21 Ocak 2011 Cuma

İnce Kırmızı Hat / İlker Cihan Biner

İnce Kırmızı Hat / İlker Cihan Biner


Yazı: İlker Cihan Biner – Jîyan
“Bu toplantıya üniversitelerin gençlik konseyi başkanları katıldı ama dışarıda da 40-50 kişilik grup gösteri yaptı. Rektörlerle yaptığımız toplantılarda dışarıda yapılan gösteriler gibi. YÖK Başkanı kimlerle görüşüyor, üniversitelerden, okullardan seçilmiş konsey başkanı olan gençlerle toplantı yapıyor. Dışarıda da yapılan bu gösteriler kimler tarafından yapıldığına baktığımızda Marksist, Leninist ideolojik bazı gruplar. Bunların ne kadarı öğrencidir, ne kadarı değildir bilemem ama içeride olanlar, gençler tarafından seçilmiş üniversite gençlik konseyi başkanlarıdır. Takdirini size bırakıyorum”
Başbakan’ın bu sözleri büyük gerilim yarattı. İsteyen istediği yerden kuşkusunu, eleştirisini dile getirebilir ama söylenen, eleştirilen her şey artık bir noktaya çekiliyor. Bir güven problemimiz var. Bu güven problemini bertaraf etmemiz gerekir, yoksa konuşamıyoruz. Bu çizilmiş gerilim hattı üzerinde, bu güvensizlikten dolayı Başbakan’ın Marksist, Leninist gruplara yönelik söylemlerini Türkiye’de bugüne kadar sanki Marksist, Leninist grupların söylemleri, eylemleri etkiliymiş ya da varmış da Başbakan’ın bu söylemleriyle bu gruplar ortadan mı kalkacak?
Türkiye’nin siyasi haritasını gözden geçirdiğiniz vakit, sağ-muhafazakâr siyasetçilerin Komünizmi nasıl bir boyutta ele aldıklarını, sağ-muhafazakâr iktidarların özellikle Soğuk Savaş döneminde Marksist, Leninist gruplara ne şekilde yaklaştığının gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
İşte bu noktada Marx’ı anmanın sırasıdır derim. Marx, ‘anlatılan senin hikâyendir’ sözünün kılavuz olarak kullanmamız gerektiğine inanıyorum. Bütün manzarayı resmeden durumu siyasi bir olayla örneklendirmek gerekirse; 29.6.1973 tarihli ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu’nun ‘öğrencilerin örf ve adetlerine bağlı milliyetçi kişiler olarak yetiştirilmesini’ öngören maddesini eğitim ve öğretim hizmetlerinin tarifi açısından Anayasa’ya aykırı olduğu gerekçesiyle iptali için CHP, Anayasa Mahkemesi’nde dava açtığında Süleyman Demirel bunu ‘ CHP milliyetçilik aleyhine dava açtı’ diye nitelendirilmişti. (TBMM, 1976 Bütçe Konuşması). Aynı konuşmada, ‘Komünizmin Türkiye’yi kurulduğundan beri tehdit ettiğini vurgulamış, ‘komünizmle mücadele’ye devam etme kararlılığını tekrarlamıştır.
Bu misyon sağ siyasetlerin tümünü aynı çatı altında birleştiren bir örtüşme alanıdır. Bugün Başbakan’ın söylemlerinde de bunu rahatlıkla görebiliyoruz.
Eklemek istediğim diğer bir nokta ise sağ-siyaset anlayışının bu bakış açısı sadece Türkiye’de değil tüm dünyada bu şekildedir. O zaman tekrarlamakta fayda var Başbakan’ın bu sözleri neden bu kadar gerilim yarattı?
Memlekette çok rahat bir şekilde şu tablo ortaya çıkıyor, çok ciddi bir gerilim var, bir gerilim hattı var. Acaba hangi konularda anlaşamıyoruz? Neyi tarif edemiyoruz? Herkes kendisine şu soruyu sorabilmeli; ben nerede yanlış yaptım veya acaba genel kanaatlerimde mi bir sorun var, bunu düşünebilmeli.

19 Ocak 2011 Çarşamba

"Serbest cinayet ülkesi"

"Serbest cinayet ülkesi"

