29 Ocak 2011 Cumartesi

El şari’lin! (Sokak bizimdir!)

El şari’lin! (Sokak bizimdir!)

 Ece Temelkuran


Başbakan’ın, Ortadoğu’nun saraylarından mı sokaklarından mı yana olduğuna karar vermesinin giderek daha zaruri hale geldiğini yazmıştım. Tunus sokaklara dökülmüştü ve bunun, bölgeyi izleyen birçokları gibi ben de Arap dünyasında domino etkisi yaratacağını düşünüyordum. Nitekim oldu. Yemen ve Ürdün’de halk sokaklara döküldü. Nihayet ABD’nin bölgedeki en güçlü müttefiki Mısır’da ayaklanma başladı.
Yazı: Ece Temelkuran – Habertürk


Bu yazı yazılırken Mısır sokakları cuma namazından sonra bir kez daha “El şari’ lin!” (Sokak bizimdir!) diyor. Elbette yaşananlar Tunus halkının sokağa dökülmesi ve Arap halklarının aniden sokağı hatırlaması şeklinde cereyan etmedi. Bu ülkelerin tamamında bir şeyler bekleniyordu zaten. Mısır’da uzun süre sonra ilk gösteri, Filistin’deki ikinci intifadaya destek vermek için 2000’de yaşanmıştı. En son büyük gösteri ise 40 bin kişiyle Tahrir Meydanı’nda Irak işgalini protesto etmek için yapıldı. Slogan da o vakit çıktı zaten:
“El şari’ lin!”
Mısır, nicedir bu “patlamaya” hazırlanıyordu.
ESAS OĞLAN OLARAK HALK
Arap dünyasında yıllar sonra ilk kez “halklar” aktör olmaya başladı. Arap dünyasını diplomatik toplantılardan değil, sokaklardan izleyenlerin bildiği üzere.
Beyrut’ta olanlar da bambaşka bir şey değil. Türk basınında genellikle Hizbullah’ın Lübnan’ı ele geçirmesi şeklinde anlatılıp geçiliyor ama aslında Lübnan’da yaşanan da tıpkı Mısır ve diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi bir siyasi temsil krizi.
Lübnan’da 1932’den beri nüfus sayımı yapılmadığı için, etnik grupların büyüklüğüne göre temsil edildikleri ülkede büyüyen Şii nüfusun, nüfusları oranında temsil edilmesi engelleniyor. Bu da Şiilerin büyük çoğunluğunu temsil eden, yönetime ortak olan Hizbullah’ın zaman zaman üyelerini hükümetten çekmekle tehdit ederek mekanizmayı felç etmesine neden oluyordu.
Nihayet son dönemde Hizbullah aynı yöntemle hükümeti düşürdü. Beyrut’un İstiklal Caddesi gibi olan Hamra Caddesi’nden yükselen alevlerin nedeni bu.
TÜRKİYE: ORTADOĞU’NUN ARTİZİ
Bütün bunlarla ilgili olarak Türkiye ne yaptı? Demokrasi sevdalısı hükümetimizin, “Ortadoğu’nun biricik erkeği” Başbakan’ımızın konuya ilişkin tavrı nedir peki? Lübnan’da Hizbullah’ın inadını görünce kolaylaştırıcı rolünü askıya aldı ve Tunus’ta, Mısır’da, Yemen’de ayaklanan halklara bir destek mesajı vermekten çekindi.
Filistin’de Hamas’a verdiği desteği bu halklara vermedi. Bana sorarsanız Ortadoğu’nun yükselen güneşi Türkiye projesinin sırları eskisi kadar parlak olmayacak. Çünkü Ortadoğu, büyük bir kadırganın manevrası gibi ağır ağır ve çatırdayarak değişiyor.
FİGÜRAN OLARAK ABD
Üstelik bu kez ABD’nin kime destek vereceği eskisi kadar önemli değil. Clinton, Mısır rejimine “Gösteriler, reform için fırsattır” mesajını verdi ve Obama, Hüsnü Mübarek’e “Şiddet kullanmayın” dedi. Tabii insan, “Bu gösteriler İran’da olsaydı ABD’nin tepkisi bu kadar kayıtsız mı olurdu?” diye sorup kendi kendine eğlenmeden edemiyor. Fakat mesele şu ki, ABD’li analistler bile Ortadoğu’daki prestijlerinin ilk kez bu kadar düşük olduğunu itiraf ediyor.
Bunun son önemli nedeni, El-Cezire’nin ortaya çıkardığı belgeler. Belgelere göre Filistin yönetimi, ABD ile Goldstone raporu üzerinden pazarlık etmiş. İsrail’in Gazze saldırısında işlediği suçları ortaya koyan Goldstone raporunun Birleşmiş Milletler’e getirilmemesinin nedeninin bu olduğu ortaya çıktı. Falan filan. Durum karışık yani.
İŞTE FİLM, İŞTE KAHRAMAN!
Bir daha sorayım:
Bu durumlara biz ne diyoruz? Ne diyoruz diye bakınca gördüğümüz tek şey “Kurtlar Vadisi Filistin” filmi. Yeni Tarkan mı desem, yeni Kara Murat mı, bilemiyorum. Ama filmde Polat Alemdar, son derece dublajlı sesiyle, tüm İsrail ordusunu uçan tekmeleriyle mahvetmeden önce, İsraillilere şunu diyor:
“Bu toprakları size kimin vaat ettiğini bilmiyorum ama ben size altını vaat ediyorum!”
Dınınııın!
Eğer Polat Alemdar’ın kışkırttığı Türkiye’nin uluslararası vicdanı dirilirse hükümetimiz bütün bu olup bitenlere karşı hakiki bir tavır almak zorunda kalır. Ömer El Beşir’i “Müslümanlar soykırım yapmaz” diyerek kollayan Başbakan’ımız, kim bilir, belki söylediği gibi halklardan yana olur. Yoksa Arap halklarına karşı da “Sokak bizimdir” diyen Türkiyelilere olduğu kadar zalim mi olur? Göreceğiz.

14 Temmuz 1982...

14 Temmuz 1982...

Yılmaz SEZGİN
Nejdet Atalay o tarihi konuşmayı yaparken, gözlerimin önüne 12 Eylül 1982'de yine Diyarbakır mahkemesinde Hayri Durmuş'un yaptığı konuşma geliyor.

"Bugünden itibaren ölüm orucuna başlıyoruz. Tarih bizi haklı çıkaracak, sizi ise yargılayacak."

Sonra Hayri ölüm orucunda yaşamını yitirdi. Kemal Pir, Ali Çiçek, Akif Yılmaz da... Ama bugün Diyarbakır zındanı da, Diyarbakır yargılamaları da toplumun vicdanında mahkum oldu. Yaşamını yitiren devrimcilerin açtığı yolda ise milyonlarca kişi, koskoca bir halk yürüyor.

KCK davası diye bilinen demokratik siyaset yapan devrimcilerin yargılandığı duruşmaya ilk gelişim. Çoğunu tanıyorum, arkadaşım. İçlerinden 6-7’siyle 12 Eylül'de Diyarbakır zındanında beraberdik.

Onları görünce çok heyecanlandım. Elimde not almak için bulunan deftere tek bir satır bile yazamadım. Gazeteci olduğumu unuttum. Gözlerim doldu. Kararlı, coşkulu ve dimdik duran arkadaşlarımla gurur duydum.

Arkadaşlarım kimlik yoklamasında yine Kürtçe yanıtlar verdiler: "Ez li virim."

Sonra Nejdet Atalay tüm tutuklular adına, tutukluların, ailelerin, izleyenlerin dakikalarca alkışladığı, o muhteşem konuşmayı yaptı.

"Bu dava siyasi bir davadır. Biz Kürt halkının öncü siyasetçileriyiz. Bu kadar güvenlik önlemi almanıza gerek yoktu. Biz her zamanki gibi sakinliğimizi ve sabrımızı koruyacağız. Bu tarih hem sizi, hem bizi yazacak. Mahkemeyi uyarıyoruz: Tarih sizi yargılayacak. Bizi ise haklı çıkaracak."

14 Temmuz 1982'de de, Eylül 1983'de de 18-20 yaşındaki gençler aynı sözleri söylemişti: "Tarih sizi yargılayacak."

Şimdi aynı sözleri o yıllarda 4-5 yaşında bir küçük çocuk olan Nejdet Atalay söylüyor. Aynı davada yargılandığı kır saçlı arkadaşları adına da... İzleyici koltuklarındaki arkadaşları da, dedesi, ninesi yaşındaki insanlar da gözlerini siliyor.

