osmanlı sıfatıyla ve İslamcı açıdan yapmıştı. Yani, omzunda Îttihad-ı İslâm bayrağıyla ve sömürülen İslâm ülkelerinin derin bir uykudan sonra gözlerini ovuşturmaya başlayan burjuvazisi adına konuşuyordu. Filvaki, başta Kemal Bey olmak üzere, İbret gazetesini çıkaranlara göre, İslâm birliği mukaddes bir fikirdi; ve İbretçiler bu birliği özleyen hamiyet sahiplerinin önüne düşmekle övünüyorlardı. Bu sebeptendir ki, makale yazarı, Batı medeniyetinin aksaklıklarını göstermek için işçinin yoksulluğunu ele alıyor; ve bu vesile ile de -cebir ve şiddete başvurmamak yani zor kullanmamak gibi ihtirazi bir kayıtla-, Birinci Enternasyonal'i alkışlıyor. Bundan sonra da, inandığı tezi ileri sürecektir: Batı'nın arayıp bulamadığı uygarlık İslâmiyet’te vardır.): “Medeniyetin zikrolunan tarifine İslamiyetin ahkamı tamamiyle muvakıf olduğundan eslafta Müslümanlar her milletten ziyade mütemeddin oldukları gibi asrımızda dahi milel-i mevcudeye bu bapta tekaddüm kabiliyetine maliktirler... Biz ki Müslümanlarız şeriata tevfikan maddi ve manevi asayişi mucip olacak ittihadımızın husulüne sa'y ediyoruz. Biz ki Müslümanlarız, Avrupalıların arayıp bulamadığı medeniyetin İslamiyette mevcut olduğunu göstermeğe cehd ediyoruz...”
Kerim Sadi’den yaptığımız uzun alıntıdan görüldüğü gibi komünden söz edilmesi araçsaldır. Şerif Mardin, bu körlüğü ya da ilgisizliği şu sözlerle açıklar:
“Öncelikle, Türkiye yakın zamanlara kadar Marksist fikirlerin kök salamadıkları ve Marksist partilerin köprübaşı oluşturamadıkları bir ülke olarak tanınıyordu. Türk Marksizm’inin teorisyenleri, muhtemelen tüm dünyadaki Marksist teoriye katkıda bulunanların en yetersizleriydiler. Bu kavrayış eksikliğinin, endüstriyel altyapı yokluğuyla hiçbir ilişiği yokmuş gibi görünüyor. Yüzyılın başlarında, ömürlerinin on beş yılından fazlasını Londra, Paris ve Cenevre'de Abdülhamid'e muhalefetle geçiren Jön Türkler'in hiçbiri, ister yayınlarında, isterse bilinen mektuplaşmalarında olsun, bir kere bile Marx'a atıfta bulunmayışları, Türk siyasî düşünce tarihinin çarpıcı bir özelliğidir. Bununla birlikte, Marx'ın böylesi bir ihmali, I. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa'da bulunmuş Japon ya da Çin entelektüellerinin bir karakteristiği değildi.”
Şerif Mardin, Marxizm’den bu denli uzak durmanın gerekçesini Marxizm’in statükoyu bozucu niteliklerinde bulmaktadır. Gerçekten Osmanlı’nın devamı Kemalist aydınların temel kaygısı statükonun devamına ilişkindir: “Marksizm’in Türklere böylesine tatsız gelmesinin sebeplerine dair bir ipucu, Türkiye'de komünizmin aforoz edildiği dönemlerde, Kemalist yönetimin ileri sürdüğü gerekçelerde bulunabilir. Saldırının dayandığı ana fikir, Marxizm’in sınıf çatışması teorisine dayanan zararlı bir doktrin olduğuydu.”
İmparatorluktaki diğer etnik unsurların sol gruplarına baktığımızda, Müslüman-Türk unsurlarda olduğunu gördüğümüz statükonun izdüşümü bu unsurlarda yoktur. Bir burjuvazi ve çağdaş terimlerle düşünebilen bir inteligentsia yaratmış olduğunu söyleyebileceğimiz topluluklar, Rumlar, Bulgarlar, Ermeniler ve Selanik Yahudileriydi. Milliyet ve sosyalizm gibi yeni fikirler imparatorluğa Avrupa’dan sızıyordu ve gayrimüslim unsurların Avrupa’yla daha yakın ilişkileri, Osmanlı İmparatorluğu’na sosyalizmin sokulmasında yaşamsal rol oynuyordu. Müslüman-Türk toplumunun durağanlığının aksine etnik unsurlarda toplumsal tabakalaşmanın Müslümanlarınkinden daha belirgin olduğunu vurgulayarak, bu tabakalaşmanın da bu unsurların bilincini etkilediğini ve sosyalist bilincin bu unsurlarda daha kolay filizlenip özümsendiğini belirtelim. Engels’in, Komünist Manifesto’nun 1888 tarihli İngilizce baskısına yazdığı 20 Ocak 1888 tarihli önsözündeki, “Bundan birkaç ay önce İstanbul’da yayınlanması beklenen [Komünist Manifesto’nun] Ermenice çevirisi, bana söylendiğine göre, yayıncı Marx’ın adını taşıyan bir kitap yayınlamaktan korktuğu, çevirmen de kitabı kendi eseri gibi göstermeye yanaşmadığı için gün yüzüne çıkamamıştır” sözlerinden Manifesto’nun 1887 tarihinde Ermenice’ye çevrildiğini anlıyoruz. Ermeniler çok erken sayılabilecek bir dönemde Marxizm’e ilgi duymuşlardır.
Türk solunun kaynağı ve TKP üzerine kısa bir projeksiyon
Bilindiği gibi bütün sol ve sosyalizm iddialı gruplar ve partiler, milatlarını Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kuruluşuna dayandırır ve kurucu olarak da Karadeniz’de trajik bir şekilde hayatı sonlandırılan Mustafa Suphi öne çıkarılır. Ondan önceki sosyalist hareketler ve sosyalist militanlar hatırlanmaz. Türk milliyetçisi İttihatçı rejimin Anadolu’da yeniden tesisinin mücadelesi olan Kurtuluş Savaşı’na destek olmak için Anadolu’ya gelirken katledilen Mustafa Suphi’nin bu tavrı başlı başına sol hareketin Kemalizm’e teslim olmasıyla sonuçlanacaktır. Trajik ölümün Mustafa Suphi’nin ideolojik yetersizliğinin ve partinin zaaflarının üstünü örtmesi, bu yetersizlik ve zaafların tartışılmaması, tartışma geleneğinin oluşmaması ve özeleştiri mekanizmasının gelişmemesi, zaafların gelenek olarak günümüze taşınmasına neden olmuş ve yanlışlıklar zinciri ile yanlış ideolojik hat  pekiştirilmiştir. Kırmızı yanlışlara dokunulmamıştır.