  
Nazım ALPMAN
nazim@internethaber.com

Ocak ayının 19. günü geldiğinde İstanbul’un ortasında her yıl bir cinayet işleniyor:
Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’e arkadan yaklaşan koca bir devlet onun üzerine kurşun yağdırıyor!
Aslında bu cinayet her Hrant duruşmasında, ağır çekim tekrarlanıyor. Hrant’ın eşi, oğlu, kızları, kardeşi, arkadaşları bu cinayeti görüyorlar, uyarıyorlar, haykırıyorlar, sonunda isyan ediyorlar:
-Yeter artık, gerçek katilleri yargı önüne getirin!
Devletin başında bulunanlar (dün ve bugün fark etmez) büyük bir pişkinlik içinde yerlerinde oturup, seyrediyorlar. Ortaya çıkan gerçekler, belgeler, itiraflar, mektuplar, yazılan makaleler, kitaplar açık olarak gösteriyor ki:
-Hrant Dink büyük bir devlet organizasyonu öldürülmüştür!
Kimsenin kıpırdayacak yeri yok, bu kadar net!
Biz bu “çalışma yöntemini” gayet yakından biliyoruz. On yıllar boyunca tıkır tıkır işledi.
Önce hedef seçildi. Sonra hedefi vuracak mekanizma düzenlendi. Uygun ortam, zaman ve mekân siyasi atmosfere özenle yerleştirildi.
Ardından flaş gelişmelerin izlenmesi geldi.
-Abdi İpekçi’yi vurdular!
-Kemal Türkler’i vurdular!
-Nihat Erim’i vurdular!
-Gün Sazak’ı vurdular!
-Turan Dursun’u vurdular!
-Bahriye Üçok’u vurdular!
-Uğur Mumcu’yu vurdular.
-Musa Anter’i vurdular!
-Vedat Aydın’ı vurdular!
Gazetelerin bu durumlar için hazırlanmış klişe manşetlerini çok sevdiler:
-“Karanlık güçler yine işbaşında!”
Oysa ortada karanlık falan yoktu. Her şey namlu rengiydi. Ortalık ise kan kırmızısı!
Her büyük cinayetin bir ucu mutlaka ama mutlaka devlete uzanıyordu.
Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca, gözaltında çözülme aşamasına gelmişti. Devreye İstanbul’un sıkıyönetim komutanı girdi:
-Sanığı verin!
Sanık verildi, sonra da salıverildi!
Dönemin içişleri bakanı Hasan Fehmi Güneş, bütün yürekliliğiyle haykırdı:
-Ağca, iç güvenlik kuvvetlerinin elinden alınmıştır ve salınmıştır!
Daha ne kadar açık olunabilir ki?
Kurbanlar seçiliyor, katiller ayarlanıyor, katliamlar yaptırılıyor… Sonra tetikçiler deşifre ediliyor. Onların yargılanma(ma) aşamaları başlatılıyor. Kamuoyu uyuşturuluyor, bıktırılıyor en nihayetinde de alıştırılıyor!
İlk kez Hrant Dink cinayetinde kamuoyunun itirazı, “uysal toplum” sınırlarını aştı.
Artık kimse inanmıyor ortaya atılan senaryonun gerçekliğine… Üç küçük çocuk kendi başlarına Hrant Dink’i öldüremezler!
Gazeteciliğin yüz akı Nedim Şener’in kitaplarında bütün çıplaklığıyla ortaya çıkan devlet içindeki cinayet şebekesini korumak için gösterilen yargı çabaların onda biri Hrant Dink Davası için gösterilmiyor.
Neden?
Cinayet düzenekleri 657 Sayılı Kanunla örülmüş koruma duvarları arkasında oluşturuluyor.
Türkiye’de yaşayan herkes artık biliyor, yaşadığımız coğrafyanın tarihe geçmiş bir adı var:
-Serbest cinayetler ülkesi!    

Kerem öldürmeyen âşıklar


Mekân Kilis dolayları. ‘Mecburi iskân’ denildiğinde Türkmenlerin Osmanlı’ya en çok beddua ettiği topraklar…
Siz bakmayın macunlaştırılmış barak havası türkülere. Bir türkü

 ‘iskân’a ağlamıyorsa barak değildir. İçinde eğer ‘aşk’ da varsa gelir ‘Keremkâr’ olur.
Kilis ilginç bir yerdir. Yavuz, doğu seferine giderken ordugâhını Kilis’e kurmak istediğinde camilerin birbirine çok yakın yapıldığını görünce vazgeçmiş. Durumu da “Bir yerde bu kadar yan yana cami yapılmışsa imana alamet değil, fitneye delalettir!” diyerek açıklamış. Bilinir, Barakeli’nin Türkmenleri de ancak fitne ile iskân ettirilebilmiştir.
İşte Osmanlı’nın son, yeni cumhuriyetin ilk zamanlarında, Kilisli bir barak ozanı “İsfahan’dır Aslı bizim ilimiz/Ördek uçtu, ıssız kaldı gölümüz” diyerek Kerem ile Aslı’nın destanını okumaya başlamış.
Kerem, İsfahan Şahı’nın oğlu Ahmet Mirza’nın, Ermeni keşişin kızı Aslı’ya âşık olduktan sonra kazandığı lakaptır. Nihat Genç, bu destandaki Ermeni kız-Türk oğlan denkleminin, okunduğu topraklara göre nasıl değiştiğini ne güzel anlatır. Destanın sonuna gelinip de âşıklar kavuşmadan yanıp kül olunca eski bir sipahi kılıcını çekerek ozanın üstüne yürümüş. Rivayet edilir ki ozan can korkusuyla Hz. Hızır’ı destana sokup âşıkları küllerinden yeniden diriltmiş ve mutlu sona bağlamıştır.
Hikâyenin sonuna müdahale etmek sadece sipahinin fikri değildir. Refik Halid Karay anlatır. Abdülhamid devrinde, âşıklar Kerem destanını anlattığında sonu vuslatla bitmeyince intihar vakaları yaşanır. Bunun üzerine bir ferman yayımlanır. Artık hikâyenin sonu kavuşmayla bitecektir. Kerem ile Aslı’yı yakıp kül eden halk âşıklarının da kellesi gidecektir. Bu yüzden halk âşıkları ikiye ayrılır. Hikâyeyi kavuşmayla bitirenlere de ‘Kerem öldürmeyen âşıklar’ denir.