Halk yediden yetmişe haklı olduğunu biliyor ve anadili yasaklayan, halkın öncülerini mahkum etmek isteyen bu mahkemeyi şimdiden yargılıyor.

Arap aleminde 'Otoriter modernleşme'nin sonu

2005 yılında Lübnan’da görüştüğümüz Hizbullah lideri Nasrallah, 40 kişilik heyetimizi şaşırtan değerlendirmelerde bulunmuştu: “İslam dünyasında bazı çevreler demokrasiyi düşman olarak görüyor. Demokrasiyle inançlarımız arasında bir zıtlık yok tam tersine uyum var. Biz yerel seçimlerde Hizbullah’ın listesinde Hıristiyan adaylar gösterdik.”
1950’lerde Nasır önderliğinde ayaklanan ‘modernist milliyetçi’ genç subaylar, Mısır’da krallığa son verip, bir ‘modernleşme’ yolu açmışlardı. Baas rejimleri olarak yaygınlaşıp Arap alemine yayılan bu modeli Sovyetler Birliği sahiplendi. “Kapitalist olmayan kalkınma yolu” şeklinde tanımlanan model, Ortadoğu’da “Batı emperyalist dünyası”na karşı bir cephenin oluşmasına yol açtı. Bu model Mısır’ın yanında, Suriye, Libya, Cezayir ve Irak’a da yayıldı.
50’lerde ve 60’larda etkisini sürdüren “Arap modernizmi” bir model olarak Türkiye’de de ilgi gördü. Doğan Avcıoğlu’nun YÖN ve Devrim dergileri, “asker-sivil aydınlar” öncülüğünde “kapitalist olmayan yol”u Mısır örneğinden yola çıkarak savundular. Bu çizgi, Türkiye’de, yıllarca, darbeci ve tek parti yönetimine özlem duyan yaklaşımlara temel oluşturdu.
Nasır modeli, 1967 İsrail-Mısır savaşında büyük yara aldı. Mısır’daki yönetim, zaman içinde Washington’un yönlendirmesiyle Batı yanlısı bir renge büründü. Batı, Müslüman dünyaya, tek partili, otoriter, “gerektiği kadar seküler” bir modernleşme modelini uygun gördü.
Batının desteğindeki yeni sistemin “tek parti diktatörlüğü” ve “tek adam diktatörlüğü” şeklindeki karakteri bu nedenle değişmedi. Tunus, Cezayir ve Fas, bu süreçleri değişik şekilde ancak paralel yollarla yaşadı.
Fas Kralı Hasan, modernleşmeyi tek adam yönetimiyle ve Batı desteğiyle sürdürdü. Benzer şekilde Tunus’ta ve Cezayir’de de militarist tek adam rejimleri, (birer “otoriter modernleşme” modeli olarak) Batının da desteğiyle ayakta tutuldular.
İslami hareketler parlamenter sisteme yöneliyor
2003’ten itibaren “Doğu Konferansı” grubuyla komşumuz İslam ülkelerini iki-üç yıl boyunca dolaştık. Suriye, Lübnan, Ürdün, Mısır, İran ve Ermenistan’ı kapsayan gezilerimizde değişik eğilimlerden aydınlarla, sivil toplum yöneticileriyle, siyasi parti temsilcileriyle görüşmeler yaptık.
Nasrallah’la da bu gezilerin birinde görüştük. Siyasi İslamcı hareketlerin yaygınlığı dikkatimizi çekmişti. Irak’ın ABD tarafından işgali, bu hareketlerin alanını genişletmişti. İslamcı akımların otoriter rejimlerden imkan buldukça parlamenter mücadeleye girdiklerini ve demokrasinin gerekliliğini tartışmaya başladıklarını gördük. İslami akımların parlamenter mücadeleye yönelimi yeni ve ilginç bir durumdu.
AK Parti örneği Arap kamuoyunun Türkiye’ye tutumundaki değişimi de gördük. Özellikle 1 Mart 2003 tezkeresinin Meclis’te reddedilerek ABD askerlerinin Türkiye’de konuşlanmasının geri çevrilmesi Türkiye’nin prestijini arttırmıştı.
Sonraki dönemde, “Gazze”, “One minute” gibi çıkışların ve bertaraf edilen darbe girişimlerinin etkisiyle, AK Parti ve Tayyip Erdoğan’ın bölgedeki popülerliği daha da arttı. “İslami kökenli bir parti çok partili rejimde iktidarı sürdürebilir mi, militarizmle baş edebilir mi?” sorusu, bölgedeki hemen herkesin ilgisini çekti.
Türkiye, Ortadoğu’ya “el uzatan” yaklaşımıyla, ekonomik büyümesiyle ve darbe girişimlerini savuşturmasıyla özel bir model olarak algılandı.
Mısır ve Türkiye arasındaki çarpıcı farklılık, bölgenin siyasi psikolojisinde derin izler bıraktı. İkisi de “batıyla uyumlu” sayılabilecek olan bu devletlerin birinde çok partili rejim ayakta kalıp gelişirken, diğerinde tek adam ve tek partiye dayalı “otoriter” modelde ısrar edildi. Tunus’un, Cezayir’in tek adama dayalı zorba rejimleri halklarını umutsuzluğa sürüklerken,Türkiye olumlu bir örnek olarak algılandı.
Arap dünyasında yeni bir döneme girildiği kesin. Tek adamlı, tek partili otoriter modernleşme modellerinin iflası açıkça görülüyor... Çok partili ve demokratik sistem arayışı, (bugün olmazsa yarın) bu ülkeleri de kapsama alanı içine alacak ve bölgeye ilişkin birçok kalıplaşmış varsayım değişecek.

Candaş Tolga Işık ve terbiyesizlik dersleri

Candaş Tolga Işık ve terbiyesizlik dersleri

 

Cegerxwin Yılmaz

Posta gazetesinin kendini bilmez yazarı Candaş Tolga IŞIK geçen gün yazdığı yazıyla içinde biriken ırkçılığı ve kendini bilmezliği yazıya döktü.Yazdığı yazıyı okuduğumda ‘terbiyesizliğin ve ahlaksızlığın bu kadarına da pes’ dedim. Daha önce bir çok yazar Kürtler’e ve seçilmişlerine hakaret etmiş ve ‘düşünce özgürlüğü’alanına girmişti. Ve bu yazarlar AKP’ye ve devlete güvenerek ne Kürtlerden özür dilediler ne de bu terbiyesizliklerini bıraktılar.
Samsun’da Ahmet TÜRK’e yapılan çirkin saldırıyı ve atılan yumruğu’adaletin tokmağı’olarak nitelendiren yazarlara açılan davalarda’düşünce özgürlüğü’denilip yapılan terbiyesizliğe göz yumdunuz.Onun için Yılmaz ÖZDİL hala aynı tas aynı hamam.KÜrt Sorunu’nun en büyük önündeki engellerde bunlardır zaten.Bu yazarlar yüzünden’etnik milliyetçilik’yapan gençlerin sayısı artıyor,Kürt-Türk gençleri üniversitelerde birbirilerine düşmanca bakıp,kin kusuyorlar.Peki bizim çok demokrat hükümetimiz bunları kınadı mı? Bırakın bunları AK Parti Rize Belediye Başkanı Halil BAKIRCI’nın haddini aşan açıklamalarından sonra hükümet onu tasfiye mi etti?Hükümet Kürt Sorunu’nun çözülmesini istiyorsa (ki o konuda hükümete hiç güvenim yok)böyle olaylara göz yummaması gerekir.Hükümetin böyle olaylara göz yummaması,sessiz kalmaması gerekir.’Demokratım’demekle demokrat olunmuyor.Demokrat olan demokratlığını herkese gösterir.Öyle sokak ortasında el kırmamalarla,12 yaşında Uğur Kaymaz’a ‘terörist’deyip 13 kurşun sıkmakla, Ceylan ÖNKOL’u havan topuyla parçalayarak, Aydın Erdem ve Şerzan Kurt’u sokak ortasında öldürerek demokrat olunmuyor.
Posta Gazetesi Yazarı Candaş Tolga IŞIK’ın Kürtlere hakaret eden “Güneydoğu’da Çanak Anten Terörü” adlı yazısında “Çok çocuklu hepsi, evlerine gazete girmiyor, eği…timsizler. Çanak anten hepsinde var, ve Roj tv ile porno kanalları izliyorlar. Sonrada tecavüz ediyorlar” diyor kısaca. Senin evinde de ‘çanak anten’var aynı şeyler senin evinde de yaşanıyor mu Candaş Bey? Bunları yaşamışsın ki aynı şeyleri sende yapmışsın ki bu ‘terbiyesiz’liğini tüm Güneydoğuya mal etmeye çalışıyorsun .Kadın bedenini bu kadar aşağılayan bir gazetede yazman zaten senin ne olduğunu çok iyi gösteriyor bize. Yazdığın hakaretler ve yaptığın ırkçılık gücünü nereden alıyorsun? Kürtler’in ROJ TV’yi sahiplenmeleri,ROJ TV’Yi izlemeleri,dünyadan haberdar olmaları,gündemi takip etmeleri çok mu zoruna gitti?
Tüm Kürtler’i;Kürtlere hakaret eden,aşağılayan,ırkçılığın daniskasını yapan yazarların yazılarını okumamaya,gazetelerini de almamaya çalışıyorum.Kürt halkı onurlu bir halktır ve Candaş gibi ‘lümpen’insanları boykot etmeye çağırıyorum…

