24 Kasım 2010 Çarşamba

Modern Kürt Şiiri ve Sürgün


Modern edebiyatın ne olduğuna ilişkin birden çok düşünce söz konusudur. Kimisi modern edebiyatı geleneğin devamı olarak görür, kimisi de reddi olarak. Kimisine göre modern edebiyatla “eski” edebiyatın düşünce, duygu ve imaj evreni terk edilir, kimisine göre ise asıl o evrene göndermelerle kurulur. Biz bunu, içerik ve biçim anlamında geçmişten radikal bir kopuş olarak değil de, başka bir paradigma ve gerçeklik bilgisiyle izah etme taraftarıyız. Bu açıdan bakıldığında, edebiyatta “yeni” olan şeyin erkenci nüvelerini görebilmek mümkündür. Ancak konu Kürt edebiyatı olduğunda işimiz çok zor. Yayını türlü nedenlerle yılan hikâyesine dönen Kürt Şiiri Antolojisi adlı çalışmamızda daha çok örneğe yer verdik. Burada, işin güçlüğünü ifade etmek için tek bir örnekle yetineceğiz. Hem bu örneğe Esmer okurları da aşinadır. Zira, Esmer’in ilk sayısında orijinalini değilse de çevirisini verdiğimiz bir şiir vardı. Ehmed Melayê Bateyî’nin “Ji Çirya Paşîyê Pê da” adlı şirinden söz ediyoruz. Bu şiir ölüm anını anlatıyordu.

Sayın M. Xalid Sadinî, “Li Devera Hekariyan û Behdînan li Ser Melayê Bateyî Çend Menqibe” (Nûbihar 93, Payîz 2004: 73-77) başlıklı yazısında, söz konusu şiirin Bateyî’ye atfedildiğini yazıyor. Bu kabul edilse bile, şiirin klasik edebiyat evrenindeki ilginçliği ortadan kalkmıyor. Zira bu şiirde pek çok mazmunun tersyüz edildiğini görürüz. Tek başına ölüm anını yazmak bile, mevcut düşünsel evren ve paradigmadan kopuştur ki, bunu teori içinde tanımlamak son derece güçtür. Kürt edebiyatının pek çok özelliğiyle kuram(lar)ı değiştiren yönleri var. Yeni söyleyiş ya da duyuş özelliklerini, uzun süre geleneksel değerler sistemi içinde yaşamış olup hiç de homojen olmayan Kürt toplumunun edebiyatında, pek erken dönemlerde görürüz. Ancak ne yazık ki bu konuda söz alan pek çok kalem, Hawar’dan öncesine gitmez. Elbette Hawar’ın önemi teslim edilmeli. Ancak, uzun süre bizim de eleştirmeden kabul ettiğimiz bu düşünce, tartışmaya açıktır. Paradigma, gerçeklik bilgisi, söyleyiş, duyuş (biraz “karma” bir görüş bu, Bremond’a giden yönleri de var) özellikleri açısından bakıldığında, erken nüveler ve özellikleri barındırması itibariye Mewlewî Kurd’ü anmak gerekecektir. M. Emîn Zekî Beg, onunla ilgili olarak şöyle diyor: “Şiirlerinde -Avrupa’dan uzak ve Batı edebiyatı ile ilişkisi bulunmadığı halde- yeni biçimde bir edebiyat üslubu görülür” (Kürdistan Tarihi, s. 163, özgün imlâ). 1806-1882 yılları arasında yaşamış olan Mewlewî, mitolojiden de yararlanmıştır (Ehmed Şerîfî. “Nimad û Simbolî Osturey le Şiirî Mewlewî Kurd da”. Nûdem 3, 1992: 100-04).