TKP, Anadolu Hareketi’ni yanlış tahlil etmiştir. Eylül 1920’deki bir raporda, “Mustafa Kemal Paşa ile Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın verdiği bilgilere göre, hükümet ve ordu çevrelerinde Bolşevizm’e karşı duyulan tasvip ve sempati duygusu artmış bulunuyor ve hatta isyan hareketinin kimi üst düzey yöneticileri komünist olmak istemektedir” sözleri partinin gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. Parti, bu görüntünün Sovyetlerden yardım alma amacıyla verildiğini anlayamamaktadır. Parti, İttihatçılığı ve  Kemalistlerin İttihatçı geçmişini unutmuştur. TKP, Ethem Bey hareketinin karşısında Ankara’nın yanındadır. TKP, Ethem Bey’le arasında derin bir mesafe koyar: “[B]izler Ethem’in ve yandaşlarının Batı Cephesi’nde, Anadolu Cephesi’nde devrimci Anadolu hükümetine karşı çılgınca, anarşik çıkışını lanetliyoruz. Anadolu’daki devrimci hareketin destekçileri olarak bizlerin bu gibi şahıslarla hiçbir ilişkisi ve hiçbir ortak yanı olmamıştır ve olamaz.” Görüldüğü gibi Kemalistlerin iktidar mücadelesine devrimci nitelik atfedilmiştir.
Kemalizm’in, “sol” tandanslı eski teslimiyetçi TKP unsurlarınca kurumsallaştırılması da ayrı bir etkendir. Sonuçta İttihatçı rejimin Anadolu’da yeniden tesisi Kurtuluş Savaşı olarak algılanacaktır. (Mustafa Kemal bile başlangıçta kurtuluş savaşından söz etmez, önüne koyduğu bir Türk-Yunan savaşıdır. Sivas mebusu Rasim Başara’ya kongre sırasında bu görüşünü ifade eder. Mustafa Kemal’in asıl kaygısı iktidarının tesisidir. Kurtuluş Savaşı efsanesi iktidarın meşrulaştırılması için sonradan geliştirilmiştir.) Dönemin ideolojik iklimini şekillendiren İttihatçılık, Mustafa Suphi ve arkadaşlarında da egemendir. Suphi ve arkadaşlarının kendilerini komünist olarak ifade etmeleri İttihatçı geçmişleriyle bir kopuşu yansıtmaz. Dolayısıyla, Parti her ne kadar Marxizm’den söz etse, dilinde bu jargonu kullansa da, İttihatçı gelenekten gelen Mustafa Suphi ve diğer yöneticiler kendilerini milliyetçilikten arındıramamışlardır. Cilasun, TKP’nin bıraktığı belgelerden  “TKP kadrolarının hakim ulus milliyetçiliğine karşı tavır almada bir hayli ayak sürüdüklerini göstermektedir” yargısına varmaktadır. Ayrıca TKP önderi Mustafa Suphi’nin Sultan Galiev’in etki alanının içinde olması ve Galiev’in proleter ulus kavramını özümsemesi bu algıda önemli bir etkendir. Bu etki alanı içerisinde milli mücadelenin niteliği anlamlandırılamamıştır. Bu durum devrimci harekete geleneksel bir zaaf olarak sirayet etmiş, Kemalistlerin Anadolu’daki iktidar mücadelesi olan milli mücadeleyi anlamlandıramamaya, yanlış anlamaya sebep olmuş, hakikatin kadrolara ve kitlelere yanlış empoze edilmesi sonucu kitleler ve kadrolar yollarını şaşırmıştır. Bugün kendilerini  devrimci olarak niteleyen hareketlerin ideolojik sefaletinin arkasında bu gelenek yatmaktadır.
Tarihini unutan bir sosyalist hareketin, değil kitlelerle bağ kurması, kendini var etmesi düşünülemez. Bu bakımdan sosyalist hareketin tarihinin köklerini bilmesi elzemdir. Bilmezse bugün olduğu gibi celladına aşık olma ihtimali yüksektir. Kapitalizme karşı olunmadan dolaşıma sokulan anti-emperyalizm de ayrı bir manipülasyon aracıdır. Bu yanlış bilinç uzun bir dönem Türkiye sol hareketini esir alarak Kemalizm’e yedekleyecek; sosyalizmin enternasyonal karakteri unutularak milliyetçi bir çizgi izleyecektir.
Devlet yanlısı ‘sol’ ve şiddetin meşruluğu
Türkiye ‘sol’unun millici tavrı anlaşılmaz değildir. Osmanlı aydınının temel kaygılarının “devletin bekasını temin” olması, Osmanlı aydınlarınca kurulan sol hareketlerinin de karakteristiğini belirler ve bu hareketlerin temel zaafını oluşturur. Hiçbir Osmanlı aydını ve sosyalist hareketi bu yönden devleti karşısına almaz, dolayısıyla bu temel özellik Rus devrimcileriyle arasındaki en önemli temel ayrılığıdır. Ki Rus devrimcileri önlerine devletin yıkılmasını koyarken, Türk devrimcilerinin böyle bir kaygıları yoktur. Doğaları ya da temel zaafları gereği devletin yanında yerlerini almaktan çekinmezler. Mustafa Suphi’nin tavrı da bundan azade değildir. Osmanlı paşalarının iktidarlarını güçlendirme operasyonuna destek olmak için hayatını Karadeniz’de noktalamıştır.
Ancak diğer etnik unsurların bünyesinde oluşan sol hareketler bu kaygıyı taşımadıklarından radikal karakterde ve ulusal sorunu da önlerine koyan niteliklerinden ötürü, Müslüman-Türk etnik kökenli ‘sol’ aydınlar ya da bunların kontrolünde oluşturulan sol hareketlerden farklıdırlar ve farklı bir çizgi izlemişlerdir. Bu farklılık Osmanlı unsurları arasında işbirliğini geliştirmeyi önlediği gibi, farklı etnik kökenli örgütlerin Osmanlı yurtseverliğinin hararetli savunucuları olmaları da ciddiye alınmamış, yabancı ajanı gözüyle bakılmışlardır. Yok sayılmanın bir gerekçesi de bu olsa gerektir.