Hikâyenin ağlanacak yeri
Eskiden ‘köy odaları’ vardı. Televizyonun her haneye girmediği zamanlarda orada oturulur, hikâyeler anlatılırdı. Bu topraklarda hangi ferman yayımlanırsa yayımlansın sonu mutlu bitmeyecek olan bir başka hikâye daha vardır; o da Kerbela’dır…
Eğer ‘sosyal psikiyatri’de ‘devreden toplumsal travma’ denilen olguyu bilmiyorsanız bu hikâye anlatma ritüeline gülersiniz.
Halk, yüzlerce kez dinlediği ve acı sonunu bildiği halde hikâyeyi merakla dinlemeye başlar. Binlerce silahlı, külahlı, karnı tok, sırtı pek cellada karşı, çoğu bebek 72 canın aç–susuz direniş destanıdır.
Kerbela masumları sayıca çok azdırlar, halk ağlamaz.
Açlıktan kırılırlar, halk ağlamaz.
Susuz kalan çocuklar feryat etmektedirler, halk ağlamaz.
Abbas Fırat kıyısına su getirmeye gönderilir, gittiğinde gelmeyeceği bilinir, halk ağlamaz.
Hüseyin tek başına at üstünde binlerce kişiyle ve tarihin en büyük fitnesiyle çaresiz cenk etmektedir, öleceği kesindir, halk ağlamaz.
Sonunu bildiği halde Allah’tan, evliyadan, enbiyadan medet umar da Hüseyin’in, binlerce atlıyı yenmesini ister, halk ağlamaz.
Ne zaman ki “Hüseyin attan düşer, sahrayı Kerbela’ya”, halk o zaman ağlamaya başlar.
Hem ağlar hem de gelmeyen Cebrail’e intizar ederek sultan-ı enbiyaya haber vermesini ister.
Ağlanan şey hikâyede umudun kalmaması değildir aslında. Atlı zalimler karşısında yaya kalmaktır. Kerem’in yanıp kül olması değildir yürekleri yakan. Muktedirlerin bezirgân saltanatı sürdükçe hiçbir âşığın kavuşamayacağıdır.

Hrant bizim Keremimizdir
Kerem, aşkı uğruna beylik saltanatını itelemiş, hırsızlıkla suçlanacak kadar da yoksul düşmüştür.
Bu halk, Hrant o kaldırıma düştüğünde, hiçbir evladına ağlamadığı kadar ağlamışsa iki sebebi vardır.
Birincisi, kanlı zalimler hep atlı, devletliyken, o attan düşmüş, yoksul ve yaya kalmıştır. İspatı da altı delik ayakkabısıdır.
İkincisi, bizim İsfahan zalimleri gibi davranmamız sonucunda kavuşamayacağını, kavuşturulmayacağını bile bile, bir Kerem yüreği ile ‘su çatlağını bulana kadar’ sevmeye devam etmiştir.
Keşke bir sipahi gelse “Bu hikâyenin sonu böyle bitemez!” dese.
Barak elinin Kerem öldürmeyen âşığı, sazını yeniden eline alsa ve senin dilinden bir Seyfullah ‘Keremkâr’ı söylemeye başlasa…
“Biz âşığız, biz ölmeyiz!
Çürüyüp toprak olmayız
Karanlıklarda kalmayız
Bize leyl-ü nehâr olmaz!”
Diyerek coşkuyla söylese, biz de utancımıza ağlasak…

Öğleden sonra saat üçte vurdular onu...

ALas Cinco de la Tarde...’ Federico Garcia Lorca’nın ‘matadorun ölümü’nü anlattığı o ölümsüz şiirinin dizeleri geliyor aklıma:
“Saat beşti akşamleyin
Ah! Ne korkunç saat beşi akşamın!
Saat beşti bütün saatlerde!”
Saat üçtü öğleden sonra. Ah! Ne korkunç saat üçüydü o öğleden sonranın. O gün bugün saat üçtür bütün saatlerde.
Öğleden sonra saat üçte vurdular onu. Kaldırıma uzandı...

Kimdi o kaldırımda yatan?
“Arkadaşımın adı Hrant’tı. Bana ‘Onu anlat’ deseler; ‘Has adamdı” derim. ‘Asil ruhtu, sıkı dosttu. Cesur yürekti, deli fişekti. Koruyandı, kollayandı. Candı... Tarifi çoktu onun, kimselere benzemezdi’ derim.
Canına kıydılar arkadaşımın. Gazetesinin önünde vurdular onu. Arkadan vurdular hem de üç kurşunla.
O gün ben de vuruldum. Yaşarken değdiği, koca kollarıyla sarıp sarmaladığı, dokunup şifalandırdığı herkes vuruldu. Hepimiz vurulduk. Ama Hrant öldü; biz kaldık.
Ve gördük. Kaldırımda yüzükoyun yatan Hrant’ı gördük. Üzerini örtmeye çalıştıkları beyaz kâğıdı da altı delik ayakkabılarını da... Hepsini gördük....
Hrant’ın kaldırımdan kaldırıldığını görmedik ama gelen ambulansın çığlığı bizimkine karışırken yattığı yerdeki kan izlerini de gördük. Bununla da bitmedi... İlerleyen yıllarda ondan adaletin esirgendiğini de görecek, kanının yerde kaldığını da bilecektik. Bu ‘bilgi’yle perdesi açılan gönül gözümüzle o kaldırıma bakacak, Hrant’ın hâlâ orada yattığını görecektik.
Gelin, biz kaldıralım Hrant’ı o kaldırımdan. O gün onunla birlikte vurulan ama ayakta kalan bizler kaldıralım...” (Tûba Çandar, Hrant, Everest Yayınları, s. 17)
Hrant Dink, 19 Ocak 2007 günü, güpegündüz, öğleden sonra saat üç’te İstanbul’un göbeğinde, Agos’un önünde vuruldu, kaldırıma uzandı.