Kokuşmuş bir ezber masalı

Kokuşmuş bir ezber masalı

 
 

Serpil Odabaşı


 
Aslında bu Ülkede insanlar çok eskiden kardeş kardeş yaşarmış, çünkü herkes Türk müslüman ve erkekmiş, sonra Amerika diye bir kötü büyücü gelmiş insanlara sen kürtsün sen ermenisin sen alevisin sen süryanisin sen eşcinselsin sen kadınsın demiş…
Bu kötü büyücünün amacı cennet vatanımızı bölmek, parçalara ayırmak sonra da bu parçalardan kendine güzel bir elbise dikmek imiş.
Kimse bilememiş bir kötü büyücünün nifak tohumları saçtığını, bir dış mihrakın varlığını kimse anlayamamış. İnsanlar kendilerini durup dururken Kürt, Ermeni, Süryani, Alevi, Eşcinsel, Kadın vb.. zannetmişler, oysa hepsi Türkmüş müslüman ve erkekmiş, gel zaman git zaman bu kötü büyücü katliamlar organize etmiş, insanları faili meçhul cinayetlerde öldürtmuş, işkence tezgahlarında öldürüp intihar süsü vermiş, darbeler yapmış, hatta Diyarbakır cezaevinin ünlü bir Gestaposu varmış o Amerika’nın bir numaralı ajanıymış, yoksa hiç bir Türk evladı öyle şeyler yapar mıymış?
Kötü büyücü öğrencileri de kışkırtmış öğrenciler de mecburen sokaklara çıkıp demokratik hakları olduğunu zannettikleri parasız eğitimi savunmuş, bu arada polisi de kandırmış kötü büyücü , onlara kötücül güçler vermiş, onlar da istemeden hep saldırmışlar öğrencilere , öğrencileri yerlerde istem dışı sürüklemişler, hatta bir eylemde de hamile bir kadını tekmelemiş ve kadının çocuğunun olmesine neden olmuş, oysa hiç bir Türk evladı bunu yapabilir miymiş?
Mesela Kötü büyücü Mardin’de bir çocuğu ‘terörist’ gibi göstermiş, onlarda mecburen terörist zannederek çocuğun bedenine 13 kurşun sIkmIşlar…
Kötü büyücü ülkeye rahat yüzü vermemiş, kürt sorunu diye bir sorun peydah olmuş ülkenin başına, 30 yıl sürmüş hala da sürmekteymiş aslında kürt diye bir şey bile yokmuş öyle Amerika durup dururken uydurmuş insanlarda kendilerini kürt zannedip kentlere gelmişler, kentleri berbat etmişler vatandaş denize girememiş…
Kötü büyücü bazı insanları toplamış onlara brifing vermiş aslında onlar yokmuş, hep kötü büyücünün karışımlarından oluşmuşlar, brfingte onlara nasıl yazar çizer olunur nasıl karşı çıkılır tek tek anlatmış ve tabi yapacakları her türlü işin karşılığını ödeyeceğini taahhüt etmiş, ondan sonra bu yazar çizer ve entellektüeller çıkmış ortaya, aslında böyle bir şey yokmuş, oysa hangi Türk evladı…? (!)
Kötü büyücü Sol gruplar arasına da nifak tohumları ekmiş, onlar da sonsuza dek bir araya gelmemek üzre büyücü tarafından lanetlenmiş. Bu lanet nedeniyle birbirlerinin yüzüne bile bakamaz  olmuşlar, hatta zaman zaman birbirlerini yok etmek istemişler, aslına bakarsanız Sol diye bir şey de yokmuş onu da kötü büyücü icat etmiş, yoksa vatanını milletini seven Türk Doğru Çalışkan insanların ne işi olurmuş öyle eşitlikle ya da adaletle?
Kötü büyücü STK ların kurulmasını sağlamış onlara her konuda yardım etmiş onlarda öyle olur olmaz herşey için eylem organize etmişler olur olmaz şeyler talep ederek cennet vatanımızı bölmek parçalara ayırmak istemişler.
Cennet vatan tehlikedeymiş herşeyin baş sorumlusu Amerika imiş bunu sadece Ulusalcılar biliyormuş, onlar herkese anlatıp duruyormuş ama onlara çocuklar bile inanmıyormuş.

Mısır: Halkın ayak sesleri ve bir diktatörlüğün daha son nefesleri

Mısır’daki 32 yıllık Hüsnü Mübarek diktatörlüğüne karşı, ülkenin birçok yerinde ayaklanma görüntüsü veren sarsıntı birçok şeyin birden göstergesi. Bunlardan biri ve en önemlisi, ‘Amerika’nın Ortadoğu’daki güç erozyonu’nun göstergesi olması.

Amerikalılar, Irak’ta aylar boyunca Celal Talabani’yi cumhurbaşkanı, Nuri el-Maliki’yi de başbakan yaptırmamak için perde arkasından didindiler, uğraştılar. Sonuçta, Irak’taki tarihin en uzun hükümet krizi, Talabani’nin cumhurbaşkanlığı, Maliki’nin başbakanlığı ile ‘geçici’ bir çözüme ulaştı.
Amerikalılar, Lübnan’da Saad Hariri’yi arkaladılar ama İran’a bağlı ve Suriye desteğindeki Hizbullah’ın çıkarttığı hükümet krizini önleyemediler ve Hariri’yi başbakanlık konumunda tutamadılar.

Şimdi, Amerikan Ortadoğu politikasının İsrail’e en büyük payandası durumunda, Amerikan desteğiyle varlığını sürdüren Mübarek rejimi çatırdıyor.
Amerikalıların, Mübarek’le ilişkileri her zaman pek muntazam olmadı. Örneğin, 8 yıllık Bush döneminin ‘Arap dünyasında demokrasi’ bastırması nedeniyle Mübarek’in Washington ile arası pek yoktu. Mısır diktatörü 5 yıldır Amerika’ya bir kez olsun ayak basmadı.
İşin ironik yanı, Demokrat Obama yönetimi döneminde, ilişkiler nispeten düzeldi. Bunda en büyük etkiyi Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Mübarek’i ‘dost’ sayması ve desteğini onun arkasına koyması yaptı.

Amerika bu işin neresinde?
Son günlerde Mısır’ı sallayan, adeta ‘halk ayaklanması’ niteliğindeki büyük kitle gösterileri, bir yandan Mübarek’in koltuğunu sallıyor, bir yandan da Amerika’nın Mısır’daki ‘prestiji’ni.
Dünyanın her yanındaki demokratların çok iyi tanıdığı, ağır işkencelerden geçmiş, hapislerde çürütülmüş ve “Amerika’ya dost” bilinen tanınmış Mısırlı demokrat Saadeddin İbrahim bile Amerika’nın Mısır’da son dönemdeki rolünü acı bir dille eleştiriyor.

Amerika’nın Mübarek’i desteklemesine gerekçe olan korkusu, klasik, bilinen gerekçelere dayanıyor. Mısır’ın en büyük örgütlü gücü, Müslüman Kardeşler örgütü. Mübarek yıkılırsa ‘İslamcılar’ın en büyük ve en güçlü ve İsrail’e payanda Arap ülkesinde, iktidara gelmesinden korkuyor Amerika.

Mısır, çok uzun bir tarih döneminde Arap dünyasının ve Ortadoğu’nun en canlı ülkesiydi. Birçok siyasi parti vardı. Nispeten etkili bir basına sahipti. Tüm Arap dünyasını etkileyen fikir akımları önce Mısır’dan filizlenirdi. Mısır’ın ‘entelektüel kapasitesi’ dünyanın birçok ülkesine parmak ısırtacak nitelikteydi.