“Devletin bekasını temin” geleneğinin ya da zihniyetinin temsilcileri olarak ‘sol’ hareketlerin devleti karşılarına alacak bir tavır geliştirmeleri düşünülemez. Diğer etnik kökenlerden gelen aydınların ya da sol hareketlerin böyle bir kaygıları da yoktur. Üstelik bu gruplar Roza Luxemburg’un Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili düşüncelerine vakıf ve bu düşünceleri özümsemiş, rehber edinmişlerdir. Roza, Osmanlı İmparatorluğu’nda ulusal savaşım sorununu incelemiş ve sosyal demokratların nasıl bir tutum benimsemeleri gerektiğini önermiştir. Vardığı sonuç şudur: “Türk yönetiminin hantallığı kapitalizmi bile üretmekte yetersiz olmuştur -nerede kaldı ki sonunda sosyalizmi türetebilsin; onun için, ne kadar çabuk yıkılır ve ulusal kurucu öğelerine ayrılırsa o kadar iyi olur- o zaman, bu geri bölge, tarih diyalektiğinin olağan sürecine katılabilecektir.” Roza Luxemburg’un tavrını bilen etnik unsurların sosyalistleri, kendi düşüncelerine meşruluk sağlayan bu görüşleri çekici bulup özümsemişlerdir. Birinciler, devleti restore etmeyi kısa ve uzun programlarında önlerine koyarken; ikinciler son kertede özgürlüklerini Osmanlı’nın yıkılışında görmektedirler. Bu tavır iki kesim arasındaki temel düşünce farklılığıdır. Bu bakımdan birincilerin Kemalizm’in etki alanına girmeleri kolaylaşırken, diğer kesim ise 1. Savaş sonrasında oluşan reel politik gereği bu coğrafyadan zor yöntemi kullanılarak tasfiye edilmiştir. İki grubun farklı düzlemde ve farklı kulvarları tercih etmeleri, aralarındaki işbirliğini neredeyse imkansız kılmıştır. Bu bakımdan Türk solu diğerlerini görmez ve kendi resmi tarihine koymaz.
Ayrıca ticaret ya da sanayi burjuvazi temeli olmayan, bürokratik burjuva temelli 1908 hareketi diğer etnik kökenli merkezkaç eğilimli hareketlere düşman olduğu gibi, ötekileştireceği farklı burjuvazi için de yeni bir terim geliştirecektir: “Komprador”! Oysa Müslüman-Türk burjuvazi çok istemesine rağmen böyle bir tarihsel fırsatı yakalayamadığı için, batı penceresinden bakan bürokratik burjuvazi diğer batı penceresinden bakan etnik kökeni farklı burjuvaziyi zor kullanarak yok etmiş, bu unsurları da etnik temizlikten soykırıma varan bir yelpazedeki uygulamalarıyla ortadan kaldırmıştır. Burada bir kez daha vurgulamakta yarar var: Kapitalist sistemi güçlendirme ya da Türk-Müslüman sermaye yaratma projesi olan devlet kapitalizminin yanında olup, etnik kökeni farklı olan sermayeyi “komprador” sayarak dışlamamın sol düşünceyle bir ilgisi yoktur. Olsa olsa kapitalizme bir başka açıdan yedeklenme olur.
İttihatçılar/Kemalistler, diğer etnik grupların radikal istemlerinin kendi iktidarlarını sarstığının farkındadırlar. Bu tehlikenin farkında olanlar EDF ile işbirliğinde olduğu gibi bu hareketleri kontrol etmek, etkilerini minimize etmek için ellerinden gelen çabanın azamisini sarf etmekten geri kalmazlar, nitekim EDF’nin ve diğer partilerin soykırım sürecinde direnişi etkisizdir.
Bu devletçi yapıdan dolayı içkin olan antidemokratik karakterin aynı zamanda sol hareketlerin genel zaafını oluşturması bir başka tehlikeyi de beraberinde taşımaktadır: Devlet gibi davranmak, zor kullanmak, şiddeti özümsemek. Bu şiddeti birbirine uygulamak artık olağan sayılmaktadır. Bu pratik devlet geleneğinde yeterince vardır: İktidar için kardeş katli!
Resmi ‘sol’ tarihte işçi hareketlerinden söz edilir, lakin etnik kökeni farklı diye önderlerinden söz edilmez. Mürettibin Cemiyeti’nin grevinden övgüyle söz edilerek bu olay Türkiye işçi hareketinin kilometre taşlarından biri olarak nitelenirken, bu grevin önderi Palulu Ermeni önderi Karekin Kozikyan’dan (Yessalem) söz edilmemesi Türkiye sol hareketinin içindeki milliyetçilik virüsünden, İttihatçı damarından kaynaklanmaktadır. İttihatçıların ‘sol’ harekette kolayca yer almaları da anlaşılmazdır. 1915 soykırımının baş aktörlerinden, iki yüz bin Ermeni’nin katledilmesinden sorumlu Deyr Zor mutasarrıfı Salih Zeki (Zor) Divan-i Harp’te yargılanmaktan kurtulmak için gittiği Bakü’de TKP içinde kolayca yer bulabilmiş. Hatta Mustafa Suphi ile Mustafa Kemal arasında irtibatı sağlayacak bir işleve kavuşabilmiştir. Bakü Doğu Halkları Kurultayı’nda 1915’te Ermeni halkının başına gelenlerin Amerikalı enternasyonalist John Reed dışında kimse tarafından dile getirilmemesi de bu etkenlerden kaynaklanmaktadır. TKP Ermeni sorununa bakışında İttihatçı söylemin dışına çıkmamıştır. Ermeni soykırımını mukatele olarak algılaması ve  adlandırması sonucu olarak, Teşkilat-ı Mahsusa elemanı  Salih Zeki gibilerle ilişkiyi mahzurlu görmez. Karabekir, Maçka’da kafileden ayırdıkları TKP elemanlarına ilişkin, “Türkistan’daki hidmet-i mezküreleri hakkındaki müteaddit zevatın şahadetlerine binaen… serbestiye mahzar” olduklarını kaydeder. TKP, yanı başında Ermenistan yok edilirken de seyircidir. Ermenistan’da Taşnak’ların devrilmesini alkışlarken, Ermeni halkının katledilmesini görmez.
Ermeni devrimci hareketi ve diğer etnik kökenli sol hareketler
1 Mayıs’larda proletaryanın yüzyıllık mücadelesi özenle vurgulanmaya gayret edilse de, bu mücadelenin nasıl olduğu ya da nasıl bir önderlikle yürütüldüğü hususu özellikle es geçilir. Geçilmek zorundadır. Türkiye’de her şey Türk olmak zorunda olduğundan; Türk futbolu, Türk mutfağı… gibi Türkiye solu da Türk olmalı ve Mustafa Suphi gibi bir Türk kökenliden başlamalıdır(!) Bu şekilde bu coğrafyada sosyalizmin öncüsü olan Ermenilerin, Elenlerin, Musevilerin, Bulgarların, Makedonların adları anılmasın. Bu tavır bilgisizlikten değil, doğrudan Türk solunda mevcut İttihatçı/Kemalist genden kaynaklanmaktadır. Bu yanlış bilinç bir sistem dahilinde yeniden üretilmektedir.