Kürt edebiyatının modern dönemine ilişkin yazılarda birbirinden alınma pek çok bilgiye rastlamak mümkündür. Ancak bunlardan pek azı metinlere dayanır. Hatırlanacağı gibi, edebiyata modern yöntemler ışığında yaklaşan ve ilk modern Kürt şairi sayılan Şêx Nûrî Şêx Salih’in bir şiirini de dikkatinize sunmuştuk. Türkiye’de ilk kez bu şairden bir şiir yayımlanıyordu. Üstelik onun şiirinin kaynakları olarak da, yine metinlere ve incelemelere dayanarak Osmanlı-Türk şiirini göstermiştik. Etkiler konusuna girmişken, biçim anlamında değilse bile içerik anlamında yeniliğe açılan metinleri daha çok İstanbul’da bir geçmişi olan şairlerde, özellikle de Soran şairlerde görüyoruz. Bunun için Hacî Qadirê Koyî ve Pîremêrd’i hatırlamakta yarar var. Türkiye Cumhuriyet’inin kurulmasından hemen sonra eşi ve iki çocuğunu İstanbul’da bırakarak Süleymaniye’ye dönen Pîremêrd’in yalnızca etkilenen yönü değil, aynı zamanda etkileyen yönü de vardır. Zira Süleymaniyeli Tevfik ve S.T. imzalarıyla Musavver Muhit ve Resimli Kitab gibi dergilerde yazan Pîremêrd’i, Türk edebiyatı tarihlerinde görmeyiz nedense. Recaizâde Mahmud Ekrem, Tevfik Fikret ve Halit Ziya Uşakîzâde (Uşaklıgil) ile Genç Kalemler ve Servet-i Fünûn çevreleriyle yakın ilişkileri olan Pîremêrd, Güney-Kürt şiirine bir çığır kazandırmıştır. Yine Soranî şiirin büyük şairi Abdulla Goran’daki Lord Byron, Lamartine ve Fecr-i Âtî etkisi ile şiirlerinde Fransız şiirinin etkilerine rastlanan, Fransız, Türk ve Yunan edebiyatları hakkında araştırmalar ve La Fontaine ile Lamartine’den çeviriler yapmış olan, “Ey Reqîb”in şairi Dildar’ı anmak lazım.

Yine bu dergideki yazılarımızdan birinde sözünü ettiğimiz gibi, Kürt kimliğinin Kurmanc-Sünnî temelleri üzerine kurulması nedeniyle her türlü yeniliği bu temel civarında arama refleksi dikkati çekmektedir. Oysa özellikle Soranîde farklı ve daha eski arayışlar söz konusudur. Hatta saydıklarımızın dışında Seyfî Qazî (1877-1944) ve Alî gibi modern şairlerden söz ediliyor, ancak onların şiirlerine ulaşamadığımız için, bunu ancak tekrar etmiş oluyoruz. Keşke Hemreş Reşo ve Firat Cewerî’nin Hawar tıpkıbasımları gibi diğer dergilerin de tıpkıbasımları yayımlansa, Gelawêj ve Pîremêrd ve Goran’ın yönettikleri Jîn dergisi gibi. Soran ve Goran şiiri, Kurmanc ve Kirmanc (Zaza) şiirinden farklı olarak kendi topraklarında kök salar. Bu dillerin (“lehçe” demenin yanlış olduğunu düşünüyorum) şair ve yazarları da sürgünle aşina olmuşlardır, ancak dilleri diğerleri gibi sert biçimde yasaklanmamıştır. Kendi dilinde yazma konusunda karşılaştıklar güçlükler, diğerleriyle kıyas kabul etmez. Bu yüzden Kurmancî ve Kirmanckîyle yazan şairlerin, köklerini kendi topraklarına salamadıklarını ileri sürebiliriz. Bu, aslında dilsel ve edebî gelenek noktasından da gerçeğe yakındır. Çünkü Türkiye’de bu iki dille yazıp, diğer Kürdî dillerdeki edebî birikimi temellük etmiş şair göstermek güçtür. Elbette son dönemde, özellikle iktidarlaşma, “demokratikleşme” ve internet gibi etmenlerle diğer şiirlerin günü ve yarınının içine süzülen bir şiir söz konusudur. Ancak “başlangıçta”, bu iki dilin şairleri ek bir yalnızlık yaşarlar, çünkü bir şiir yazmak için bir dil yaratmak zorundadırlar.

Aslında bu durum, son derece trajik bir noktaya açılır. Kürtçe eğitim öğretimin önündeki pek de “yasal” olmayan yasal engeller, her bir şairi, dili yaratmaya zorlamıştır. Belki de bu yüzden Türkiye’de Kürt dil(ler)iyle şiir yazan şairlerin dili bu denli ağırdır. Felsefe ve küfrün, folklor ve avangartlığın içine doğru süzülen Ehmed Huseynî’yi bile anlamak için bu kadar zorlanmayız. Zira Suriye tarafında her şeye rağmen bir Hawar bakiyesinden söz etmek mümkündür. Ancak bu tarafta dili “sade ve yalın” bir şair bulmak son derece güçtür.

Osmanlının son dönemi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hemen hemen tamamında, Kürtçeyle okuyup yazmak yasak olmuştur. Bu noktada ısrar edenlerin tek değil, iki seçeneği bulunmaktadır: Ya sürgün edilme, ya da gönüllü sürgünlük. Ancak –eğer onu, birden çok seçeneğe sahip olmak olarak tanımlarsak, “özgürlük” bununla bitmiyor, zira iki türlü sürgünlük var: Türkiye sınırları içinde, Türkiye sınırları dışında.

