24 Kasım 2010 Çarşamba

Bir Bediüzzaman anlatısı: Dem

Sadık Yalsızuçanlar’ın belki de –bana göre- hayatının en önemli meyvesi olan Bediüzzaman’la beraber kendi yaşam öyküsünü anlattığı Dem adlı romanı Risale-i nurlara bigane kalamayan her okuyucunun bakması gereken bir eser olarak karşımızda duruyor şimdi.

(tercumaniahval.com ve sadikyalsizucanlar.net’de yayınlanan “Sadık Yalsızuçanlar Kitabiyografisi” başlıklı yazı dizimizde Risale-i Nur’ların yetiştirdiği bu önemli ve yetenekli kalemin bütün kitaplarını tanıtmaya çalışmıştık. İnşallah bu yazıda o seriye bir zeyl hükmünde olacak.)

Sadık Yalsızuçanlar’ın bu kitabı piyasaya çıkmadan hemen önce yazarın kendi sitesinde şöyle bir yorumda bulunmuştum;
“DEM İnşallah hayırlara vesile olur. Üstadın hayatı yani realitesi zaten kolay kolay hiç bir kurgulamayla aşılamayacak kadar ilginçtir. Bu yüzden üstadın hayatıyla ilgili romanlara hiç ilgi duymamışımdır ama Dem belli ki üstadın hayatını Sadık Yalsızuçanlar’ın kendi rengini ve zevkini biraz tasavvufi ruhun daha ağır bastığı bir bakış açısıyla yeniden yorumlaması ve yeni yorumlama ile bizlerin de iyice sönen, sarsaklaşan ruhi açmazlarımıza yeni bir menfez açma çabası olarak gördüm. Bakalım roman çıksın son kararımızı o zaman vereceğiz inş.Hayırlı uğurlu olsun”

Şimdi roman üzerinde düşünme zamanı. Doğrusu yukarıdaki yorumda da belirttiğim gibi hiçbir hayal gücü ve kurgusal yapımın üstadın realitesini yani yaşamış olduğu hayatın üzerine çıkamayacağını düşünüyordum fakat Dem bu anlamda düşüncelerimi bir daha gözden geçirmeme sebep oldu.

“Define ile yılan, gülle diken, sevinçle gam bir aradadır” demiş Şeyh Said. “Dem” de bu birlikteliği anlatıyor adeta. Roman olarak etiketlenen kitaba bazen anlatı diyeceğiz. Bediüzzaman’ın hayatı derken sadece onun hayatına odaklanmış bir kitap değil Dem.

Sadık Yalsızuçanlar Risale-i Nurlarla tanışmasını ve yaşadıklarını, hayallerini, acılarını üstadın hayat hikayesine adeta sığınarak harmanladığı bir eser ortaya çıkarmış. Kitabı alıp okumadan önce adına takılmıştım. Dem benim lügatçe hafızamda iki tane anlamı var. ‘An’ ve ‘Kan’ anlamına geliyor. Arapça bir kelime. Lafza değil manaya bakmak gerekiyor. Zaten kitap da buna işaret ediyor; Hayatın binbir cilvesi içinde, tüm bu yaşananların anlamı nedir sorusuna cevap veriyor?

Sadık Yalsızuçanlar çocukluğundan itibaren aile içinde yaşadıklarını, aile bireylerinin günah bataklığında çektiği ve diğer aile bireylerine çektirdiği azabı ve günahlardan gelen o elim yaraları cesurca serrişte ederken tüm bu olanların ruhunda açtığı derin yaraları aynen bize hissettiriyor ama bizi bu acıyla baş başa bırakmadan bir yandan da kendi hikayesiyle beraber Bediüzzaman’ın da hikayesine odaklanıp bataklığın içinden ma-i zülal gibi nebean eden bu gencecik ruhun taşlara, kayalara çarpa çarpa kaderin fetvasıyla ya da romandaki benzetmeyle, bir nehre benzettiği Bediüzzaman’ın açtığı çığıra eşlik ederek bir bahr-i ummana yani hakikat denizine kavuşma macerasını da selis bir şekilde anlatıyor.

“..sen nil’din efendim, büyük nehirdin…çölü yararak geçiyordun, geçtiğin yere hayat veriyordun…sen su idin…candın…canlandırıyordun…” (Sh.297)
Bu anlamda romandaki samimiyet sizi içine çekiyor. “..hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.” dedirtiyor.