Bu coğrafyada sosyalist hareket Mustafa Suphi’den çok önce başlamış ve oldukça ilerleme kaydetmiştir. Mustafa Suphi, Selanik İttihat Kongresi’nde Eğitim Bakanlığı isterken, Selanik sokaklarında proleter grupların istekleri farklıdır: Mustafa Suphi kongrede iktidar isterken, Selanik proleterleri iş, ekmek ve özgürlük istemektedirler. Mustafa Suphi’nin Jön Türklere karşı muhalefete geçmesi istediği bakanlığın verilmemesinden sonradır. Komünist harekete katılması ise daha da sonraki bir tarihe rastlar. Kurucusu olduğu partinin kuruluşunda eski İttihatçılar baştadır ya da eski İttihatçıların Bakü Kurultayı öncesinde kurdukları partinin dönüştürülmesi olarak da nitelenebilir.
Avrupa'nın öteki imparatorluklarının tersine Osmanlı imparatorluğu'nda kültürel egemenliğini, sosyalist hareketi de denetlemesine elverecek kadar sağlamlıkta kurmuş herhangi bir etnik grup yoktur. Partiler ve organizasyonlar kendi cemaati çerçevesinde örgütlenir ve etkinlik gösterirler. Diğer unsurlara çağrı yapmalarına rağmen başarılı oldukları söylenemez. Bu bakımdan gayrimüslim etnik unsurların daha gelişkin olduğu, "hâkim milliyet"in (yani Türklerin) ise henüz bir ulus olma bilincini edinme sürecinde yaşadığı ve bir sosyalist akıma önderlik edecek konumda bulunmadığı gibi, diğer etnik unsurların da etkinliği kabul edilmemektedir. Örneğin, uluslararası bir sosyalist parti yaratmak için Ergatis'i yayımlayan İstanbul nüfusunun en geniş kesimini oluşturan Rumların kurduğu Türkiye Sosyalist Merkezi gibi bir etnik cemaat örgütünün Osmanlı sosyalizmine önderlik etmesi kabul görmez. Etnik unsurların rekabet halinde oluşu (zaman zaman birlikte davransalar bile) işbirliğini güçleştirmektedir. Kısa süreli de olsa etnik unsurlar arasında işbirliğini gerçekleştiren, bir Balkan federasyonu perspektifli Selanik İşçi Federasyonudur. SİF 1909 Mayıs-Haziran'ında bir grup militan Sefarad Yahudi (A. Benaroya, A.J. Arditti, D. Recanati, J. Hazan) ile bazı Bulgar ve Makedonlar tarafından kuruldu ve aynı haziran ayında İkinci Enternasyonal'e üyelik için başvurdu. Enternasyonal'in Osmanlı Seksiyonu olarak Türkiye İşçi Partisini meydana getirecekti. Bu istek, Uluslararası Sosyalist Büro’un 7 Kasım 1909 günkü toplantısında görüşüldü. Büro sekreteri Camille Huysmans, toplantıya Enternasyonal'in 1907'de Türkiye Ermenistanı altbölümü üyeliğe kabul etmiş olduğunu hatırlattı. O zaman, ancak Türkiye'de yaşayan bütün milliyetleri kapsarsa bir Osmanlı Seksiyonunun örgüte alınması kararlaştırılmıştı. Bu durumda, Vaillant'ın önerisiyle, SİF'in Osmanlı Seksiyonu olarak değil, bir Selanik İşçileri altbölümü diye kabulüne ve Uluslararası Sosyalist Büro'da tek oyla temsil edilmesine karar verildi. Federasyon, işçilerin mücadelelerinde önemli bir yol göstericilik rolü oynuyor, Selanik işçilerini somut örneklerle, durmadan örgütlenmeye ve sınıfsal dayanışma bilincine erişmeye teşvik ediyordu.
Dört dilde haftalık olarak yayınladığı gazetelerinde yerel işçi yaşayışına ilişkin yazıların yanı sıra, Rabotniçeski Vestnik'te ve daha sonra yayınladığı Sliidaridad Obradera’da da çağın önemli sorunlarına değinen makaleler yayımlandığını görüyoruz. Federasyon'un haftalıklarının, Federasyon yandaşlarına bir siyasal bilinç vermek amacında oldukları şüphesizdir. Bu yayınlar, zamanın sorunlarını en küçük bir sakınmaya başvurmaksızın sosyalist bir görüş açısından inceleyen süreli organlardır. Bu organlarda çıkan bazı yazılar açıkça "kuramsal" niteliktedir. Özellikle A. Tomov ve A. Benaroya -en çok da Rabotniçeski Vestnik sütunlarında- Balkan sosyalizminin büyük sorunları üstüne gitmekten hiç çekinmemişlerdir. İlgilerinin odak noktası ulusal sorundur. Millî bayrak adına hareket eden burjuvazinin proleter kitlelerini sömürmesi nasıl önlenebilir? İşçilerin bilincini engelleyen etnik ve dinsel ayrılıkların nasıl üstesinden gelinebilir? Balkan fırtınasının tam yüreğindeki Selanik için en önemli konu buydu. Zamanın başka birçok önemli sosyalist önderi gibi Benaroya ve Tomov sosyalizmin millî husumetlere galebe çalacağından emindiler. Ellerinde dayanılmaz bir silah olduğuna inanıyorlardı. Bu silah federatif ilkeydi. Hepsi birden Osmanlı proletaryasını oluşturan çeşitli ulusal gruplar arasındaki ayrılıklara, bir sendikalar ve siyasal örgütler federasyonuyla son vermek amacındaydılar.
Anahid Ter Minasyan, 1887 Ermeni Sosyal Demokrat Hınçakyan Partisi’nin kuruluşundan 1921’de Doğu Ermenistan’ın Sovyetleştirilmesi dönemine kadar Ermeni devrimci hareketinin milliyetçilikten ayrılmadığını ifade eder. Bu bir bakıma ezilen bir ulus için dönemin siyasal iklimine de uygundur. Ermeni devrimci hareketlerine baktığımız da Anahid Ter Minassian hiç de bulanık olmayan bir yargı veriyor: “1887'den Moskova Antlaşması’nın Anadolu'da bir Ermeni vatanı kurma tasarılarını sona erdirdiği 1921'e kadar, Ermeni kurtuluş hareketi içinde sosyalizm milliyetçilikten ayrılamazdı. Kafkasya Ermenileri, ulusal hareketin evrimine -terimin geniş anlamıyla- sosyalizmi kattılar...”