Hüsnü Mübarek’in iş başına geldiği dönemden beri, 32 yıldır Mısır, Nasır ve Enver Sedat’ın ‘otokratik yönetimleri’ni rahmetle aratacak bir baskı rejimine dönüştü ve sonuçta kocaman bir ‘entelektüel çöl’ haline geldi.

Arap dünyasında önder konumunu, saygınlığını yitirmiş; Amerika’nın İsrail güvenliğini sağlama almakta ‘yedek gücü’ olmanın ötesine hiçbir anlamı olmayan bir ülke durumuna düşerek, uluslararası profili de silikleşti Mısır’ın.

Hüsnü Mübarek, Mısır’da ‘majestelerinin muhalefeti’ bile bırakmadı. 82 milyon nüfusa yükselen ülkenin nüfusunun dörtte üçü 25 yaşın altında. Üçte biri ise 20 yaşın altında. İnanılmaz rakamlara ulaşan işsizler ordusunun yüzde 90’ı bu mutsuz genç nüfustan besleniyor. Sokaklara fırlayanların büyük çoğunluğunun gençler olması şaşırtıcı değil.

Muhammed el-Baradei ile geçiş dönemi mi?
Geldiğimiz noktada Mübarek öyle bir sallanıyor ki, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın eski başkanı, Nobel Barış Ödülü sahibi Muhammed el-Baradei’nin aniden sürgünde yaşadığı Viyana’dan Mısır’a dönmeye karar vermesi ve Kahire’ye gelmesi, diktatörün günlerinin sayılı olduğunun en çarpıcı işareti.
Muhammed el-Baradei, uluslararası bir kişilik ve Obama yönetiminin de desteğini arkasına yerleştireceği ‘laik’ bir isim. Öyle anlaşılıyor ki Mısır’da Mübarek’ten sonra Muhammed el-Baradei’in başkanlığında bir geçiş rejimi oluşacak. Siyasi partilerin tekrar ortaya çıkmasına izin verilecek, ülke bir dönem sonra seçimlere giderek ‘normalleşmesi’nin kapısı aralanmak istenecek.

Bütün bunlar, Mısır’da rejimin eninde sonunda ‘İslamcılar’ın, bir başka deyişle ‘Müslüman Kardeşler’in eline düşmesini ya da en azından onların da iktidar paylaşımına girmesini engelleyebilecek mi?

Bunu söylemek şimdiden pek zor.
Ortadoğu, Afrika ve Akdeniz’de yeni ufuklara doğru
Ama Hüsnü Mübarek, henüz iktidardan düşmedi. Belki böyle bir ‘senaryo’ yazmak için de erken sayılabilir. Mısır jeopolitiğindeki, derin bir tarih birikimine sahip öyle bir ülkedeki, rejim değişikliğinin düz bir hatta ilerlemesi ve basit bir süreçle yol alması düşünülemez. Zira, Mısır’daki temel bir değişiklik, tüm Ortadoğu’da, Afrika’da ve Akdeniz havzasında yepyeni dinamikleri harekete geçirecek kudrettedir.
Her ne olursa olsun, Hüsnü Mübarek’in ismini taşıyan tarih sayfasının üzerine ‘çarpı’ konmuştur. Ortadoğu’da bir diktatörlük daha, ‘halk ayaklanması’yla sona yaklaşmıştır.
Mısır’ı daha çok konuşacağız; Mısır daha çok konuşulacak.

27 Ocak 2011 Perşembe

Durumumuz yoktur!

Her bela kanıksanır zamanla.
Üç şey hariç ki türkülere konu olmuştur: Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.
Bu üç belayı kanıksatacak bir şey henüz icat olunmamıştır.
Yoksulluğun da kendi içinde bir silsilesi vardır. Önü zulmet, sonu zulmettir ama varlıktan yokluğa düşmek, işte o en büyük zillettir.
Siz hiç varlıktan yokluğa düşmediyseniz “Buna da şükür” ya da “Allah bugünümüzü aratmasın” dileklerine, “halkın ahmakça tevekkülü” deyip geçebilirsiniz.
Burada kastedilen ‘varlık hali’ni ille de dert üstü, murat üstü bir zenginlik saymayın.
Evine günde iki ekmek yerine, artık yarım ekmek giren her hanenin, bir önceki hali varlık halidir. Gazete ve televizyonlarda adına ekonomi denilen sayfa ve programlar vardır. Oralarda halk iktisadına, yoksullara, selam bile verilmez. Yıl 365 gün rakamlarla, oranlarla, zengin ama hamiyetli kodamanlara tef çalınır durmadan. Enflasyon demek hırsızlık demektir mesela, bunu duyamazsınız.
En ebleh akıl bile akledebilir ki hırsızlık varsa orta yerde, mutlaka bir de hırsız olmalıdır. Onun yerine binlerce yıl evvel yitip gitmiş olan bir canlıya atfen ‘canavar’ denilir hep, ne demekse!

Sınıfsal bakış
Kürt sorununa sınıfsal bakış denildiğinde iki tane sorunlu yaklaşım vardır:
Birincisi, ezilen sınıfın kurtuluşu sağlandığında Kürtlerin de kurtulmuş olacağını uman sol yanılgıdır.
İkincisi, “Sorun aslında ekonomiktir!” diyerek, bölgeye yatırım yapıldığında meselenin hallolunacağını vazeden sağ aldatmaca...
Bu iki yaklaşım, eksiklik bazında birbirine hısım akrabadır. Sınıfsal analiz ya da diyalektik bakışı temel aldığınızda olan biten şudur:
Yeminini bile ABD usulüne göre edecek kadar yerli (!) bir Amerikan bulunur. Yanına görev süresi uzatılan bir Ranger Paşa katılır. Paşa emir-komuta ilişkisini “O tak diye emir verir ben şak diye şaklarım!” olarak özetler. Ölüm listeleri hazırlanır ve insanlar keklik misali, güpegündüz avlanmaya başlanır. Binlerce köy yakılır, 4 milyona yakın insan kendi ‘varlık hali’ ile haşrolduğu hanesinden açlığa ve yokluğa sürgün edilir. Bir gecede varlıktan yokluğa düşerler. Ülkenin ucuz ve yoksul işgücü kervanına eklendiklerinde 40 lira olan yevmiyeler, emek arzındaki fazlalıktan dolayı 17 liraya düşer. Yoksul Türkler, zaten iyice küçülen ekmeklerine bu göçmen Kürtlerin ortak olduğuna inanıp her musibeti onlardan bilirler. İki halkın yoksullarını birbirine düşman etme operasyonu tamamlanmıştır artık. Gerisi ekonomi sayfalarında iyiye giden ekonomik göstergeler olarak anlatılır. İnanmayanlar için ‘endişeli sosyal demokratlar’ takviye çıkarlar.

Beypazarı’nın havucu, Adana’nın pamuğu,
Kürt’ün onuru

Radikal’deki ilk yazılarımdan birinde, köyleri yakılınca Adana’ya göçen Kürtlerin hallerine dair bir yazı dizisi yapmıştım. Yoksulluk kavramını bile utandıracak kadar ağır bir yoksunluk haliyle ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Sazdan, samandan, naylon çadırlarda, yirmi yıldan beri yaşayanların izzetine tanık olup aktarmıştım. Birçoğu kopartılıp atıldıkları hanelerinde toprağı olan, sürüleri olan, kendilerince varsıl insanlardı. 12 yaşında bir kız çocuğu vardı, o çadırlarda doğmuştu, adını Baran koymuşlardı. Bir yıl öncesine kadar kabul edilmediği okulla ilgili sıkıntılarını, eksikliklerini, hayata dair özlemlerini anlatırken bir cümle kullandı. Yoksuluz, gücümüz yoktur demiyordu. “Durumumuz yoktur!” diyordu. Aynı kavramı büyüklerinden de duymuştum. 20 yıldan beri hiç sıcak bir banyo yapamamış olmalarını mesela “durumumuz yoktur” diyerek naklediyorlardı.
Malum 5-10 gündür Ankara’dayım. Dün Beypazarı’nda koltukları sökülmüş bir minibüse istiflenerek sabah 7’den akşam 7’ye kadar sizin salatanıza rendelediğiniz havuçları, buz kesmiş çamurlu topraklardan çıkarmaya giden 12 Kürt öldürüldü. Katile isterseniz siz trafik canavarı diyebilirsiniz. Ben bilerek ‘öldürüldü’ diyorum.
Ölenlerin yakınları ağıt yakarken bir muhabir minibüsün olmayan koltuklarını kastederek bir Kürt’e tariz edercesine soruyordu:
“Niçin böyle koltuksuz, emniyet kemersiz minibüslerde yolculuk ediyorsunuz?”
Adamın cevabı üç kelimeden ibaretti:
“Vallahi durumumuz yoktur!”
Hayatını kaybeden, Çakar ailesinden geriye kalan Şeyhmus Çakar, köyleri yakıldığı için 20 yıl önce Ankara’ya yerleştiklerini belirterek “Yaşamamıza izin verilmeyen topraklarımıza, cenazelerimizi vermeye gideceğiz” dedi. Olayı anlatan gazete haberlerinde ‘Kan davası’ göç sebebi olarak anlatıldı ama köy yakma ve boşaltma meselesi buhar olup uçtu.