Fakat kişiler ve isimlerden bahsederek özetleyecek olursak Dem’i şöyle de özetleyebiliriz;
“Kitap, maddelenmiş bazı metinlerde Said-i Nursi’nin çarpıcı hayatından kareler taşısa da temelde 70’lerin Türkiye’sinde sinema işleten, CHP’li bir baba, Dev-Gençli bir ağabey, Dev-Yolcu bir dayıdan ve bütün bu parçalanmış hayatlar ortasında varolmaya çalışan bir annenin hatıraları arasında yolculuk edip, Nur talebesi olmaya doğru koşan bir delikanlının, Cemil’in öyküsünü sunuyor bize daha çok.” (Yeni Dünya, Nisan 2010, Sayı 198”)

Evet ne hikayeler yaşanmıştır bu ülkede.
“Her gün biraz daha fark ediyordum…Yaşadığım ülkede bilmediğim o kadar çok şey vardı ki. O kadar farklı öyküler… insanlar… dünyalar… oyunlar… zulümler… kahramanlar vardı ki…” (Sh. 280)

Aslında dramatik çatısı özellikle anonim duygular olan sevmek, sevilmek, yalnızlık, acı ve ızdırap gibi herkesin şahsi hayatından yola çıkarak, kolaylıkla irtibat kurabildiği bir hikayeyi yılların getirdiği ustalıkla üstadın hayatıyla birleştirip bizlere anlatması isabetli bir yol olmuş. Çünkü herkesin bir fikre ve hakikate ulaşması öznel, enfüsi daire içinde başlar.

Kendi şahsi tecrübelerimiz ve hayatımızda karşılığını bulduğumuz şeylerle daha çabuk yakınlık kurarız. Gerek sinema gerekse romanlarda yapılagelmiştir bu.
Genelde bizde, özellikle İslami anlamda büyük şahsiyetlerden adeta uzaylı ve ulaşılamaz gibi bahsedilmesi işin özüne inilmesini engelleyen bir tarzdır. Bunu İslami camianın yazarları da yapmıştır, dindar olmayan sinemacılar da. Yunus Emre filminde öyle bir Yunus Emre çekilir ki aşık olmaz, kızmaz adeta insanın asli özelliklerinden uzak bir profil ortaya konulur. Böyle bir insanı da hayatımızda görmediğimiz için inandırıcı bulmayız. Fantastik hayali bir şahız olarak düşleriz. Model olması da çok zordur hayatımızda.

Keza bu anlamda Bediüzzaman’ın, Peygamberimizin (asm) anlaşılması, bize hidayet-i küll olması için 19. Mektub’da insani yönlerini ön plana çıkartması önemlidir. Diyelimki peygamberin eşi Hz. Aişe iftiraya uğramıştır. Bunu kendi hayatımıza monte edelim. Eşinizin, kızkardeşinizin v.b bir yakınınızın bir başkasıyla ilişkisi olduğuna dair bir şayia yayılsa. İfk hadisesi denilen bu olayı o zaman daha içten daha ciğersuz bir vakıa olarak derinden hissederek değerlendiririz.

Burada tutturulması gereken dengeyi Rafet Küçük’ün Kuran Mealleri konusunda Edip Yüksel’le girdiği bir tartışmada belirttiği gibi “Kuran mealini okuyan Kuranı anlamak isteyen kişi Peygamberi diğer insanlardan daha fazla tanımak örnek almak durumundadır. Çünkü Kuran Ona indirilmiştir. Dur şu Kuranı illa da ben kendim olarak anlayayım anlayışı Kuranı anlamaktan uzaklaştırır” şeklinde algılamak lazım.

Yani kendi şahsi tecrübesini her şeyin önüne koyan, kendi arzularını mutlaklaştıran, kutsallık atfeden bir okur değil peygamberin hal ve hareketini sadece peygamberin yaşadığı hal ve zamanla dondurmayıp aynı zamanda kendi dünyasından yola çıkıp o döneme ve yaşanmışlıklara da nazar etme kabiliyetini geliştirmiş okur profili lazım. Kur’anı anlamak içinde geçerlidir bu durum. “Yoksa bu zamandan tâ o zamânâ bakmakla, mezkûr zevkin dekaikını göremezsin. ... ve bir çok enva'-ı i'câzı içinde bu nev-i i'câzını zevk edemezsin. ..” (Sözler, Bediüzzaman Said Nursi)