MİDÖ, Taşnak ve Hınçak gibi gruplar, Sultan Hamit rejimine karşı şiddet ve militanlık yollarıyla mücadele etmeyi önerdikleri ölçüde, sosyalist oldukları kadar anarşist olarak da görülebilirler. Kurtuluş hareketlerinde sosyalizm ile milliyetçiliğin birbirinden ayrılmaz biçimde iç içeliği eğilimi diğer etnik unsurların sosyalist organizasyonlarında da farklı değildir. Makedonya İç Devrimci Örgütü (MİDÖ) de Makedonya'yı Türk yönetiminden kurtarıp bütün halklara açmayı, aynı zamanda onu rakip kiliselerin ve devletlerin egemenliği altından çıkarmayı amaçlayan bir örgüt olarak tanımlanıyor. Örgütün kendisi sosyalist bir örgüt olmasa bile önderlerinin sosyalist olduğu bilinmekte ve Makedonya'daki çoğu sosyalistlerce de desteklenmektedir.
Ermenistan'da, hepsi de aydınlar tarafından kurulan ilk siyasal partiler, 1885'te Van'da kurulan Armenakan, 1887'de Cenevre'de kurulan Sosyal Demokrat Hınçakyan, 1890'da Tiflis'te kurulan Taşnaksutyun ya da Ermeni Devrimci Federasyonu’dur (EDF). Bunların amacı, Doğu Anadolu vilayetleri için Berlin'de söz verilen reformların yapılmasını sağlamak ve Osmanlı İmparatorluğu Ermenilerini devrimci olarak yetiştirmekti.
Bu partilerden birincisi demokratik ve liberal bir partiydi; üyeleri ve etki alanı Osmanlı coğrafyasındaki Van yöresiyle sınırlıydı. Diğer ikisi, Kafkasların Ermeni aydınlarınca kurulmuşlardı ve sosyalisttiler. Rusya ve Avrupa üniversitelerinde eğitim gören bu Ermeni aydınlarının -tıpkı Rus intelligentsiası gibi- Mesihçi ve devrimci bir vizyonları vardı. Ermeni halkını Asya karanlığından çekip çıkarmak, ekonomik gerilik ve siyasal bağımlılıkla savaşmak ve halkı daha Batılı bir uygarlığa yöneltmek istiyorlardı. Plehanov'un dostları olan Hınçaklar, kendilerinin Marxist oldukları savındaydılar, fakat kültürce de zihniyetçe de hep halkçı (popülist) olarak kaldılar. Sosyalistliği önceleri çok belirgin olmayan EDF, Rusya'nın devrimci sosyalizmi ile Jaures'in sosyalizmi arasında tereddüt etti. Ermeni sosyalistlerini Rus İmparatorluğu'nda sınıf savaşı ile Osmanlı İmparatorluğu'nda ulusal savaşım yürütme arasında bir tercih yapmaya zorlayan Rusya'nın 1905'teki devrimci bunalımını sağ atlattı. 1907'de İkinci Enternasyonal'e kabul edildi. Bu partilerin her üçü de, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Ermeni çiftçileri siyasal bakımdan eğitmeyi, haydutlara ve Kürt kabilelerinin yağma ve şiddet hareketlerine olduğu gibi, Ermeni vurguncuların açgözlülüğüne ve Osmanlı memurlarının gaddarlıklarına da karşı öz-savunmalarını örgütlemeyi kendi görevleri sayıyorlardı. Silahlı fedai gruplarına, zorunlu olmadıkça herhangi bir yere saldırmamaları, güç durumdaki köylere yardım etmeleri, Hıristiyan teb'ayı eğitmeleri ve onları her türlü baskıya karşı direnmeye yüreklendirmeleri talimatı verilmişti. Ermeni devrimcileri, sosyalizmi (çağdaşlaşma ve adalet gibi) ekonomik ve toplumsal sorunlara, hatta daha önemlisi, etnik çeşitlilikle kültürel uçurumların kural olduğu Doğu'da milliyet sorununa cevap verebilecek almaşık bir ideoloji sayıyorlardı. Fikri sosyalizm ve varlığı birçok devlet sınırını çaprazlamasına kesen (transnational) bir halkın gitgide büyüyen sosyalizmi Ermeni Sorunu'nun çözümüne yardım edebilirdi; ama bunu, altında uluslar arasıcı (enternasyonalist) öğreti ve taktik olmadan yapamazdı. Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’nin azami programı sosyalist bir programdır (ek 1). Asgari programında, demokrasi ve özgürlük vurgulanır (ek 2). Ermeni Devrimci Federasyonu’nun (Taşnaksutyun) bildirisi bu bakımdan tüm unsurları kucaklar niteliktedir (ek 3).
Hınçak, Taşnak ve diğer sosyal demokrat Ermeni sosyalistlerinin, Kafkaslar ötesinden (1905 Devrimi) İran'a (1906-12 anayasacılık hareketi) ve Osmanlı İmparatorluğu'na (1908 Jön Türk Devrimi) kadar Doğu'da gelişen devrimler çemberine katılmalarının da nedeni budur. Şunu da ilave edelim: Anadolu’da tabanı olmayan İTC’nin örgütlenebilmesi için Ermeniler örnek bir dayanışma göstermişlerdir. Jön Türk bildirilerinin Anadolu’ya ulaştırma ve dağıtımında rol almalarının yanında İttihat kulüpleri Hınçak ve Taşnak kulüplerinin bitişiğinde açılırken, Ermeni örgütlerinin kuruluşunda kurucu üye olarak da desteklemişlerdir. İTC güçlendiğinde Ermenilere ihtiyaç kalmayacak, onları kadim topraklarından kazıyacaktır.
Birinci Büyük Savaş, Osmanlı İmparatorluğu halkları için bir felaket oldu. 1915 yılında yapılan tehcir ve soykırımdan sonra, sağ kalan militanlar eliyle, göç ettirilenlerin ve sığınmacıların toplandığı Yakın Doğu ülkelerinde Hınçaklar ve Taşnaklar partilerini yeniden kurdular ve topluluklarının sürgünde nasıl korunacağını tartıştılar. Taşnaklar Sosyalist Enternasyonal’le ilişkilerini yeniledi ve Sovyet rejimini eleştirdi, Hınçaklar ise onu destekledi. İlk Ermeni komünistleri Hınçaklardan çıktı. Bunlar, İran, Suriye, Lübnan ve Mısır’da komünist partilerin kuruluşunda tarihsel roller oynadılar.
Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Ermeni sosyalist basınından söz edersek, Haraç (İleri), Azadamard (Özgürlük Kavgası) ve Aşhkadank (Emek) gazetelerini de anmak gerekir.
(Vorwaerts'in Ermenicesi olan) Haraç, 31 Mayıs 1909'da Erzurum'da Yegişe Topciyan tarafından kurulmuştu. Önce iki haftada bir çıkıyordu, bir ara günlük oldu, sonra 1914'e kadar üç haftada bir yayımlandı. 1911'de başyazarlığına Şavarş Misakyan getirildi. İlk sayının başyazısı, Haraç'ın programını açıklamaktadır. (Doğu) Anadolu'nun en büyük kenti olan Erzurum, Yerkir'in (vatan) de başlıca şehridir. O yılın Mart-Nisan aylarındaki bunalım sırasında, Erzurum'daki ordu Jön Türklere başkaldırmış ve Ermeniler Adana olaylarının burada da yineleneceğinden korkmuşlardır. Haraç, Erzurum'da halka Anayasa'nın (Kanunuesasî) ilkelerini tanıtmaya ve Türkçe-Kürtçe ekler çıkararak vatan’ın insanları arasında barış ve kardeşliği sağlamaya çalışıyordu. “Rehberi sosyalizmin yüksek ilkesi olan” Haraç, sadece sömürülen emekçileri -nüfusun ezilen çoğunluğunu oluşturan, okur yazar olmayan çiftçileri, yoksul zanaatçıları, tarım ve inşaat işçilerini- savunmakla kalmak istemiyor, cahil bırakılmış ve ailesinin erkeklerinin otoritesine tabi tutulan Ermeni kadınını özgürleştirmeyi ve yörenin kültürel gelişmesine katkıda bulunmayı da amaçlıyordu. Gazete Jön Türklerin siyasal gelişimine gitgide daha eleştirici gözlerle bakmış, dikkatini tarımsal sorunlar, kırlık alanlardan göç ve Batı emperyalizmi üzerinde yoğunlaştırmıştır. Düzenli olarak da sosyalizm hakkında yazılar basmıştır.
Azadamart (Özgürlük Kavgası), 1909 Haziran’ında İstanbul'da kurulmuştur. 10.000 - 15.000 satan bu gazete, EDF'nin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki parti organıydı. Yönetmeni olan Ruben Zartaryan (1874-1914), Harput yakınlarında doğmuş, genç bir halkçı yazardı. Azadamard, pek çok bakımdan yetkin bir kaynaktır. 1908-14 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu'nun Ermeni topluluğu, EDF ile Jön Türklerin ilişkileri, demokratik, liberal ve sosyalist fikirlerin, ayrıca da Fransız ve Alman etkilerinin yayılması gibi konuları inceleyebilmek için, bu dönem çıkan Azadamart sayılarının sıkı bir çözümlemesini yapmak gereklidir; oysa hala böyle bir çaba gösterilmemiştir. Bu gazete, -beklenebileceği üzere- en çok Ermeniler arasında etkili olmuştu. O kısa kültürel çiçeklenme döneminde, okuyucularına birçok yazar, tarihçi ve toplum bilimciyi tanıtan Azadamart, ağır Osmanlı sansüründen payını almıştır. Birçok değişik başlık altında ve çeşitli başyazarların yönetiminde yayımlanmıştır. Bakin (1911), Butania (1912), Haraçmart (1913), Aztak (1913), Meghu (1913) ve Şant (1913-14). 1914 Ekim’inde yasaklanan gazete 1918 Mütarekesi'nden sonra Atraramard diye çıkmış, bazı değişikliklerden sonra da Cagadamard adını almıştır.
Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndaki sosyalist grubunu da Ermeniler oluşturmaktadır. 1908-12 Meclisi'nin bileşiminde 220 Müslüman üyenin yanında 40’ın üstünde gayr-i Müslim mebusun içindeki birkaç sosyalist milletvekilinin sayılarının çok üzerinde bir etkinlikleri vardır. Meclisteki sosyalist grupta dördü Taşnak: (Erzurum mebusları) Garo Pastırmacıyan ve Varteks Serengülyan, (Muş mebusu) Keğam Garabedyan ve (Van mebusu) Vahan Papazyan. İki Ermeni milletvekili de Hınçak Partisi'ndendi: Dr. Nazaret Dagavaryan (Sivas) ve Boyacıyan (Kozan). Nihayet, sosyalistlerin en önemlilerinden biri de Bulgar mebusu Dimitri Vlahov (Selanik) idi. Vlahov, Parvus'ta öylesine etkileyici bir izlenim bırakmıştır ki, Parvus, Kautsky'e mektuplarında ondan söz etmektedir. Kerim Sadi, Vlahov’un 1911 yılında Selanik’te verdiği konferansların birinden söz eder. Bu konferans bir seçim çalışmasıdır: “Selanik'te çıkan Yeni Asır gazetesi, Osmanlı Mebusan Meclisi'nde sosyalist mebus olarak bulunmuş bir hatibin konferansını kaydediyordu ki, birçok cihetlerden tahlile değer özelliktedir. Sabık Selanik Mebusu Vlahof Efendi tarafından, Grandotel’de verilmiş olan bu konferansta Amele Heyet-i Müttehidesi ile anâsır-ı saireye mensup binden fazla dinleyici hazır bulunmuştu. Hatip, nutkunda, Mebusan Meclisi'nin fesih sebeplerini açıklayan bir girişten sonra, seçim için gerekli vasıflardan bahsetmiş; programını kabul ettiği ve itimadını kazandığı Amele Heyet-i Müttehidesi azasına (İşçi Federasyonu üyelerine) üç buçuk senelik çalışma hayatının bir özetini sunmuştur. Hatip, bu özette, bilhassa sosyalistlerin haklarını muhafaza yolunda sarf edilen gayretlerin ve sonuç olarak meydana çıkan başarının ve başarısızlığın sebeplerini şerh ve izah etmiş; bu hususta, ekonomik ilerlemeleri gerekli sayarak, hazırlanan ve incelenen kanun projelerinin sunuluş biçimi ile bu ilerlemeye engel sayılan sosyalistlerin ne dereceye kadar ilerlemeye hizmet ettiklerini istatistiklerle beyan ve ispat eylemiştir. Vlahof Efendi, Mebusan Meclisi'nin üç buçuk yıllık geçmiş hayatına ait olan çalışmasının özetini bitirdikten sonra, bugünkü halin eski mebuslar için bir imtihan devresi olduğunu zikrederek, iyi çalışanların emniyet ve itimat kazanacağını ve programını benimsediği ‘İşçi Federasyonu’ ile diğer seçmenler de kendisine emniyet ve itimad ederlerse, yeni Mebusan Meclisi'nde ne suretli çalışacağını anlatmıştır.”