Adalet neden gelmiyor?
Aradan tam dört yıl geçti. Hrant o kaldırımdan kalktı mı? Kaldırabildik mi?
‘Adalet’ Türkiye’ye gelmeden, ‘Hrant için adalet’ yerine getirilmeden, kalkmaz Hrant o kaldırımdan. “Vurulmuş tertemiz sırtından, uzanmış yatıyor” hâlâ o kaldırımda.
Çünkü, ‘adalet’ gelmedi.
Geçen yıl, ölümünün üçüncü yıldönümünde, rüzgârın kamçı gibi, yoğun sulu kar yağışıyla birlikte insanların yüzünde şakladığı o gün, oğlu Arat Dink, dayanamayıp, Agos’un penceresinden, aşağıdaki 3000 kişiye “Üç yıldır bizimle dalga geçiyorlar” diye haykırmıştı.
Bugün, bir yıl daha ilave edildi. Hrant kaldırımda; adalet kim bilir nerelerde? Neden bir türlü gelmiyor ‘Hrant için adalet?’
“Çünkü” diyor Osman Can, “Hrant Dink cinayeti, günü birlik politikada birilerinin kullanabileceği bir enstrüman değil. Hrant Dink cinayetinin çözümlenmesi ve adaletin tesisi Türkiye siyasetinin genetiğini deşifre edebilecek anahtarı sunmaktadır. Cinayete götüren süreçte, 100 yıllık eğitim politikası, okullarda ‘andımız’ biçimindeki faşizan uygulama, devlet partisi ideolojisinin bugüne kadar değişmeyen ve her bir darbeyle kendini yeniden egemen kılan etnisist-militer siyasi yapısı ‘tetikçiler ve azmettiren’lerden çok daha belirleyicidir... Evet, Hrant Dink cinayetine götüren süreç, Türkiye’yi her defasında darbelere veya darbe etkisine sahip tek partici, militarist ve elitist toplum mühendisliği sürecidir. Bu nedenle Hrant Dink davası, Ergenekon, Balyoz ve diğer davalardan bağımsız değil, aksine onlardan daha fazla yaşamsaldır... Ergenekon ve Balyoz davaları daima bir siyasal mücadele ekseninde okunacaktır. Ancak, Hrant Dink davası, insan ve vicdan üzerinden diğer davaların tüm taraflarını bir muhasebeye çağırabilir, tarihe karışmakta olan ‘eski’den bütünüyle arınmayı, ‘yeni’nin de hümanizm üzerine kurulmasını sağlayabilir. Bu dava temiz bir başlangıç için çok önemli.” (Star, Açık Görüş 23.12.2010)

Vicdan ve insanlık sınavı
Türkiye’deki siyasi iktidarın bir türlü yapamadığı da bu; ‘temiz başlangıç’ı yapamıyor. ‘Hrant Dink sınavı’nı veremedi. O sınav, Ergenekon ve Balyoz sınavlarından daha önemli bir sınav.
Nitekim, Osman Can’ın şu doğru ve çarpıcı teşhisini hatırda tutalım: “En önemlisi ise Hrant Dink davasıyla ilgili sınavdı. Diğer davalarda tüm taraflar için belirli bir siyasal destek söz konusu olduğu halde, bu davada siyasal destek zafiyeti yaşanıyor. İlk üç sınav demokratlığın bir ölçüsü olabilir. Ancak bu sınav yalnızca vicdan sahibi olmanın bir ölçütüdür. Diğer davalarda esas itibariyle siyasal pozisyonlarımızı kaybedebilecekken, bu davada insanlığımızı kaybetme riski vardır.”
‘Vicdansız demokrasi’ olabilir mi? ‘İnsanlığımızın kaybolduğu’ bir zemin üzerinde siyasal ve toplumsal barış kurulabilir mi?
Yok olan ve kaybolan Hrant değil.
“Hrant, ‘Eğer bir gün bu ülkeden gidecek olursam yürüyerek gitmeyi isterim’ demişti. Tıpkı geçmiştekiler gibi. Kafileler halinde yollara dökülen, yolları ölsünler diye güneye yöneltilen kuzey yolcuları gibi... Bize o kadar dokunmuştu ki bu...
Bildiğimiz, ‘Diyaspora büyük bir Anadolu köyüdür’ diyen Hrant, büyük bir Anadolu köyü olan kalbimizin hangi tepesinde gömülü olmak istediyse oradadır bugün.
Toprağın altında ve üstündedir.
Uçmuş çatıların, sesleri kaybolmuş sokakların içindedir.
Adı vicdan olan her yerdedir.”
(Tûba Çandar, Hrant, Everest Yayınları, s. 648)

Arkadaşlar, Kürtler gidiyor sanki

Arkadaşlar, Kürtler gidiyor sanki


TALİMAT İmralı'dan geliyor:


“Yaşadığımız coğrafyada kötü şeyler görüyoruz. Halkın sağlığı ve güvenliği ile ilgili önlemler almamız gerekiyor.”

Talimat kısa sürede yerine getiriliyor. Kürtler, Demokratik Toplum Kongresi dedikleri platformda tartışıyor, ardından somut açıklamalar:

“Sivil alanda örgütleneceğiz. Fuhuş, v.s. gibi kötülüklerden halkımızı korumak için komiteler kuracağız. Güvenlik alanında güç oluşturacağız.”

Kendi savunmasını kendi yapacak olan komiteler, “Öz Savunma Gücü” denilen birimler böyle sunuluyor.

Tıpkı, PKK terörünün zirveye ulaştığı 90'lardaki gibi. O yıllarda da, PKK halkın sorunlarını çözecek komiteler oluşturuyor. Tarla anlaşmazlığından boşanmalara, alacak verecek hesaplarına kadar halkın her türlü sorununu çözüyor, kendi hukukunu oluşturuyor.

O tarihte ülkenin bir köşesinde fiilen paralel bir devlet kuruluyor.

TABANDAN KOPUK


Şimdi öngörülen yine öyle paralel bir yönetim. İki temel ayağı var. Biri, özerk yönetimler, diğeri öz savuma gücü denilen milis kuvvetleri.