Hakikat komisyonu
Bir komisyon kurulursa eğer, şaklayan paşalardan, onu şaklatan başbakanlara varana değin herkese, önce bu tehcirin, bu fukaralaştırmanın hesabı sorulmalıdır.
Tekrar diyalektiğe sığınmanın vaktidir. Tak şak paşaların başlattığı zulüm zincirini, “artık faili meçhullerle kimse öldürülmüyor” diyen AK Parti devralmıştır. Doğrudur da bir bakıma. Gizlenen gerçek Kürtlerin artık yoksullukla öldürülüyor oluşlarıdır.
AK Parti Kürt meselesini çözemez. Siz orduyla anlaştılar da diyebilirsiniz ama sebebi iktisadidir. Yani temsil ettiği egemen sınıflar ittifakı, Kürtleri ucuz kent yoksulları stokunda tutmak istemektedir. Kürt yuvasına dönerse, emek arzı daralacağı için yevmiye 20 liraya 12 saat çalışacak kimseyi bulamayacaklardır. “Bölünecek miyiz yoksa?” paranoyasını sömürü ekmeğine katık edemeyeceklerdir. Ortadoğu’da oluşturulmak istenen yeni emperyal çözümleri yutturamayacaklardır.
Peki sol çözebilir mi?
Yoksullardan yana duran tüm sol Kürtlerle ilkesel bazda birleşmezse tek cevabı var bunun: Vallahi durumumuz yoktur!

Anadolu: Kemalizm’in Auschwitz’i

Anadolu: Kemalizm’in Auschwitz’i / Sarphan Uzunoğlu

“Auschwitz’den sonra şiir yazmak babarlıktır.”

Theodor Adorno
“Bir memleket tarafından gösterilen ‘misafirperverlik’ten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda ‘vazife’lerini yapmaktan kaçınacaklar hakkında bu kanun tüm şiddetiyle uygulanacaktır…”
Şükrü Saraçoğlu / Anıtkabir’e ilk kazmayı vuranlardan biri, politikacı…
Bu toplumun tarihinin yalanlarla örülü olduğunu biliyoruz; bir de yazılı resmi tarihin kendini ele veren yanı var. Örneğin bu cümle. Bugün dünyanın neresine giderseniz gidin bunun zenofobiden ırkçılığa onlarca tanımıyla karşı karşıya kalırsınız; ama koşulsuz bir gerçek de vardır ki, asıl unutulmaması gereken de budur: Bu cümleyi kuran adam ve onun arkadaşları bir ülkenin ortalama ruh halini yansıtan mekanizmanın, iktidarın parçalarıydılar.
Misafirperverlik kadar “yavuz hırsızlık” konusunda da yol kat etmiş ve dünya tarihine mal olmuş isimlerden biri Hitler’dir. Kendisi, pür Alman Almanyası da dahil olmak üzere tüm dünyada çıktığı Yahudi avından “başarı” ile döndü döneli bu “yavuz hırsızlık” durumu Hitler’le ilişkilendirilir olmuşsa da, ev sahibini bastırma konusunda kemalistlerin de yoğun çabalarını atlamamak şart.
“Genel Türk Tarihi” isimli derste bize aktarılan “dört nala gelip uzak asya’dan Anadolu’nun bağrına zehirli hançer gibi saplanan” tarihimize dair birkaç söz söylemekte fayda var elbet; ama güncelin tarihin bir yansımasından öteye gitmediğini görmüyor muyuz?
Hrant’ın ölümünün ardından geçen dört yıl bize bu topraklarda İslam dininden çok daha evvel kök salmış bir dinin mensuplarının tam olarak nereye kaybolduğunu düşündürmüyor mu size?
Dahası nüfus sayımlarında Ermenilerin sayılarında ortaya çıkan bu “çarpıcı” azalma, Ermenilerin “otantik” azınlıklar haline getirilmesi, şer odağı haline getirilmesi size bir şey ifade etmiyor mu?
Ertuğrul Mavioğlu’nun Asılmayıp Beslenenler kitabında bir 1980 mağduru sosyalist askerlerin kendilerine şöyle bağırdığını söylüyor: Rum ve Ermeni tohumları…
Kürtler, Ermeniler ve Rumlar; Kemalizm’in ve İttihatçılık akımının (ki ikisi arasında çok ciddi yol ayrımları vardır) Auschwitz’inde yaşamaya mahkum edildiler.
Şimdi bu modern Auschwitz’de herkes bize demokrasiden bahsediyor; ama bir Posta yazarı çıkıp hepimize postayı koyabiliyor ve diyor ki; çanak antenler ve porno bu insanları ahlâksızlaştırıyor…
Büyük tespit…
Candaş Tolga kardeşimiz her yavuz hırsızın yaptığını yapıyor, ben çalmasam bile hayırlı bir iş için kullanmayacaklardı bu toprakları demeye getiriyor.
Onu da geçtim, kocaman bir ülke sarayda geçen dizi için tarih koruma bilinciyle bir arada gelip başlıyor haykırmaya…
Padişah sevişmezdi!
Padişah içki içmezdi!
Aklımdan tek bir cümle geçiyor.
Keşke alayınızın sülalesi sevişmeseydi, tarihin en büyük toplama kampının, Türkiye’nin bu kadar çok gönüllü gardiyanı olmazdı belki!

"Türklerle birlikte yaşamak", Cahit Mervan

Türklerle birlikte yaşamak Cahit Mervan; Türk olmayan halklar Türklerle birlikte yaşamaya mecbur mu? Şimdiye kadar birlikte yaşadılar mı? Böylesi soruların 'kışkırtıcı' olduğunu biliyorum....


Birçok kimsenin 'Bu adam da ne demek istiyor' diyeceğini de biliyorum. Hatta böylesine bir soruyu ortaya atmanın 'ayrılıkçılık', bölücülük', 'Kürt milliyetçiliği' ve hatta 'ırkçılıkla' itham edileceğini de kestiriyorum.


Ancak bu gerçeği değiştirmiyor. Gerçeği bütün yönleriyle, bütün çıplaklığıyla görmek için bu türden 'kışkırtıcı' sorulara ve en azından fikir egzersizliğine ihtiyaç var.

Türklerin ezici çoğunluğu için böylesine bir sorun yok. Herkes 'birinci sınıf' vatandaş. Bu memlekette yaşayan 73 milyon insan 'birdir' ve 'eşittir'. Ayrısı, gayrisi yoktur. Tek dil, tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek devlet içinde 'İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitledir.' Hamdolsun herkes Türk ve Müslüman'dır!

Ama gel gör ki bu 73 milyonun içinde kendisini Türk olarak gören ve hissedenlerin dışında -sadece Kürtler değil- hiç kimse ne kendisini Türklerle 'bir' görüyor, ne 'eşit' olduğunu hissediyor, ne de o 'tekleri' kendi aidatıyla içselleştirebiliyor.

1930 yılında Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un meclis kürsüsünden 'Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı' dediğinden bu yana kısmen 'değişiklikler' olmadı değil. Oldu!

'Hizmetçi', 'köle' gibi sıfatlar kullanılmaz oldu. 'Farklılıklar zenginliğimizdir' gibi ucu açık, her tarafa çekilen şeyler söylendi. Söyleniyor da. Ancak 'birlikte yaşmak' için ortaya atılan bu 'fikirler', hiçbir zaman ve şimdi de Türk olmayan herhangi bir topluluk, halk veya ulusun kolektif haklarını asla içermedi ve içermiyor. Gerçekte 'farklılıklar zenginliğimizdir' veya 'şu kökenli, bu kökenli' söylemi stratejik olarak Türk kimliği içinde eritmeyi ve erimeyi öngördü ve öngörüyor. Ona hizmet ediyor.