Ermeni devrimcileri, 1915 soykırım sürecinde bir askeri operasyon çerçevesinde toplanıp katledilerek kadim topraklarından kazındılar. Bu operasyonun bir parçası olarak Sosyal Demokrat Hınçak Partisi militanları ve yöneticilerinden 120’si 1-14 Haziran 1915’te evlerinden toplandılar, aynı gün askeri mahkemede yargılanıp başta PARAMAZ (Madteos Sarkisyan) olmak üzere içlerinden 20 yönetici 2-15 Haziran 1915 tarihinde Beyazıt Meydanı'nda idam edildiler. Paramaz son söz olarak arkadaşları adına: "Siz yalnız bizim vücudumuzu ortadan kaldırabilirsiniz, bizim ideallerimizi asla, bu ideallerimiz yakın gelecekte gerçekleşecek ve bütün dünya bunu görecek, ideallerimiz sosyalizmdir..." sözleriyle, idam sehpasında sosyalizm ideallerini tekrar eder.
Ekler:
Ek 1, S.D. Hınçak Partisi’nin azami program özeti
Şimdiki toplumsal sistem adaletsizlik, baskı ve kölelik üstüne kuruludur. Ekonomik köleliğe dayanan bu örgütlenme, ancak yumruklarının gerçeğine inanan, işçi sınıfını yağmalayan, böylelikle de insan ilişkilerinde eşitsizlik ve adaletsizlik yaratan kuvvet sahipleri arasında gelişebilir. Bu eşitsizlik, yaşamın ekonomik, siyasal, toplumsal ve maddî bütün alanlarında ortaya çıkmaktadır. İnsanlığın küçük bir azınlığı, emek gücünün teri ve kanı pahasına iktidarı eline geçirmiş ve pekiştirmiş, toplumsal ve siyasal ayrıcalıklar edinmiştir.
Özel mülkiyet, bütün insanlığın türlü biçimlerdeki köleliğine dayanmaktadır. Bugün dünyayı yöneten azınlığın temel ilkesi ve başlıca niteliği, budur.
Bu acıklı ve haksız duruma, ancak sosyalist örgütlenme, halkın doğrudan iktidarını kurup koruyarak, herkese toplumsal işlerin düzenlenmesine gerçekten katılma olanağı vererek çare bulabilir. Sosyalist sistem insanların doğal ve yadsınamaz haklarını gerçekten savunur; her bireyin bütün güçlerini, bütün yetenek ve olanaklarını çeşitli biçimler altında tam olarak geliştirmesini destekler; her türlü toplumsal ve ekonomik ilişkiyi barış içinde örgütler, halkın iradesinin gerçek ifadesi olur.
Bu temel inançlar doğrultusunda, Hınçak grubu sosyalisttir. Ülküsü ve uzun erimli amacı, Ermeni halkının ve ülkesinin yararına sosyalist örgütlenmeyi gerçekleştirmektir.
Ek 2. S.D. Hınçak Partisi’nin asgari program özeti
Türkiye Ermenistanı’ndaki Ermeni halkı, bugün siyasal ve ekonomik kölelik zincirlerine vurulmuş bir cemaat halinde yaşamaktadır. İktisaden müflis bir hükümetin yöneliminde birbirini izleyen her malî bunalımda iki ya da üç katına çıkan çeşitli dolaylı ve dolaysız vergilerle ezilmektedir. Topraklarına hükümet tarafından sürekli olarak saldırılmakla, emeklerinin ürünleri de gerek devletin gerekse özel kişilerin yağmasına uğramaktadır. Bu koşulların arasına sıkışmış insanlar, ancak hükümeti ve doymak bilmez sınıfları beslemek için çalışmakta ve üretim yapmaktadırlar.
Siyasal haklardan büsbütün yoksundurlar. Sessizce kölelik etmeye ve edilgence söz dinlemeye zorlanmışlardır. Mahkemede tanıklık yapamazlar. Canlarını korumaya kalkışırlarsa suçlu düşerler, sefil kaderlerinden yakınırlarsa kabahatli olurlar. Dinleri yüzünden kovuşturmalara uğratılırlar, canları ve malları hep tehlikededir. Sürekli olarak da vahşi aşiretlerin şiddetli saldırılarına maruz kalırlar. İşte maddeten ve siyaseten çöküş halinde olmalarının, sefil koşullarda yaşamalarının sebepleri bunlardır. Halkı yoksulluğundan kurtarmak, doğru yola çıkarmak ve sonul amaç olan sosyalist örgütlenmeyi gerçekleştirmesine olanak sağlamak için, Türkiye Ermenistanı’nda her şeyden önce, kısa erimli amaçlar olarak, geniş tabanlı bir demokrasinin kurulması, siyasal özgürlüğün ve ulusal bağımsızlığın olması zorunludur.
Ek 3. Taşnaksutyun bildirisi
Bizim kendimizin kim olduğumuzu, karşıtlarımızın ve düşmanlarımızın kimler olduğunu anlamamızın zamanı geldiğine inanıyoruz. -“Biz” derken, “Taşnak” ya da diğer Ermeni devrimci partilerini değil, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan ve müstebit hükümetin yıkıcılığına, yağmacılığına ve baskıcılığına uğrayan herkesi, bütün Osmanlıları, yani bütün Türkleri, Ermenileri, Arnavutları, Arapları, Rumları, Süryanileri kastettiğimiz anlaşılmalı. Özgürlük, uygarlık ve temel insan haklarından yoksun olanlar, ızdırap alevleri üstünde cayır cayır yanıyor ve dayanılmaz acılar çekiyorlar; ama felaketli kaderlerini kavradıkları için, istibdada ve mevcut rejime karşı ayaklanıyor ve kanları pahasına özgürlük, eşitlik ve insanlıklarını kazanmaya savaşıyorlar.
Müstebit hükümetin varlığını sürdürmesini güvenceye almak, kendi çıkarları için makam ve mevkilerini korumak isteyenleri, yiyicileri (mürteşileri), faizcileri (murabahacıları), yasadışı ve zorba soyguncuları hasımlarımız ve düşmanlarımız arasında sayıyoruz.-
Mevcut hükümete taraf olanların ve ülkedeki kargaşadan çıkar sağlayanların, yoksulları soyanların hepsi; özgürlük ve eşitliğe karşı koyanlar, ister Ermeni olsunlar, ister Türk, Arap, Süıyani, Arnavut ya da Rum, bizim hasmımız ve düşmanlarımızdır, öyle de kalacaklardır.
