25 Kasım 2010 Perşembe

Türkler-Kürtler ve 'barışa çıkan tek yol'

Brüksel’deki Avrupa Parlamen-tosu’nun büyük binası her zaman, her gün olduğu gibi sayısız konuda, sayısız toplantı ve konferansa sahne oluyordu. Bayram ve onunla birlikte gelen uzun tatil, Brüksel’e ve Avrupa Parlamentosu’na uğramamıştı.

AP’daki konferans trafiğinin arasında, bizi doğrudan ilgilendiren, ‘AB, Türkiye ve Kürtler’ başlığıyla düzenlenmiş olan ‘7. Kürt Konferansı’ydı. Düzenleyenler, AP’deki ‘Avrupa Birleşik Solu ve Kuzey Ülkeleri Yeşil Solu’ adını taşıyan gruplar. Konferansın birey sponsorları arasında Güney Afrikalı Rahip Desmond Tutu, Nobel Barış Ödülü sahibi İranlı yazar ve kadın aktivist Şirin Ebadi ve Yaşar Kemal de bulunuyor. Desmond Tutu ile yaşı 94’e dayanan yazar Vedat Türkali’nin görüntülü mesaj konuşmaları büyük ekrandan yayımlandı.
AP binasında aynı konudaki konferanslara benim üçüncü katılımımdı. BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, DTK’dan (1999’da Abdullah Öcalan’ın ‘barış ve iyi niyet jesti’ çağrısı üzerine gelip teslim olan PKK gerillalarından, 5 yıl hapis yattı) Yüksel Genç, Ruşen Çakır ve ben, ‘Türk-Kürt Diyaloğu-Barışa Giden Yegâne Yol’ başlıklı panelin konuşmacılarıydık.

‘Normalleşme’ alametleri
İyi kötü, AP’deki Kürt konferanslarının bir kıdemlisi olmaya başlamış olan benim dikkatimi özellikle çeken, Türk basınının ülkenin en önemli sorununa ilişkin AB bünyesi içinde gerçekleştirilen ve önem verilen konferansa hemen hiç önem vermemiş ve ilgi göstermemiş olmasıydı.
Brüksel’deki meslektaşlarımız bundan önce düzenlenmiş olan Kürt konferanslarını izlemeyi ihmal etmezlerdi ve neredeyse tam kadro hazır bulunurlardı. Leyla Zana, Osman Baydemir ve hatta Ahmet Türk gibi isimlerin sözleri cımbızla çekercesine izlenir ve gösterişli biçimde -yani, pek sempatik bir izlenim vermeyecek şekilde- gazetelere yansıtılırdı.
Brüksel’deki 7. Konferans benim tanık olduğum en içeriklisi oldu. İki kadın, Leyla Zana açılışta, Yüksel Genç, benim de konuşmacı olduğum panelde çok çarpıcı konuşmalar yaptılar. Bizim basının ilgisi düşük kaldı.

Bu, bayram tatiline Brüksel’deki meslektaşlarımızın uyum göstermesinden de kaynaklanabilir, bunu ‘hayra yormak’ da mümkündür. Durumu ‘hayra yoran’ bir katılımcı, “Türkiye’de Kürt sorununun ele alınışında ulaşılan düzey, Türk gazetecilerin artık bu gibi toplantılarda ‘hafiyelik’ yapmasına gerek bıraktırmıyor. O bakımdan, bunu çok olumlu bir gelişme ve Türkiye’de umut verici gelişmelerin başlamış olması diye de görebiliriz” dedi.
Konferansta, altı en çok çizilen önemli ve olumlu bir gelişme olarak, ‘devletin Abdullah Öcalan ile ciddi biçimde görüşmeye başlaması’ ve hatta bunu ‘meşrulaştırması’ kaydedildi.
Elbette KCK davası, anadilinde eğitim konusunda gösterilen olumsuz resmi tepkiler gibi ‘olumsuzluklar’a da değinildi. Ancak genel hava, Türkiye’de PKK’nın ‘eylemsizlik’ kararına paralel olarak ‘görüşme’ ve ‘diyalog ortamı’nın yerleşmeye başlamasının daha ağır bastığı yolundaki değerlendirmelerdi.