İşte bir peygamber varisinin, Bediüzzaman’ın hikayesi olan Dem’de bana göre enfüs dairesinden yola çıkarken bizi de aynı duygularla hareket ettirmeyi başarıyor. Gerçi Sadık Yalsızuçanlar’ın hayat-ı şahsiyetinden bahsettiği bölümler melankolik bir halet-i ruhiye zerk ediyor damarlara ve nedense Bediüzzaman’ın Sözler kitabında yer alan 17. sözdeki “Bütün divan-ı eş’ârının (şairlerin divanlarını) ruhunu eğer sıksan, elemkârane birer feryad damlar” sözünü hatırlattı bana.

Fakat bitişiyle özellikle de üstadın hayatını anlattığı bölümüyle Fakrulahbabtan gelen bir elemi değil fakdulahbabtan gelen bir elemi hissettiriyor kitap ve böylece yazar adeta panzehirini de hazırlamış oluyor. (Bu iki kavramla ilgili geniş açıklama için bkz. Sözler-Lemeat- “Ulaşmaz dest-i edeb-i …başlıklı bahis.)

Aslında iyi bir kitabın göstergesi bana göre dünyanın faniliğini hissettirmesidir. Çünkü bu asırda en yoğun propagandası yapılan husus dünyanın faniliğinin unutturulmaya çalışılmasıdır. ‘Ye, iç, gez, eğlen” anlayışı dokunulmaz bir tabudur şimdi. Bu havada bu atmosferde yaşayan bizlere dünyanın faniliğini ve zamanın devaranı karşısında acizliğimizi hissettirecek anlatılara, menkıbelere, kıssalara ihtiyacımız var.

Dem işte bu anlamda üstadın eteğine yapışmış bir yazarın hakikat-i ilahiyyeden meded istemesini anlatıyor adeta. Bu meyanda şöyle der anlatısında;
“Dem bu demdir dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem… Bu demin devranı değirmendedir… Dünya da bir değirmendir… dünya da bir değirmendir…
Dünyanın bir değirmen olduğunu senden öğrendim efendim.” (Kitabı bir başkasına hediye ettiğim için sh.numarasını veremedim)

Bir kitabı okurken bir filmi izlerken artık şöyle düşünüyorum; Kabre indirildikten sonra bunun bana ne faydası olabilir? Kabir kapısına kadar devam eden dostlukların insana ne faydası olabilir ki?

İşte Sadık Yalsızuçanlar’ın rehber edindiği üstadla kurduğu manevi bağ kabir kapısına kadar değil ondan sonrasına da uzanan bir kardeşliğin, dostluğun hikayesi.
“Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin. (Mektubat, On Altıncı Mektup, Bediüzzaman Said Nursi)

“Hususan senin asrının inkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyî etmeyen, hususan bir iki sene zarfında ebedî bir firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husulü ânında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak kâr-ı akıl değildir.
Eğer aklın varsa, uhrevî inkılâbâtında, berzahî etvârında ve dünyevî inkılâbâtının müsâdemâtı altında ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana arkadaşlığa muktedir olmayan işleri bırak, ehemmiyet verme, onların zevâlinden kederlenme.” (Lem’alar, 17.Lem’a, 1.Nota, Bediüzzaman Said Nursi)

Aslında romanın bir başarısı da ister istemez bizi üstada ve nur metinlerine yönlendirmesidir. İlginç olan ise yazarın bunu bana göre ana mihver olan kendi hayat hikayesinden bahsettiği halde yapmasıdır.

Kitabın tek eksiği eğer Bediüzzaman’ın hayatını bilmiyorsanız kitabı okurken zorlanacaksınızdır. Bilmeyenler, tanımayanlar Bediüzzaman’ın bir biyografisini ya da kısada olsa hayatını okuması gerekiyor.
Bu yüzden nur talebelerinin daha fazla feyizyab olacağı bir eser ortaya çıkmış.

Bir şarkının sözlerindeki mısralar Sadık Yalsızuçanlar’ın ilahi hakikatlere temas noktasında üstadla olan ilişkisini, ona bağlılığını ve macerasını çok güzel özetliyor.
"öyle bir Dem ki ruhum
hiç olayım derken meğer hep olmuşum
ben olayım derken meğer sen olmuşum”

0 yorum :