Yüksek sesle söylemese de herkes, yani kendisini Türk olarak görmeyen ve hissetmeyen herkes ama herkes bunu böyle görüyor, böyle yaşıyor ve böyle hissediyor. Çünkü kendi kimliği ve aidiyetiyle bir sorunu olmayan, yani asimile edilememiş, egemen kimlik içinde eritilememiş, yontulamamış olanlar, 'herkes birdir ve eşittir' söyleminin derin bir demagoji olduğunu biliyor.

Dünyada halkların rızası olmadan yaratılmış mutlu bir birliktelik ve eşit yaşam yoktur. Kim söylüyorsa yalan söylüyordur. Günah işliyor, gerçeği karartıyor, tarihe ve insanlığa karşı suç işliyordur. Bu suçu şimdi AKP işliyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan herkesin 'eşit ve bir' olduğunu söylüyor. Aslında Kemalizm'in 'İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz' ucube teorisini bir şekilde çağa 'uygun' dillendirmiş oluyor. Tamam. Mahmut Esat Bozkurt gibi açıktan Türk olmayanlar için 'hizmetçi olun, köle olun' demiyor. Ama biraz yumuşatarak, örneğin Kürtlere, 'Kürt kökenli olarak Türk olmayı kabul edin' diyor.

Buna itiraz edenlere ateş püskürüyor. 'Kürt kökenliler' için sözüm ona verdiği hakları, hak kabul etmeyen, 'biz sadaka istemiyoruz, yaradanın herkese tanıdığı hakları istiyoruz' diyen Kürtleri hedefe oturtuyor.

Ancaaaak ...'Kökenli' olan herkesi ve her şeyi çok seviyor. Onun için hava atarcasına, sanki malı-mülkü gibiymiş gibi 'benim 75 adet Kürt kökenli milletvekilim var' diyor. Peki niye 'kökenli' diyor? Kafadan Kürt dese olmaz mı? Olmaz. Siz bu memlekette benim 'Türk kökenli' bir şeyim vardır diyen birisine rastladınız mı?

Yok. Peki neden? İşte onun da cevabını birkaç ay önce Kürt yönetmen Yüksel Yavuz'un yaptığı orijinal adı 'Sehnsucht nach İstanbul' olan, yani 'İstanbul Tınıları' adlı belgeseli izlerken aldım.

Belgesel İstanbul'da Ermeni, Kürt, Yahudi, Rum ve Romanları anlatıyor. Yani o toprakların gerçek sahiplerini. Belgesel yüzyıllardır bu topraklarda bu halkların çektiği acılara, ıstıraplarına günümüz dünyası içinde şöyle bir dokunuyor. Bin ah işitiyor. Sürgünler, soykırımlar, gözyaşları, yıkım, korku... Ne derseniz var. Gerçek olan şu ki, sadece, başkasını ancak 'kökenli' olarak kabul eden ve bu toprakların 'efendisi' olduğunu söyleyen Türklerle birilikte yaşam yok.

Belgeselde konuşan, İstanbul'dan başka hiçbir yerde yaşamayı da düşünmediğini de özellikle belirten ama sanki son yüzyılın dehşetini, korkusunu ve tedirginliğini gözlerinde okuduğunuz Ermeni kadın aklımda kaldığı kadar şöyle diyor: Biz bu memlekette birlikte yaşamadık, aynı yerde yaşadık. Ona da yaşamak denirse eğer...


Bu mail adresi spam botlara karşı korumalıdır, görebilmek için Javascript açık olmalıdır
Kaynak; Günlük gazetesi

25 Ocak 2011 Salı

Fethullah’ın Mandela aşkı göz yaşartıyor

Fethullah’ın Mandela aşkı göz yaşartıyor

ABD’nin Houston Üniversitesi’nin bünyesinde faaliyet gösterdiği söylenen “Gülen Enstitüsü” 2010 Barış Ödülü’nü Nelson Mandela’ya verdi. Acaba Fethullah Gülen’ciler Mandela’nın kim olduğunu biliyorlar mı?
ABD’deki Fethullah Gülen yandaşı bir “enstitü”, bu seneki “barış ödülü”nü Güney Afrika’nın eski devlet başkanı Nelson Mandela’ya verirken, Enstitü Başkanı Ali Rıza Çandır, “Bu kararda Sayın Mandela'nın barış, uzlaşma ve sosyal adalete yapmış olduğu ve milyonlara ilham veren çalışmaları etkili oldu.” dedi.
Mandela'nın Güney Afrika'da siyahilerin beyazlarla eşit statüye kavuşabilmeleri için yarım asra yakın insanüstü bir mücadele verdiğini ve sonuçta başardığını hatırlatan Çandır, “Ömrünün 27 senesini hapishanede geçiren bu lidere hem insanlığa katkısı için, hem de çile çeken aydın liderlere insanlığın bir vefa göstergesi olarak bu ödülü takdim ettik.” diye konuştu.
Nelson Mandela, Enstitü’nün yaptığı ödül törenine haliyle katılamadı. Peki Fethullahçıların Hakk aşkı ile tutuşurken gözlerine kestirdikleri Mandela kimdi?
Mandela gerçekleri de mı ‘Zaman’la anlaşıldı?
Afrika’daki apertheid rejiminin yıkılmasında büyük rol oynayan Afrika Ulusal Kongresi’nin kurucularından Mandela, 4 eşli bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk siyasi faaliyetini üniversitede, üniversite politikalarına karşı gerçekleştirilen bir boykotla ortaya koyan Mandela, bu yüzden okuldan ayrılmaya zorlandı. Eğer Zaman gazetesi o zamanlar Güney Afrika’da çıkıyor olsaydı, Mandela’nın okul boykotunu “ortalığı karıştırmak için karanlık odakları tarafından kullanılan öğrencilerin oyunu” olarak sunmakta tereddüt etmezdi.
Nelson Mandela 1961 yılında Afrika Ulusal Kongresi’nin silahlı kanat sorumluluğunu üstlendi. Askeri hedeflere ve hükümete yönelik sabotaj eylemlerini yöneten Mandela, aynı zamanda sabotaj eylemlerinin apartheid rejimini yıkamaması durumunda, olası bir gerilla savaşı için de planlar yapıyordu. Bunun için yurt dışından kaynak bulmak gibi görevleri de vardı. Wolfie Kadeş’in anlattıklarına göre bomba eğitimi de veren Mandela, apartheid rejiminin sembolik önemdeki binalarına bombalı saldırılarda bulunacaktı.
Zaman gazetesinin ve Fethullahçıların bu “terör örgütü” liderine nasıl ödül verdiği tam bir muamma. Zira ABD de Nelson Mandela’yı terörist, Afrika Ulusal Kongresi’ni de terör örgütü sayıyordu.
‘Ben haklıyı değil, güçlüyü severim!’
Peki Fethullah Gülen yandaşlarının Mandela sevgisinin kaynağı nereden geliyor? 1990 yılında tutsaklıktan kurtulan Mandela, aslında artık devam edemeyecek durumda olan apartheid rejiminin de çöküşünü simgeliyordu. Bunun üzerine bir de, Soğuk Savaş konseptinden çıkışı ilan eden ve Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile elini rahatlatan “Hür Dünya”nın bağırsak temizleme operasyonları eklenirse tablo tamamlanmış olur. ABD’nin ve onun başını çektiği emperyalist kampın 90’lı yıllarda Mandela’ya dönük “sevgi seli”, aslında emperyalizmin baş sanıklarından birisi olduğu ırkçı apartheid rejiminden daha ılımlı bir kapitalizme geçişi simgeliyordu.
Zaman gazetesi ve Fethullah Gülen’in ise, Türkiye’nin dışında ve ABD’nin çark ettiği coğrafyalarda haklıdan değil, güçlüden yana oldukları biliniyor. Emperyalizmin açıktan destek vermediği her durumda tarafını açıkça güçlüden yana seçen Fethullah Gülen, daha önce de Irak işgalini desteklemiş, İsrail’in Mavi Marmara saldırısından sonra ise Gazze’ye giden filoyu İsrail’den izin almamakla suçlamıştı.
(soL – Haber Merkezi)