Buraya bir not düşmek için sürgün deneyimi yaşayan ya da halen sürgünde olan bazı şairleri sayalım: Abdulla Peşêw, Cegerxwîn, Enwer Mayî, Ferhad Şakelî, Fêrîk Egît Polatbekov (sürgünde doğdu, Sibirya’da), Goran, Letîf Helmet, Medenî Ferho (her iki sürgünü de yaşadı, şimdi ikincisinde), Mela Ehmedê Xasî, Mela Eliyê Beroşkî, Mîr Celadet Alî Bedirxan, Mîr Kamuran Alî Bedirxan, Osman Sebrî (Madagaskar’a bile sürüldü), Qedrîcan, Refîq Sabir, Rênas Jiyan, Rojen Barnas, Şêrko Bêkes (her iki sürgünü de yaşadı), Şêx Es’edê Erbîlî, Şêx Mihemed Kerbelayî…

Kendi köklerinden uzakta olmak, bir tür “aradalık” durumudur. Ana kıtanın uzaklığı ölçüsünde, kelimenin temel anlamıyla yozlaşır. Ancak kültürün gücü, bu yozlaşmanın önüne geçebilir bazen. Bu anlamda Kürtlerin siyasetçileri için aynı değerlendirmeyi yapamasak da, edebiyatçıları için yozlaşmanın önüne geçmeleri anlamında bir dilsel direnişten söz edebiliriz. Bunu siyasî ve sosyolojik durumla izah etmek, bir tür malumu ilan olacak. Bu bir imkân mı, ona bakmak lazım. Nitekim, Mehmed Uzun, pek çok söyleşisinde olduğu gibi yazarlığı hakkında düzenlenen konferansta da, dünya edebiyatının aslında bir tür sürgün edebiyatı olduğunu ifade etmişti. Gerçekten de sürgün, onu bir imkâna çevirenlerin yazı odasıdır. Sıla ise, onların sürgünde yarattıkları bir yer olduğu için, bir noktadan sonra gerçeğine dönülmez bir hayal olarak bırakılması gerekebilir.

Sürgün, şairin zihnini kışkırtır. “Aradalık” durumu gerçek ile onun kurduğu gerçekliğin çatışmasını getirir. Elbette bu, hayat için değil, ama şiir için, poetik yaratım için bulunmaz bir fırsattır. Yeni bir şehir bulamamıştır, terk ettiği şehir arkasından gelmiştir. Ancak bundan da önemlisi, arkasından gelen şehir de terk ettiği şehir değildir artık. İmgelemin kışkırtıldığı an, diğer dil ve edebiyatlarla tanışma, terk edilen şehre biraz yüksekçe bir yerden bakmayı getirir. O noktadan bakıldığında yalnızca nesneler, olaylar, yaşantılar belirginleşmekle kalmaz, imgesel coğrafya da genişler. Sürgün, Kurmanc-Kirmanc şiirinin döl yatağıdır. Orada pekişip serpilen şey ise, kendi şehrine döndüğünde daha da “yabancı” olacak, şiirin bir tür tanımı gibi.

Buraya kadar söylenenlerden daha önemli olan şey, sürgünün söz konusu şairlerin yapıtlarına doğru süzülen etkilerini araştırmak olacaktır. Daha geniş bir yazı ve daha geniş bir zaman gereksinen bu konuya döneceğiz.

Notlar: Bütün yanlışlıklar bir zaman sorununa bağlanamaz, ancak “hızlı” yazmaktan dolayı pek çok hata yapıyoruz. Bunlardan birisi, Karapetê Xaço ile ilgili yazdığımız bir şey. Onun köyü, Batman’ın Blêder köyü olacak. Yine Kürt folkloru için hazırladığımız küçük kaynakçada Mehmet Bayrak’ın adını unutmuşuz. Bu affedilmez yanlışlarımız için uyaran sevgili büyüğümüz Celâl Temel’e teşekkür ederiz. Şivan Perwer’in Mart sayısında yayımlanan yazısını biz çevirmiştik, çıkmamış. Afganî ve Şeraîtî konusuna devam edeceğiz, biraz zaman. Güzel şeyler de oluyor, Leyl-name yazarından bir dize mesela: “Stêrkek geş î dê ji te re esman her hebin”.

0 yorum :