Özerk yönetimler kendi göbeğini kendi kesmek üzere, Türkiye Cumhuriyeti ve onun kurumlarına başvurmadan, her türlü sorunu kendi içinde çözecek.

Güvenlik güçleri yerine de, milis kuvvetler. Herhalde PKK destekli.

BDP'nin tabelası Ankara'da ama, genel merkezi fiilen Diyarbakır'da. Her şey uygun ve tamam gibi.

Bir eksik var, bu iş tabandan kopuk ve proje üzerinde çalışanların kafası karışık.

ARTIK KÜRDİSTAN


Bununla birlikte, proje tamam. Vali ve kaymakamları halkın seçmesinden kendini  korumaya kadar paralel devletin unsurları kağıda dökülüyor. Bayrakları da olduğuna göre, sadece para basmak yok.

Bu artık Kürt Sorunu olmaktan çıkıyor, bu artık Kürdistan yolculuğu.

Biz öğrenci olayları, protestolar, demokratik haklarla haşır neşir olurken, Güneydoğuda bunlar konuşuluyor.

Arkadaşlar, iş çok ciddi farkında mısınız bilmiyorum, ama Kürtler gidiyor sanki.

Her şey proje olarak tasarı halinde. İlk kez bu kadar açık konuşuluyor.

Terör, yoğun savaş, ardından ateşkes, sükunet, o sükunet içinde sorunun çözümü için tek bir adım atılmıyor, hiç bir şey yokmuş gibi günler geçiyor ve bir dönem sonra aynı döngü yeniden işliyor.

Kürtler bundan bıkmış vaziyette. Onun için kendi projelerini kendileri hayata geçirmek çabasında. Paralel devlet teziyle.

Arkadaşlar iş çok ciddi, farkında mısınız bilmiyorum, ama Kürtler gidiyor sanki.

18 Ocak 2011 Salı

Kürt çocukları ile barışmak

Bir Hakkârili genç, hafta sonunda Van’daki toplantıda konuşuyordu: “Hakkâri’nin tek giriş kapısı var. (Şehre ancak kuzey yönünden ulaşılabiliyor). Hakkâri’yi biz yarı-açık cezaevi gibi hissederiz. Her şeyden kopmuş yaşarız yarı-açık cezaevimizde. Arada bir ‘görüşmeciler’ gelir, o sayede dünyanın diğer yanına bağlandığımızı düşünürüz. Sağ olsunlar, son ‘görüşmecilerimiz’ Cengiz Çandar ile Murat Belge ve Ekopolitik oldu...”
Hakkâri’nin son derece çarpıcı bir tarifini bu sözlerle işitmiş oldum. Hakkârilileri bu duygulara sevk eden sadece Türkiye’nin o uç ilindeki ‘siyasi militanlık’ ve devletin orayı bugüne dek, ‘ülkeye yabancı’ bir ‘güvenlik alanı’ olarak değerlendirmekten öteye bir davranış ortaya koymaması değil. Başta, küçük kentin yaslandığı görkemli Sümbül Dağı olmak üzere yüksekliği 3000 metreyi geçen 30 tane yüce dağın yer aldığı yüksekliklerin arasına yerleşmiş olması. Topoğrafyadan da kaynaklanan ‘tecrit duygusu.’
Hakkâri’de çoğu kez, sadece ‘bir avuç gökyüzü’ görünüyor. Türkiye’nin bir parçası gibi değil, sanki bir başka gezegendeymiş gibi evrenin güzel bir köşesinde bir başına yaşar bir hali var Hakkâri’nin.

Sermayesi militanlık
Ne sanayi var, ne ticaret. Doğal uzantısı olan Irak Kürdistanı ile sınırları mühürlenmiş, sınır çizgisi karakollar ve Silahlı Kuvvetler’in yığınak alanı, aynı zamanda da PKK’nın silahlı güçlerine geçit veren, derin vadilerle yarılmış, yasaklanmış yaylaları, yakılmış ormanlarıyla yüzyıllar boyu temel geçim kaynağı olan hayvancılığın öldüğü bir ‘yurt köşesi.’
Hakkâri’nin ‘Türkiye içinde huzur bulması’nın önemli ipuçlarından biri, paradoksal olarak, bölgenin güneyi ile doğal, geleneksel ve tarihi bağlarının –böylece ekonomisi ve ticaretin de- canlanmasına imkân verecek şekilde, iki sınır kapısının, özellikle Çukurca’daki Üzümlü kapısının açılması.
Bu olduğu takdirde, Hakkâri-Dohuk arası 1.5, dolayısıyla Hakkâri-Erbil arası yaklaşık 3 saate inecek. 1. Dünya Savaşı sonrası çizilmiş sınır, haritada değilse de fiilen silinmiş olacak. Hakkâri’nin ‘Türkiye içinde kalması’ da garanti altına alınmış olacak.
Hakkâri bugün böyle olmadığı, böyle yaşamadığı için, varolan tek sermayesi, ‘siyasi militanlık’ haline gelmiş. ‘Siyasi militanlık’ın belkemiği ise 14-16 yaş ortalamasındaki çocuklar. Her birinin başından dipçik, dayak, gaz bombası geçmiş.