24 Ocak 2011 Pazartesi

Celladına gülümseyen Seyit Rıza / Erdal Yıldırım

Celladına gülümseyen Seyit Rıza / Erdal Yıldırım

“kafatasım duvar değil beynime
düşünürüm ilmik geçse de boynuma” (1)
Bu ülkede çeşitli toplum kesimleri öyle tarihi bir kronoloji ile yaşıyorlar ki, nerdeyse bütün yılın günleri çeşitli acıların, katliamların ve zulmün yaşandığı günler.. Ve nerdeyse yılın çoğu gününde değişik bir anma yapmak zorundayız. Hergün adeta farklı bir acının, farklı bir katliamın yıldönümüdür…
Yazı: Erdal Yıldırım


İşte o tarihlerden biri de 15 Kasımdır. Bu tarihte Dersimli Seyit Rıza ve 6 yoldaşını, yani Dersim’in inanç ve kanaat önderlerini anacağız. Dersimde binlerce yaşlı, çoluk çocuk, kadın Kürt, Kızılbaş Alevi’nin katledilmesini yetersiz bulan devlet güçleri 5 Kasım 1937’de Dersim coğrafyasının önderlerinden olan Seyit Rıza ve arkadaşlarını hukuk dışı, insanlık dışı ve anti-demokratik bir yargılamanın ardından Elazığ Buğday Meydanında idam ettiler
Egemenler muhalif toplumsal dinamiklerden korkuyorlar ve kendileri dışındaki tüm kişi ve kesimleri yok etmek için her türlü hukukdışı, insanlık dışı uygulamadan vazgeçmiyorlar. Seyit Rıza’nın yaşını 78 den 54’e, küçük oğlu Reşık Hüseyin’in yaşını da 17’den 21’e yükselttikten sonra idam ettiler. Egemenlerin temsilcilerinin korkuları o kadar büyüktü ki, o tarihte Seyit Rıza’nın yaşını küçültenler, daha sonra 1980 12 Eylül faşist darbesi sürecinde henüz 16 yaşında olan Erdal Eren’in yaşını bir gece yarısı büyüttüler ve idam ettiler. Yani 1938 deki korkak katiller sürüsü ile 1980’deki korkak katiller aynı zihniyetin temsilcileridir.
Onlar o kadar korkak ve kalleştirler ki, buna karşılık Seyit Rıza ve yoldaşları da tam tersine yiğit ve mağrurdular. Celladına gülümseyen bir önder olan Seyit Rıza, Elazığ Buğday Meydanı insanlarla doluymuşcasına sessizliğe ve boşluğa doğru “Ewladi Kerbelayme, be gunayime, ayvo, zulumo, cinayeto” (2) sözlerini haykırdıktan sonra çingeneyi iterek, heybetli ve mağrur bir şekilde sehpaya yürümüş ve egemenleri bir kez tir tir titretmiştir..
O kadar ikiyüzlüdürler ki, Seyit Rıza’nın ve yoldaşlarının mezar yerlerini aradan geçen 73 yıldan sonra bile ailesinden, sevenlerinden gizleyen bu karanlık zihniyetin temsilcileri, sahte açılımlar peşinde koşan AKP hükümeti, hatta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Dersim’de sahte gülücükler atarak Cemevini ziyaret ediyor. Ama diğer yandan aynı gerici-şeriatçı zihniyetin temsilcisi AKP hükümeti, Munzur Milli Parkı ve Dersim’in sonu anlamına gelen “barajlar projesini” israrla sürdürme kararlılığını gösteriyor.
Barajlar projesi Dersim coğrafyasında hem ekolojik dengenin tehdit edilmesi, hem doğal güzelliklerin ve bazı hayvan türlerinin tükenmesi, bitki örtüsünün tahrip olmasına sebep olacak olup, hem de Dersim coğrafyasındaki bir çok kutsal yerin sular altında bırakılması demektir. Bu proje Munzur ırmağı kenarındaki Anafatma gibi Alevi adak yerlerinin sular altında bırakılması demektir. Bu proje Dersim şehir merkezinde Munzur ile Pülümür suyunun birleştiği noktada yer alan Gole Çetu Ziyaretinin (Hızır’ın Evi) baraj suları altında kalması demektir.
Bu proje her şeyden önce Munzur’un ve Dersim’in insansızlaştırılması projesi demektir. Ve o Munzur ki, Dersim’in kirvesidir. Kirvelik ise Alevi inanç ve ritüellerine göre kutsaldır. Kirvelik ikrârdır. Yok etmek istedikleri bir bakıma da bu ikrardır. Alevilik – Kızılbaşlık inancıdır..
Ama herkes bilmelidir ki, yüzlerce yıldan beri yok edemedikleri bu inancın sahipleri hiçbir şekilde onların önünde diz çökmeyecektir. Bu baskılar, imha politikaları, katliamlar aslında onların korkularından kaynaklanmaktadır. Aynen “Ben sizin yalanlarınızla hilelerinizle baş edemedim bu bana dert oldu. Ama ben de sizin önünde diz çökmedim bu da size dert olsun” diyen Seyit Rıza’nın sözlerinde olduğu gibi asla başarılı olamayacaklardır.
“Enel Hak” dediği için derisi yüzülen, vücudu paramparça edilip, kafası koparılan, sonra da Bağdat sokaklarında teşhir edilen Hallac-ı Mansura yaptıkları aynı korkunun ürünüdür. Seyit Nesimi’nin “Sen şeriat uğruna bir parmağını bile kesmezsin. Hâlbuki görüyorsun ki, biz inancımız yolunda kendi kanımızla yıkanıyoruz” sözleri, katillerin korkularının nasıl yüzlerce yıldan sonra bile aynı şekilde devam ettiğinin bir başka örneğidir.
Onları korkutan Şeyh Bedrettin’in yeryüzünde eşitliği sağlama ütopyasının anlamı sayılan :
“yarin yanağından gayri her şeyde
her yerde
hep beraber diyebilmek için” sözleridir.
Onları korkutan Anadolu coğrafyasının kızıl gülü Pir Sultan Abdal’ın idam sehpasına yürürken:
“Yürü bire Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir”
Ben Musa’yım sen Firavun
İkrarsız Şeytan-ı lain
Üçüncü ölmem bu hain
Pir Sultan ölür, dirilir” sözleridir.
Onları korkutan, Alişer ile sevdalısı Zarife’nin özgürlüğe giden mücadelede ölümü birlikte göze alan yoldaşlık aşklarıdır.
Onları korkutan, Seyit Rıza ve Alişer’in karşısına mertçe çıkmayıp kalleşçe öldürülmelerinde piyon olarak Reyber gibi, Zeynel gibi ihanetçi işbirlikçileri kullanmalarıdır.
Onları korkutan Deniz, Yusuf, Hüseyin’in idam sehpasına yürüyüşü, Mahir’in Kızıldere’deki teslim olmayan haykırışı ve Mazlum Doğan’ın kararlılığıdır.
Onları korkutan İbrahim Kaypakkaya’nın “ser verip sır vermeme geleneğinin önderi” olduğu Diyarbakır işkencehanelerinde cellatlarını yargıladığı destansı direnişidir.
Bugüne kadar hangi baskı, imha, inkar, katliam yöntemleriyle gelirlerse gelsinler, yanlarına birkaç satılık işbirlikçi hain alırlarsa alsınlar, önderlerimizin mezar yerlerini de saklasalar, inancımıza, kültürümüze, tarihimize ve doğamıza hangi yöntemlerle saldırırlarsa saldırsınlar Koçgiri’nin yiğit evladı Alişer’in şu şiirinde anlatıldığı gibi :
“Nice padişahlar geldi cihana
Bunu almak için düştü gümana
Her biri bir çeşit attı gümana
Kesilmedi kolu kılı Dersim’in
Aslanlar yurdudur tilkiler girmez
Gerçekler sırrıdır akıllar ermez
Kürtler’in gülüdür kafirler dermez
Onlara bağlıdır yolu Dersim’in” asla başarılı olamayacaklardır.
Çünkü Kızılbaşlar, Aleviler, devrimciler – sosyalistler, yani özgürlük sevdalıları binlerce yıldan bu yana şimdiye kadar nasıl boyunlarını darağaçlarına, kılıçlara, yangınlara, kıyımlara, sürgünlere karşı korkmadan kahramanca uzattılar ve insanlığın yüreğinde kana karıştılar, can oldular… Bundan sonra da aynı inançla güzel yarınlar mücadelesine devam edeceklerdir. Aynen şairin dediği gibi :
“bitmedi daha sürüyor o kavga
ve
sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
(1) Hüseyin Akar’dan
(2) Evlad-ı Kerbelayız, günahsızız, ayıptır, zulümdür, cinayettir
Erdal YILDIRIM

Yeni bir sendrom: Toplu mezarlar

Yeni bir sendrom: Toplu mezarlar

Mutki kazılarında bulunan kemikler dikkatleri bölgeye çevirdi. 90'lı yılların karanlığında yerleşen korku, kendi efsanelerini bile yaratmış.

