7 Ocak 2011 Cuma

Hani her şeyi konuşacaktık!

Hani her şeyi konuşacaktık!  

MUHSİN KIZILKAYA  
Hani her şeyi konuşacaktık!
Vaktiyle, “Kürtler bu ülkede her şey olabiliyorlar, milletvekili, bakan, başbakan, hatta cumhurbaşkanı da, daha ne istiyorlar?” diye yaygın bir söylem vardı. Buna hemen hemen herkes inanıyor, bu cümleyi duyar duymaz üstünde fazla düşünmeden “valla öyle” diyerek onaylıyor, Kürtler adına silahlı mücadele verenler de dahil olmak üzere hiç kimsenin ne istediğini kendilerinin bile anlamadığını veya bunu izah edemediklerini söyleyip tezlerine haklılık kazandırıyorlardı. Bir an öyle bir noktaya gelindi ki, Kürtlerin kendileri bile ne istediklerini doğru düzgün anlatamadıkları için kendi taleplerine yabancılaştılar. Yine vaktiyle Diyarbakır’da bir televizyon mikrofonu yaşlı bir adama uzatılır, “Amca Kürtler ne istiyor?” diye sorar röportajcı. Yaşlı adam hiç sektirmeden, yüz yıldır anlatamadıysak demek hata bizde der gibi, “Kürtler quzilqurt (zıkkımın kökünü) istiyor,” diye cevap verir gülerek, röportajcı meseleyi hâlâ anlamamış, aval aval bakar adamın yüzüne.
 Bir süre sonra “Kürtler daha ne istiyor?” argümanın aslında pek de öyle sağlam bir argüman olmadığı ortaya çıktı. Evet, Kürtler bu memlekete her şey olabiliyorlardı; milletvekili, bakan, başbakan, hatta cumhurbaşkanı da... Bir tek Kürt olamıyorlardı. Kürt olduklarında hiçbir şey olamıyorlardı çünkü. Kendi kimliğinden vazgeçtiğin, Türk kimliğine bürünmekten gocunmadığın, evinde Kürtçe konuşmaktan imtina ettiğin, ama yakın akrabalar arasında kulağına çalınan Kürtçe bir sese, bir ezgiye de nostaljik bir tepki vermeye devam ettiğin, kimliğine folklorik bir malzeme muamelesi yaptığın sürece bu devlet önündeki bütün engelleri kaldırıyor, seni istediğin yere getirebiliyordu.
Çünkü ulus yaratma projesini bizzat ulusun kendisi başlatmamıştı, devlet denilen bir aygıt vardı, devlet bir ulus yaratmaya soyunmuştu ve bu ulusu da o memlekette yaşayan birbirinden farklı etnik gruplardan toplamaya başlamıştı. Kendi kimliğinden vazgeçip Türk olmayı kabullenen “kim olursa olsun gelsin, başımızın, gözümüzün üstünde yeri var”dı.
Böylece devletimiz, Anayasaya da “Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür,” tanımını koyup, “kanun yoluyla” Türk olabilmeyi başaran ilk devlet oluyordu.
Bu arada Kürtlerin dili yasaklanmış, kimlikleri inkâr edilmiş, köyleri boşaltılmış, evleri yağmalanmış, hapishanelere doldurulup olmadık işkencelere maruz bırakılmış, sürgüne gönderilmiş kimin umurunda... Şakiler başkaldırıyordu ve cezaları ağırdı. Devlete başkaldıran sonuçlarına da katlanırdı.
Şakiler de hep başkaldırdı; devlet de hep başkaldıranları cezalandırdı. Bir tek devlet “eşkıyayla pazarlık yapmazdı.” Ama bunun istisnaları da zaman zaman mevcuttu. Örneğin devlet; Hakkari’de, Bitlis’te, Siirt’te dağa çıkıp bir sürü cinayet işlemiş olan sıradan eşkıyaya vali gönderip pazarlık yapıp onları dağdan indirebilir, demokratik aşiret kültürüne tekrar katabilirdi. Sadece kendisine başkaldıran okumuş yazmışlara aman yoktu. Bu kez okumuş yazmışların “isyanı” ötekilere benzemedi. Uzun sürdü. Devlet inatçıydı, “eşkıyayla” pazarlık zinhar olmazdı. Bırakın pazarlığı “konuşmaz”dı bile. Hele hele “müzakere” hiç yapmazdı. Dolayısıyla sorun bütün devasa boyutlarıyla orta yerde durdu. Kan aktı, gözyaşı aktı, kin aktı, nefret aktı; bir tek merhamet eksik kaldı, bir tek aklıselim çaresiz kaldı.
Devlet değişir mi? 
Sonra, başına gelebileceklerine devletin ihtimal bile vermediği, ihtimalinin bile onu çileden çıkarmaya yettiği bir kesim, gün geldi devletin bizzat başına geldi. Eşlerinin başı örtülüydü, oruç tutuyorlardı, namaz kılıyorlardı. Fikirleri o güne kadar yasaktı, istedikleri şiirleri okuyamaz, başı örtülü kız çocuklarını istedikleri mekteplere gönderemezlerdi. Müslüman kimliklerinden dolayı horlanmış, baskı görmüş, tarihin hiçbir döneminde modern devletin nezdinde itibarlı birer yurttaş muamelesi görmemişlerdi. Gördükleri baskı, merhamet duygularını geliştirmiş olmalıydı. Bu iş böyle yürümüyordu. Ne yapıp edip devleti dönüştürmek lazımdı. Bunun için bir proje ortaya attılar. Önüne ne koyarsanız koyun “açılım” kelimesiyle vücut bulan bu proje, önce hepimizi umutlandırdı. Demek mantalite değişiyordu, silahlar “miadını” dolduruyordu, mesele demokratik zemine kayıyordu.