Hakkâri’de yaptığınızı Trabzon’da yapabilir misiniz?
Öyle bir alanda, bir süredir Kürt sorununa çözüm çalışmalarını yürüten, Türkiye’nin bir araya gelmesi imkânsız şahsiyetlerini bu amaçta buluşturan ve gözlemlerini yakın geçmişte Cumhurbaşkanı Gül ile paylaşan Ekopolitik adlı düşünce kuruluşunun, son bir yıl içindeki ‘2. Hakkâri buluşması’na gittik.
Bir süredir, belediyenin öncülüğünde yavaştan ve kendiliğinden ‘çift dil’ uygulamasına geçen küçük kentin tek salonu 500’ü aşkın kişiyle aramızda ‘Ülkücü Hareket’in bir dönemdeki en önemli isimlerinden Musa Serdar Çelebi’nin de bulunduğu bizleri dinlemek için hıncahınç dolmuştu.
Dinleyicilerin içleri de dolmuş, birikmişti. Konferansın soru-cevap bölümünde, salonda Vali’nin –bu arada Muammer Tuncer, Türkiye’nin Hakkâri için bulabileceği en akıllı, en çaplı genç yönetici- yer almasına bakmaksızın, gençler ayağa kalktı, ‘Şehit namirin’ (Şehitler ölmez) diye tempo tuttu.
Türkiye’nin batısındaki aynı sloganın Kürtçesi ama yüklenen anlam Hakkâri’de farklı. ‘Şehit’, 27 yılına giren silahlı çatışmada toprağa düşen PKK’li Kürtleri ifade ediyor.
Her şeye rağmen, Hakkâri toplantısı önemliydi, en ufak bir saldırganlık yaşanmadı. Bir Kürt, “Aynı içerikte bir toplantıyı, aynı kadroyla örneğin Trabzon’da yapabilirseniz, Kürt sorunu çözülme yönünde önemli bir mesafe alabilir” dedi.
Doğru söylüyordu. İş, bu yönüyle aynı zamanda bir de ‘Türk sorunu’; yani Türkiye’de Kürtlerin ‘eşit vatandaş’ olmaktan doğan haklarının Türkler tarafından da desteklenmesi hayati önem taşıyor.
Hakkâri’den üç-dört saat ötedeki Van, bambaşka bir dünya. Gerçi, Van’ın 450 binlik şehir nüfusunda, 60 binlik şehir nüfusuna sahip olan Hakkâri’den –göçler nedeniyle- daha fazla Hakkârili yaşıyor ama Van, bir ucu Doğubeyazıt’a, bir ucu Bitlis ve Siirt’e, hatta İran’ın Batı Azerbaycan eyaletinin merkezi Urmiye’ye kadar uzanan, Tebriz’e de uzanabilecek olan çok geniş bir bölgenin tartışmasız merkezi haline dönüşen, cıvıl cıvıl bir kent.
Yarın-öbür gün Ermenistan sınırının açılması durumunda, ‘uluslararası’ bir merkez haline gelmesi de işten değil. Ayrıca, Hakkâri ile arasındaki mesafeyi 1.5 saate indirecek projeler söz konusu.
Türkiye’nin o yöresinde, 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarında, Türkiye’nin Ankara’dan ‘güvenlik öncelikli’ bir ‘katı merkeziyetçilik’le yönetilemeyeceğini kolaylıkla sezebiliyorsunuz.

Toprak bütünlüğünden de önemlisi
Sorun, ülkenin öncelikle ‘toprak bütünlüğü’nü güvence altına almak değil. Gerçekçi olmak gerekirse öyle bir ‘tehdit’ söz konusu değil çünkü. Asıl önemlisi, o toprakların üzerinde yaşayan insanların ‘Türkiye bağlılığı’nı güvence altına almak.
Bölgede Türkiye’nin genç ve gelecek kuşaklarının hatırı sayılır bölümü, Türkiye ile duygusal bağlarını kopartmış durumda. Onları geri kazanmak şart.
Onları, ‘Kürt çocukları’nı geri kazanmanın yolu ise ‘güvenlik önlemleri’ni arttırmaktan, askeri hesaplar yapmaktan, Heron vs satın almaktan falan geçmiyor. Bu yol ve yöntemle yitirildiler zaten.
Murat Belge, Ekopolitik’in Van toplantısında konuşurken “Barış yapmanın savaş yapmaktan çok daha zor, barışın savaştan çok daha kırılgan olduğunu” söyledi. “Barış için 20 yıl didinirsiniz, bir provokasyon, tek eylemle 20 yıllık emeğin boşa gittiğini görebilirsiniz” dedi.
Barış, bugün öncelikle ‘Kürt çocukları’ ile barışmak anlamına geliyor.