Bizim bayrağımız altına girenlerse, ırk ya da din ayrımı olmadan, özgürlük ve eşitliği isteyenler, müstebid hükümetten nefretle bütün halkları kölelikten, yağmadan ve haydutluktan kurtarmaya çalışanlardır.
Biz özgürlüğüz, bilgiyiz, eşitliğiz, yasayız. Düşmanlarımız istibdaddır, cahilliktir, köleliktir, yağmadır, adaletsizliktir.
Biz işçileriz, biz ülkemizin lanetlileriyiz, alevleri yükseltenleriz, ülkemizdeki yenilikçileriz biz.
Düşmanlarımız tembeller ve yiyicilerdir, memleketi yabancılara satanlar, bizi kılıçtan geçirenler ve kıtlığa mahkum edenlerdir.
Biz çalışan, ama ekmeği olmayan halkız; karşımızdakilerse tembeldir, ama her zaman onlar toktur, zengindir ve debdebe içindedir.
Ek 4. Ermeniceye çevrilmiş sosyalist yayınlar
A. Bebel, Kadın ve Sosyalizm. Tiflis,
A. Bogdanov, Ekonomi Bilimi. Özet. Çeviren Aşot Çilingiryan. Tiflis, 1907. 365 s.
Sanat ve İşçi Sınıfı. Çeviren Khoren Lorentz. Önsöz "Eski ve Yeni Sanat," A. Karinyan. Moskova, 1920.
İnsanla Makine Arasında. Çeviren S.D. Tiflis, İşçi Basımevi.
V. Brague, Kahrolsun Sosyal Demokratlar. Çeviren Dıratsyan. Basan Vartanyan, 1906.
Kahrolsun Sosyal Demokratlar. Çeviren M.D. Şvod. Basan Hermes. Tiflis, 1906.
F. Engels, Fransa'da ve Almanya'da Tarımsal Sorun. Bir Rusça çeviriden çeviren Kar. Papovyan. Basan Hermes. Tiflis, 1906.
J. Jaures, Burjuva Mülkiyeti ve Geleceği. Çeviren S.S. Basan Hermes. Tiflis, 1906.
K. Kautsky, Devrimci İsa. Çeviren S. Hovhannesyan. İstanbul, 1913.
Avusturya'nın Bunalımı (dil ve ulus). Çeviren K. Popoviantz. Akhaltzkha, 1906.
Rusya'da Köylüler ve Devrim. Çeviren S. Banvoryan. Gütenberg Basımevi, 1907.
Sınıf Çıkarları Arasındaki Çelişkiler. Çeviren R. Daşdoyan. Bakü, 1907 (İşçinin Kütüphanesi, No 10).
Erfurt Programı. Çeviren H. Azadyan. Gütenberg Basımevi, 1907.
Çağdaş Milliyet. Çeviren K. Papovyan. Basan Hermes, 1905.
Kapitalist Sınıfı. Çeviren Sabah-Kulyan. Paris, 1906.
Sömürge Siyaseti. Çeviren R. Hanazad. Tebriz, 1904.
Temsili Hükümet. Çeviren R. Hanazad. Basan Hermes. Tiflis, 1906-7.
Friedrich Engels: Yaşamı ve Yapıtı. Çeviren Sunık. Meşveret Basımevi, 1910.
Devlet Duması. İşçinin Kütüphanesi. Tiflis, 1906.
Milliyetçilik. İşçinin Kütüphanesi. Tiflis, 1906.
A. Kollontay, Sosyal Demokratlar Kimlerdir ve Ne İstiyorlar? İşçinin Kütüphanesi. Tiflis, 1906.
Paul Lafargue, Yalın Sosyalist Gerçekler Hakkında. Ermeni SD Örgütü yayım. Cenevre, 1906.
J. Guescle ve P. Lafargue, Sosyal Demokrasinin İstemleri. Cenevre, 1905.
F. Lassalle, Anayasanın Niteliği Üstüne. Çeviren K.R 1908.
K. Marx, Komünist Partisinin Manifestosu, Çeviren S. Şahumyan. Cenevre, 1904.
Komünist Partisi'nin Manifestosu. Çeviren M.M. özel basım, 1906.
Ücretli Emek ve Sermaye. Çeviren S. Şahumyan. Basan Hermes. Tiflis, 1906.
L Martov, Sosyal Devrimciler ve Proletarya. Tiflis.
Rusya'da Siyasal Partiler. İşçinin Kütüphanesi. Tiflis, 1906.
L. Petrov, İki Program. Çeviren K. Papovyan. St. Pelerburg, 1906.
G. Plehanov, 1 Mayıs, Baku, 1907.
1 Mayıs. İstanbul, 1912.
Yazarı adsız, 1 Mayıs, Meşveret Basımevi. Trabzon, 1909.
B.. Stern, Hasta Adam. Türkiye'den Kültürel Sahneler. Çeviren L. Babayan. Basan Hermes. Tiflis, 1905.
V. Çernov, Ekonomik Kategoriler Olarak Çiftçi ve İşçi. Çeviren L.N. Basan Hermes, 1906.
E. Vandervelde, Marxizm’deki İdealizm. Çeviren S. Der Ananyan. Basan Hermes. Tiflis, 1907.
 
Kaynakça:
1. Teotig, Huşartsan, 1919 İstanbul, O. Arzuman Matbaası
2. Mete Tunçay, Erik Jan Zürcher, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, Çev. Mete Tunçay, İletişim, 2004
3. Kerim Sadi (A. Cerrahoğlu) Türkiye’de Sosyalizm Tarihine Katkı, İletişim, 1994
4. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, Der. M. Türköne/ T. Önder, İletişim, 1994
5. Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Bilgi Yayınevi, 1967
6. Rasim Başaran, Kıymetli Bir Hatıra, 27 Haziran 1335’ten 29 1.Teşrin 1923’e, Tasviri Efkar, 29 Ekim 1943
7. Emrah Cilasun, Mustafa Suphi'yle Yoldaşlarını Kim Öldürdü? Agora, 2008.
8. Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Çev. N. Satlıgan, T. Ağaoğlu, O. Göçmen, Ş. Alpagut, Yordam Kitap, 2008.
8. Sait Çetinoğlu, Kırmızı Yanlışlarımı Çok Severim, Mesele, Mayıs 2008.
9. Karabet Çalyan, Adana Vak’ası Hakkında Rapor, İstanbul 1327.