Yeni bir sendrom: Toplu mezarlar
“Bitlis - Mutki yolu 5. kilometrede dağlık bir alanda 1926’dan kalma biri 100 diğeri 80 kişilik iki mezar daha var. Vergi vermeyen, çocuklarını askere göndermeyen Kürtler, başkaldırdıkları gerekçesiyle topluca katledildiler ve oraya gömüldüler.”

Mutki yolu üzerinde ilerlerken, aracımızın şoförü parmağıyla gösteriyor, karlar altındaki dağları. “İşte burası” diyor, “Dedem şeyhti, 9 arkadaşıyla önce kurşuna dizildiler, ardından boyunlarına ip bağlanarak sürüklendiler ve buraya gömüldüler.” Yapılan kazılarla bir bölümü ortaya çıkmaya başlayan toplu mezarlarıyla yıllardır bölgede nam yapmış Mutki’de, hikâye burada bitmiyor.

Yeşil sarıklı atlılar
Şoför anlatmayı sürdürüyor: “Hacı dayı vardı, sakallı bir bilge adamdı, iki sene önce rahmete erdi. Bir gün kahvede konuşuyorduk. Yıllar önce Mutki’den Bitlis’e yolda giderken, birdenbire önlerinde dokuz atlı belirmiş. Bazıları sakallı, başlarında yeşil sarıklar var. Issız yolda önlerine çıkan bu dokuz civandan korkmuşlar. ‘Bizi soyacaklar, soymazsa öldürecek bu atlılar’ diye düşünmüşler, ne yapacaklarını şaşırmışlar. Epeyce bir yol gittikten sonra Bitlis’e beş kilometre kala, birdenbire atlılar kaybolmuş. Dağın başı, saklanacak tek bir dal altı görünmüyor ortalarda. Ben Hacı Dayı anlatırken, ‘bir dakika’ dedim. Onlar benim dedemlerdir. Şıhlar, imamlar, bu yörenin saygın insanlarıdır. Size gömüldükleri yeri göstermişler.”

Neredeyse on beş yıl geçmiş faili meçhul cinayetlerin, çatışmaların üzerinden. Ama konuştuğunuz herkesin yüzüne yer etmiş, gözlerine sabitlenmiş korku yok edilir gibi değil. Akşam hava karardıktan sonra insanlar hâlâ sokağa çıkmaya çekiniyorlar. Ve bildiklerini, gördüklerini anlatmakta büyük zorluklar yaşıyorlar.

‘Başı kıbleye döndü’
Bir başka Mutkili konuştuğu bir kadından duyduklarını anlatıyor; sanki kendi gözüyle görmüş gibi, inanarak: “Kavakbaşı’dan bir kadın 1995’te, yol ortasında boylu boyunca uzanmış bir kadın gerilla görmüş. Üzerinden askeri cemse geçmiş hem de kaç defa. Cemse her geçişinde kadının vücudu eziliyor, cemse üzerinden geçtikten sonra kadın sanki sünger gibi eski haline geliyormuş. Cemseyi kullanan asker hırslanıp defalarca sürmüş cemseyi kadının üzerine. Kadın yine bir sünger gibi eski halini almış. Sonra bıkmış askerler. Kadını yol ortasında bırakıp gitmişler. Cemse gidince cenazenin başı kıbleye dönmüş.”

Mutki’de neredeyse herkesin bir kemik öyküsü var. Kepçeler cesetleri çöplüğe gömerken askerlerden birisi tükürmüş üzerlerine. O sırada yoldan geçen biri görmüş olanları: “Yanlarına gittim, yazıktır, günahtır, onlar da Müslüman. Hiç cenazeye tükürülür mü? Askerler yanıma gelip kızdılar bana. ‘Sana ne ulan’ dediler. Ben ısrar ettim. ‘Ayıptır’ dedim, dinletemedim. Oradan ayrılıp eve gittim. Sonra askerler geldiler. Beni alıp götürdüler. Küfrün bini bir para. Ertesi güne kadar karakolda tuttular, tehdit edip bıraktılar.”

Bir diğer Mutkili söze karışıyor: “Bir kadın Kavakbaşı’nın yakınlarında kemikler bulmuş. Hayvanlar yalıyormuş kemikleri. İnsan kemiği tuzlu olur. Gittik, gördük. Şimdi kar altında oralar, ulaşmanın mümkünatı yok. Köylüler kemiklerin üzerini örtmüş, bazılarının da etrafına taşlar koymuş, dua okumuşlar. Ziyaret yeri olmuş orası. Taşların etrafında saf durup, Fatiha okuyor köylüler, ne yıkanmış, ne de namazı kılınmış cenazelere.”

İHD’ye başvuru yağıyor
Mutki’de iki mezar açılalı, İHD’ye ihbar yağıyor: Duav Yaylası’nda, Avşan Deresi’nde, Deliklitaş’ta, çöplükte, askeriyenin avlusunda... Tek talep var, o da yakınlarının kemiklerine ulaşıp, ziyaret edecekleri, helallik alacakları bir mezar yapmak. Kaybolduğunda 12 yaşında olan çoban Vezir Tarhan’la ilgili. Babası Faik Tarhan’ın, İHD’ye verdiği dilekçede şöyle yazıyor: “Koyun otlatırken kayboldu. Ararken askeri bot ve Mekap izine rastladım. Ondan sonra ağaçların, derelerin, sık olmasından izlerini kaybettim.”

İHD çalışıyor, savcı çalışıyor, halktan ihbarlar gelmeye devam ediyor. 1990’lı yılların travması, bazı hurafeleri doğursa da, birbir çıkan kemikler, bölgenin gerçeğini görmek istemeyenlerin yüzlerini kızartmaya aday.

Ana, baba, abi, amca, yenge ve kuzen kayıp
İHD’ye toplu mezarlarla ilgili olarak yapılan bir başvuru da Van’ın Başkale ilçesinin fahri imamı Ahmet Müslüm Sadioğlu’ndan (eski soyadı Tatü). Bu başvuru sadece bir ailenin kaybolduğuna değil, bölgedeki ‘korucu ol’ baskısına dair de çok ciddi ipuçları seriyor önümüze:

“1994’ten beri babam Sadi, annem Gülnaz, abim Ferzende, amcam Halil, yengem Kadriye ve kuzenim Enver Tatü’den haber alınamıyor. Ben o dönemde askerdim. İzne geldim, bir baktım ki altı kişi aylardır yok. Köyün bir kilometre dışında hayvan otlatırken geri gelmeyince muhtar karakol komutanını aramış. Komutan ‘Operasyon sürüyor. Orada güvenliğimiz yok, gidemeyiz’ demiş. Sonra bölgeye gitmişler, bir şey göremediklerini söylemişler. Ardından bir hafta geçti. Nurullah Yüzbaşı köye geldi ve ‘Başınız sağ olsun. Bunlar PKK tarafından Çiringiz Dağın’da öldürülmüş. Bak, korucu olmadınız, başınıza ne geldi’ dedi. O sırada dağıtım iznindeydim. Yüzbaşıya ‘Madem ki Çiringiz Dağın’da cenazeler, o halde getirin’ dedim. Ardından araştırmak üzere Muş’a gittim. İki gün sonra dönüşte beni yolda yakaladılar. Gözümü kapatıp Hasköy karakoluna götürdüler. Üç gün soğukta tutuldum. Nedenini sorunca, ‘akıllı olasın diye’ dediler.”

‘Fatiha okuyacak bir mezar’
Mutkili Çetin Birlik de abi, amca ve babasını arıyor. Ama onun ‘kemik’ aradığı yer Mutki değil: “Yardım yataklıktan cezaevinde yatan abim Kemal Birlik, üç buçuk yılı tamamlayıp 29 Mart 1995’te Kızıltepe’de tahliye oldu. Babam Abdülbaki ve amcam Zübeyir Birlik karşılamaya gittiler. İkisi de devlet memuruydu. Babamın 33 yıl memuriyeti vardı. Üçünü ve abimin tahliye olan arkadaşı Zeki Alabalık’ı kapıdan alıyorlar. Bir daha onları gören olmadı. Alındıklarını görenlere ulaştık. Ama bu kişilerin kim olduğunu bilen yoktu. Öldürüldüklerinden şüphe yok. Ama hiç değilse Fatiha okuyacağımız bir mezarları olsun istiyoruz.”