CUMHURBAŞKANI`NIN DİYARBAKIR GEZİSİ TEKLER VE ÇİFTLER

CUMHURBAŞKANI`NIN DİYARBAKIR GEZİSİ TEKLER VE ÇİFTLER

Çocukken tek-çift oyunu oynardık. Başbakan Tayyip Erdoğan son birkaç yıldır bir `tek, tek, tek` tir, tutturdu gidiyor. Tek vatan, Tek bayrak, Tek devlet, Tek millet ve Tek dil.
Çocukken tek-çift oyunu oynardık. Başbakan Tayyip Erdoğan son birkaç yıldır bir `tek, tek, tek` tir, tutturdu gidiyor. Tek vatan, Tek bayrak, Tek devlet, Tek millet ve Tek dil. Çoğu kez yaptığı gibi bir yanlışı o kadar kendinden emin ve o kadar doğru sanarak tekrarlıyor ki Türk Edebiyatındaki ĞALATI MEŞHURLAR gibi bütün millet de bu yanlışları artık doğru kabul ediyor.
Edebiyattan, `Ğalatı meşhurdan`, Siyasetten ve İlmi Şeriattan bi-haber gariban millet neyse de bu kadar `ilim sahibi` UDEBA ve ULEMA`dan da ses çıkmıyor. Hiç biri `Kardeşim, tekleri ve çiftleri bir birine karıştırıyorsun, yanlış söylüyorsun, ateşe benzinle gidiyorsun` demiyor.
Geçen haftayı Ankara ve İstanbul`da geçirdim. İslami düşünceye sahip birçok kişiyi ziyaret ettim. Başbakan`ın bu tek tekçi söyleminden rahatsız olan ve bu rahatsızlığını yazılarında veya TV programlarında dile getiren bir tek kişiye rastlamadım. Diyarbakır`a döndüğümde ise tam tersi bir durumla adeta İNFİALLE karşılaştım.
Hangi tavır `DOĞRU` analizinden daha önemli olan ülkenin doğusu ile batısı arasındaki makasın gittikçe açılması. İnsanlar doğrular ve yanlışları belirlemek yerine takım tutar gibi pozisyon almaya başlarlarsa çözüme ulaşmak zorlaşır. Kürt Meselesi konuşulduğunda `Varlıklarını iktidarın varlığına adamış` çevrelerin tek yaptıkları iş PKK`yi topa tutmak. Kendi TEZLERİNİ sunma ve bunun üzerinden bir tartışma yürütmekten ziyade PKK eleştirisi üzerinden KÜRT TALEPLERİNİ BOŞA ÇIKARMA yolunu izliyorlar. Bizim gibilerin ise işi çok zor. Bir yanda Komünist tek parti diktatörlüğü yönetiminde bir Kürdistan tahayyül eden Kürt siyaseti içindeki bazı etkili unsurlar; Diğer yanda ise Ümmetçilik yerine Türk-İslamcılığı bilinçaltlarına yerleştirmiş kendilerini indar/İslamcı/muhafazakâr olarak tanımlayan çevreler. Deveye sormuşlar `Yokuşu mu seversin, inişi mi?` Fukara deve `Yahu bu yolun düz olanı yok mu?` diye cevap vermiş. Düz yol neresi?
Yolun düzü nasıl bulunur, Allah için gösteren yok! Kürtlerin kahir ekseriyeti DÜZ YOLU arıyor. Düz yolu bulmak için de önce TEKLERİ ve ÇİFTLERİ birbirinden ayırmak gerekiyor. Kürtlerin DEVLETLE, BAYRAKLA, RESMİ DİLLE bir sorunları yok. Daha açık bir ifade ile Türkiye`nin sınırlarını bölmek isteyen yok, bilakis yüz yıl önce zorla çizilen sınırlarla dışarıda kalan/bırakılan Kürt, Arap, Türkmen, Süryani, Ermenileri de kapsayacak şekilde esnetmek lazım.
Türkiye`nin bayrağı ile de bir sorun yok. Devlet hepimizin devleti, sorun devleti DEMOKRATİK BİR CUMHURİYET haline getirmek, devleti milletle barıştırmak. Türkiye`nin resmi dili de TÜRKÇE, çünkü büyük bir çoğunluk Türkçe konuşuyor, yoksa `Türkler Allah`ın seçilmiş kavmi` olduğu için değil. İTİRAZ TEK MİLLET ve TEK DİLE. Kürtler ALT KİMLİK, ÜST KİMLİK ifadelerinden hoşlanmıyor, kimsenin ALTINDA KALMAK istemiyorlar.
Kürtleri ayrı bir halk olarak kabul etmeyen ve dünyadaki diğer tüm halkların sahip oldukları hakları tanımayan hiç bir yaklaşımı kabul etmiyorlar. Ayrıntıları bir yana bırakırsak, 1.Kürtçe ana dille eğitim 2.Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerde Kürtçenin kamusal alanda kullanılması Kürtlerin vazgeçmeyecekleri en önemli iki ana taleptir. MİLLET, ÜMMET, KAVİM, IRK, HALK, EŞİT VATANDAŞLIK... bunların her biri ayrı ayrı tabirlerdir. Kürtler her hak istediğinde Necmeddin Erbakan`dan bu yana `Milli Nizam, Milli Görüş, Milli Türk Talebe Birliği, Milli Selamet... Türk/ Osmanlıcı-İslamcı ambalajlar Kürtlerin karşısına Ümmetçilik olarak çıkarılıyor ve Milletten kasıt Ümmettir deniliyor. Koskoca bir yalan! Lafı fazla uzatmayın ve çevirmeyin! Kürtçe ana dille eğitime ve Kürtçenin kamusal alanda kullanılmasına ne diyorsunuz? Kısa ve net cevap EVET Mİ, HAYIR MI? Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 2010`un son iki gününü Diyarbakır`da geçirdi ve bir gün önce Milli Güvenlik Kurulu`nun dillendirdiği TEK, TEK, TEK... Söyleminden öte bir şey dile getirmedi.
Karşılama töreni ve Cuma namazı dâhil en kalabalık yerde yarısı sivil polis ve bürokrat olmak üzere 1500 kişiden fazla kişi toplanmadı. Medya bu görüntüleri `Diyarbakır Cumhurbaşkanı`nı bağrına bastı` şeklinde verdi. Yorum sizin. Biz, yolumuza devam edelim, TEKLERİ ve ÇİFTLERİ ayıralım: Tek Devlet, Tek bayrak, Tek vatan ancak; `ÇİFT MİLLET ve ÇİFT DİL`  Hâlâ, `TEK MİLLET ÜMMET` demektir diyorsanız, soruyoruz: GENERALLERLE DOLU MİLLİ GÜVENLİK KURULU HABERİMİZ OLMADAN ŞERİAT MI İLAN ETTİ? İktidar uğruna AZİZ İSLAM’I Laikçi-Kemalist Ulus devlete alet etmeyin, ÜSTELİK DE ULUS DEVLETİN BÜTÜN DÜNYADA MİADI DOLMUŞKEN, yazıktır!