Silaha alternatif
Benim kendi payıma konferansa yaptığım, daha önce dile getirilmemiş bir konu olarak yaptığım katkı, Türkiye’de Kürtlerin -Türk kamuoyunun da hatırı sayılır bir bölümünün desteğiyle- ‘sivil itaatsizliğe’ ve bir deyimle ‘sivil direniş’e kaymaya başlamalarının altını çizmek oldu.
Özellikle KCK davalarında ‘Kürtçe savunma’ ısrarıyla kendisini gösteren ‘sivil itaatsizlik’in yaygınlaşmasının önemi, ‘silahlı mücadele’ye alternatif güçlü bir kitlesel akım olabilmesinde yatıyor. ‘Sivil itaatsizlik’, ‘sivil direnme’ geliştikçe ve başarı
elde ettikçe, ‘silahlı mücadele’ bir yöntem olarak anlamsızlaşacak ve ‘silahlara veda’ya daha hızla ilerlemek mümkün olacak.
İşin ilginç yanı, Türkiye’deki ‘sistem’in bu ‘sivil yöntemler’e alışık olmaması, bunlarla karşılaşmaktansa ‘silahlı mücadele’yi kabullenecek bir alışkanlığa sahip bulunmasında.
Kürt silahlı varlığı kesin bir yenilgiye uğratılamıyorsa da Kürtlerin bundan sonra ‘silahlı mücadele’yle kazanım elde etmeleri neredeyse imkânsız. ‘Silahlı mücadele’yle artık hiç kazanamazlar. Türk devleti, silahlı mücadeleyle yenilmez.
Oysa ‘sivil itaatsizlik’-’sivil direniş’ yoluyla Türk devleti demokratikleşme yönünde dönüşebilir ve Türkiye devleti halini alabilir. Tez buydu.


Kılıçdaroğlu-Demirtaş diyaloğu niçin olmadı?
Bütün bunlar için ‘yegâne’ yol, karşılıklı ‘diyalog’dan geçiyor; bir anlamda ‘savaşma konuş’ anlayışının yerleşmesinden. Her düzeyde -muhataplarla- görüşmekten. Abdullah Öcalan’dan BDP’ye uzanan, her birinin işlevinin farklı ama birbirini tamamlayan ‘entegre süreçler’le çözüm yönünde yol almak gerekiyor.
Bu, hayli uzun, çetin ve engebeli bir yol ama. Bu yolda yürümek için benim sıraladığım ‘olmazsa olmazlar’ı Selahattin Demirtaş pek beğendi ve kendi konuşmasında birkaç kez atıf yaptı. Ne mi onlar? ‘Sabır, zekâ, esneklik, karşılıklı saygı’...
Birkaç unsur daha eklenebilir tabii, ‘siyasi cesaret’ gibi, ‘vicdan’ gibi...
Demirtaş, Paris’ten geldi. Sosyalist Enternasyonal Toplantısı’ndaydı, “Kılıçdaroğlu’yla görüştünüz mü” diye sordum, zira CHP ile seçim ittifakı ufkundan dahi söz etmişti. Görüşmemişler. Demirtaş’ın gayretine rağmen. Iraklı Kürt Celal Talabani ile buluşan Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Türkiyeli Kürt Selahattin Demirtaş ile bir kahve içecek vakti niçin bulamadığını kendisi biliyor olmalı.
Dedik ya, yol uzun ve engebeli diye.
Ama yeter ki ‘sabır’dan, ‘zekâ’dan, ‘esneklik’ten, ‘karşılıklı saygı’dan vazgeçmeyelim. ‘Siyasi cesaret sahibi’ olalım. ‘Vicdan’ı unutmayalım...

0 yorum :