Silahlar sussun diyorduk
TRT Şeş açıldı, bir üniversitede, bir Kürt enstitüsü kuruldu, hapishane görüşlerinde mahkûmların Kürtçe konuşmaları yasağı kaldırıldı, seçim kanununda değişiklik yapılarak Kürtçe propagandanın önü açıldı, Kültür Bakanlığı Kürt edebiyatının kurucu eserlerinden “Mem û Zîn”i bastı, yol kontrolleri azaldı, asker baskısı azaldı, polise merhamet dersleri verildi, devlet asimilasyon ve inkâr politikasından vazgeçti. Hülasa Kürt’e Kürt dendi, kıyamet kopmadı.
Bütün bu gelişmeler içinde hep birlikte, -buna devlet yetkilileri de dahildi- PKK’ye, “silahları sustur, bölünme de dahil olmak üzere her şeyi konuşalım,” dendi. Silahları “bırakma” ile silahları “susturma” arasında fark vardı gerçi ama susturma işinin günü geldiğinde bırakmanın ön adımı olduğu malumdu. İlk adım sonbaharda atıldı, PKK 2011 yılının Haziran ayında yapılacak genel seçimlere kadar silahları susturmaya karar verdi. Bütün bunlar olurken, İmralı’da görüşmelerin “müzakere” aşamasına gelindiği haberi duyuldu, yavaş yavaş “çözüme” doğru gidiyorduk.
İşte zurnanın zırt dediği yer de tam burası oldu. DTK, Demokratik Özerklik Projesi’yle ortaya çıktı. 26 yıldan beri süren silahlı mücadelenin tarihi boyunca örgüt, ilk defa açık saçık nasıl bir şey istediğini ele güne ilan etmiş oldu. Diyarbakır’daki toplantıya aydınlar, akademisyenler davet edildi. Kendi açılarında, yazının başında sözünü ettiğim “Kürtler ne istiyor?” sorusuna nasıl bir cevap düşündüklerini söylemiş oldular. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, nihayetinde silahlı mücadeleyle bugüne kadar varlığını sürdürmüş olan bir örgüt, ilk defa “sivil” bir alanda bu kadar berrak bir dille, bu kadar açık seçik bir talep ortaya koyuyordu. Bu bir “taslaktı” ve tartışmaya açıktı. Öyle oldu, oraya giden aydınlar, akademisyenler taslakla ilgili görüşlerini açıkladılar, sakat gördükleri yönlerini anlattılar, eleştirilerini yaptılar, beğenmeyen beğenmedi, beğenenler beğenilerini ifade etti. Yani mesele tamamen “demokratik” zemindeydi. Yapılan bir tartışmaydı.
Nihayetinde silahlar geçici bile olsa “susmuştu” ve konuşmamız gereken “her şey” in ilk maddelerini konuşmaya başlamıştık. Bu arada konuşmaması gereken tek güç olan silahlı kuvvetler herkesten önce söz aldı. Bir muhtırayla tartışmanın tam ortasına daldı.  İşin ilginç yanı, bu muhtıraya Meclis’te grubu bulunan üç büyük siyasi partiden doğru düzgün bir tepki gelmedi. Demek ki muhtıraların da “makul” ve “makul olmayanı” varmış, bunu da öğrenmiş olduk. Ha bu arada “devlet Kürt sorununu çözmek istiyor, ama AKP hükümeti bu işe engel oluyor” tezi de bu muhtırayla berhava oldu. Mesele Kürtçe ve dil meselesi olunca devlet yekvücuttu. Muhalefet sıkıştırdı. Başbakan Erdoğan bir süre sessiz kaldı. Onun yerine önce Meclis başkanı Şahin söz aldı, “bunun sonuçlarına katlanırlar,” dedi. Hemen arkasında Ömer Çelik Ak Parti adına konuştu; bütün bu girişimleri “açık topluma ve demokratik nizama bir suikast” olarak nitelendirdi.
‘Aleni suikast’ olur mu?
Memleketin makus talihini değiştirmeye soyunmuş, bunun önemli bir kısmını da başarmış olan bir hükümetin başındaki Başbakan Erdoğan’dan ise herkesin beklentisi farklıydı. Bütün bu “çatlak” sesleri bastıracak, “bu tartışmalar demokratik nizamın gereğidir, biz meselelerimizi konuşarak haledebiliriz, zaten başımıza ne geldiyse insanların yerine silahların konuşmasından gelmiştir, konuşmayla memleket bölünmez, tam aksine tartışma eksikliği demokrasiyi zayıflatır,” gibi mesaj beklerken, o da bütün bu tartışma zeminini “çirkin bir tezgah” olarak nitelendirdi.
Bugüne kadar yapılan bütün ‘suikastlar’ çok gizli yapılmıştır. Konuşarak, aleni ‘suikast’ başarılı olmaz. ‘Suikastların’ kaderi gizliliklerine bağlıdır. ‘Sükût suikastı’ diye bir deyimi bize Ahmet Hamdi Tanpınar hediye etmiştir. Vakti zamanında sanatına karşı ilgisizliği ‘sükût suikastı’ diye nitelendirmişti üstat.
Evet, bu memlekete karşı bir suikast yapılacaksa, Kürt meselesi karşısında takınacağımız “sükût suikastı” olur ancak. Otuz yıl silahlar konuştu; bırakın biraz da insanlar konuşsun!

0 yorum :