"Kürtler de 'nankör' Galatasaraylılar da..."

 "Kürtler de 'nankör' Galatasaraylılar da..."


Mustafa YALÇINER

Hizbullahçılar serbest bırakılıp sırra kadem bastılar... KCK tutukluları ise mahkemede anadilleriyle bile kendilerini savunamıyorlar... Yattıkça da yatıyorlar. Yatırılıyorlar.

On binlerce Kürt, protesto gösterisi yapıyor. Ona da izin yok. Protestocular, tıpkı hak talep eden gençlere olduğu gibi, saldırıya uğruyorlar. Gaz yiyorlar... Tazyikli su yiyorlar bu kış günü. Ve coplanıyorlar. Adliye ve belediye bile gaz doluyor.

Şu "nankör Kürtler" bırakmıyorlar ki beyefendi ve partisi Kürt sorununu çözsün! Üstelik Kürtlerin temsilcisi PKK, BDP falan değil, ama beyefendinin partisiyken! O kadar TRT-6'i açtı... Kürtler yine "nankörlük" etti. "Türk-Kürt kardeş, PKK kalleş" diyen MHP gibi "kardeşim" dedi, yine olmadı, "nankörlüğü" sürdürdü Kürtler. "Çözeceğim" diyor, bırakmıyor ki "nankör" Kürtler. Yoksa beyefendi, Kürtsüz, Kürtçesiz çözüverecek Kürt sorununu. Ne hak, ne eşitlik. Ne anadil, ne kendini yönetim hakkı. "Şu mektepler olmasa milli eğitimi ne güzel idare ederdim" diyen Abdülhamit'in bakanı M. Haşim Paşa gibi... Öğrenciler olmasa okulları, Kürtler olmasa Bölge'yi, halk olmasa Türkiye'yi ne güzel idare edecekler! Galatasaraylılar olmasa bir güzel Galatasaray'ı da idare edeceklerdi... Ama olmadı! Onlar da "nankör." Beyefendi o kadar uğraştı bir stadları olsun diye. Para pul vermese de, ona buna talimat verdi, el verdi. Halkın vergilerinden, TOKİ, Galatasaraylıları ayartsınlar diye hızla yaptı yeni stadını Galatasaraylıların. Eh biraz övüneceklerdi. Atıp tutacaklardı. İmkan vermedi Aslan Galatasaraylılar. Protesto ettiler. Çıkıp gitmek zorunda kaldı beyefendi ve etrafı. Al-ver ilişkilerinden, başlarında olanlar Galatasaraylılar gibi davranamayıp beyefendinin yanında yer alarak özür üstüne özür dileseler de, "vazo" kırıldı bir kez. Galatasaraylıların "nankörlükleri", tıpkı Kürtlerinki gibi, tarihe geçti.

Protestocu gençlere de böyle demişti beyefendi. O kadar yeni üniversite ve yurt açmış, onca burs ve kredi sağlamış, gençler yine de "nankörlük" etmişlerdi! Çiftçinin durumu da farklı değildi... Doğrudan gelir desteği, mazot indirimi... yapmadığı kalmamıştı beyefendinin. Ama köylü yine de sesini yükseltiyordu. "Gözünü toprak doyursun" du!

Küfür etmediği kalmamıştı. Sadece Kürtlerle Galatasaraylılar değil. Ama TEKEL'cilerle, şu fabrika bu işletme yerel direnişlerini sürdüren işçilerle az sayıda protestocu genç bir tarafa, Kürtlerle Galatasaraylıların önemi şurada ki, kitlesel tepki veriyorlar. Kürtler yetmiyordu, şimdi kitlesel tepkiye Galatasaraylılar katıldılar. Arkası sökün edecektir. Çarşı Grubu'yla Beşiktaşlılar öyle yerlerinde "uslu uslu" oturup duramazlar artık. Henüz, işçiler gibi, öncü gruplarıyla tepki vermekle yetinen Aleviler kitlesel tepki vermeye yöneleceklerdir. Bu kitlesel tepkiler, herkes emin olabilir, yarın ya da yarından da yakın, işçilerle memurları da kapsayacaktır.

Çünkü yapmadıkları kalmamaktadır. Sadece Kürtler olsa, milliyetçiliktir denebilir. Ama tam bir gericiliktir. Türk-İslam sentezi neoliberal bir tekelci gericiliktir. Bir avuç holdingci ve tarikatçıya dostturlar sadece.

İşçiye, memura, köylüye düşmandırlar. Kürt'e de. İnsanlık heykeliyle görülmüştür ki, "açılım"ı anlatmak için düzenlenen sanatçı toplantı tuluattır; Kürt açılımı da, Ermeni açılımı da olmadığı gibi, sanatçılara da kapalıdırlar, küfür etmektedirler. Bunu uyarı cezası verdirdikleri "Kanuni Süleyman" dizisi de göstermiştir. Sanki padişahlar önlerine gelen genç kızı cariye yapmamış, zevki safa içinde yaşamamış, binlerce ve milyonlarca Türk, Kürt ve başka halklardan yoksulu aç bırakıp zulümle kırmamış, kardeşlerini bile boğdurmamış gibi, Kanuni'yi, üstelik tahammül edilebilir bir şahsiyet olarak gösteren diziye bile tahammül edememişlerdir.

İstemektedirler ki, padişahlara olduğu gibi, herkes kendilerine biat etsin. Tepki verenlere nankör demektedirler. Buna cesaret etmekte ve şimdilik stadı terk etmektedirler. Fazla uzun olmayan bir zamanda Bin Ali gibi ülkeyi terk edecekler, gidecek yer bulamayacaklardır...