18 Aralık 2010 Cumartesi

'O kafa' erkek hemşireye de karşı!

'O kafa' erkek hemşireye de karşı!


'O kafa' erkek hemşireye de karşı!
18/12/2010 15:31
Sakarya Eğitim Araştırma Hastanesi'ne acil servise getirilen genç kız kendisine erkek tıbbı teknisyenin iğne yapmasına karşı çıkınca gerginlik oldu. Hastaların doktor ya da hemşire seçme şansı bulunmuyor
 Zafer TOKUŞ

SAKARYA/DHA

Yakınları tarafından Sakarya Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne acil olarak getirilen 20 yaşındaki B.G.'ye acil servisteki muayene ardından acil doktoru Penisilin türü antibiyotik yapılmasını istedi. Acil Servis'te kadınların yatırıldığı müşehade odasına alınan B.G. bir süre sonra elinde enjeksiyon ile gelen erkek tıbbı teknisyeni görünce iğne yaptırmak istemedi. Ailesi enjeksiyonu acil serviste bulunan hemşirenin yapmasını istedi. Ancak, bu isteğe hastanenin acil doktoru karşı çıkınca acil serviste gerginlik yaşandı. Genç kızın yakınları ile acil servis görevlileri arasında başlayan tartışma ardından sinirlenen aile 20 yaşındaki kızlarına kızlarına iğne yaptırmadan hastaneden ayrıldı.

Sakarya Sağlık Müdürü Hasan Bektaş özellikle hastanelerin acil servislerinde sıkça karşılaştıklarını belirterek, şöyle konuştu: “Bakanlık bir süre önce yardımcı sağlık personeli konusunda kadın hem de erkek personel aldı. Bu personelin bazıları erkek ve sağlık memuru, bazıları tıbbi teknisyen veya hemşire kadrosunda kadrosunda çalışıyor. Erkek personeli doğum salonu gibi hassas yerlerde görevlendirmiyoruz. Ancak acil servislerde görev veriyoruz. Acil servislerdeki yoğunluk nedeniyle zaman zaman böyle olaylar oluyor. Bu konuda hastane idarecilerinin hassas davranmaları gerek. Hatta bu konuda uyarıyoruz. Ama yine de yoğunluğa bağlı olarak böyle şikayetler geliyor.”

Bektaş hastanelerde hasta haklarına göre hastaların doktor seçme hakları gibi acil serviste erkek veya kadın hemşire seçme haklarının da olmadığını söyledi.

17 Aralık 2010 Cuma

Avrupa kıtasında kölelik defteri hâlâ kapanmadı

Kürtler boşanmaya kararlı

Kürtler boşanmaya kararlı

İLYAS HARFUŞ (Arşivi)

Kuzey Irak Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin, partisinin üyelerine Iraklı Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme hakkının talebi için oy kullanma çağrısı sürpriz olmadı. Bu çağrı boşuna değildi. Zira Mesud’un babası Molla Mustafa’nın Saddam rejimine karşı uzun yıllar çabasını verdiği özerk yönetimle bilinen eski Kürt hayali ve bu rejimin yıkılmasının ardından Irak devletinin temellerinin çökmesi onlar için bir fırsattı.

Korunacak bir devlet yok
Kürdistan bölgesi ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan canlandı. Hatta Irak’ın diğer bölgelerindeki güvenlik kaosundan kaçan ve yatırım imkânı arayan herkes için sığınak oldu. Irak’ta binlerce Hıristiyan semtlerini vuran şiddet dalgasından sonra Barzani’nin sığınma davetine icabet etti.
Bir zamanlar baskıyla birlik içinde tutulan Irak bugün parçalanıyor. Güneyde Şiiler isyan ederken orta bölgeler Sünni çoğunluğu koruyor ve yeni Irak’ın üzerine inşa edildiği federal temel, bazılarının ayrılma veya bağımsızlık diye tercüme ettiği bütün emelleri güçlendiriyor. Sözgelimi, yeni hükümet kurulurken yaşanan zorluklar, bazı Sünni aşiretlerin kendilerine özel bir bölge oluşturulması yönünde çağrı yapmasına yol açtı.
Barzani’nin çağrısıysa, Kürtlerin kendi tarihlerinde görülmemiş derecede iyi şartlardan beslendiği bir zamanda geldi. Irak’ta cumhurbaşkanı da dışişleri bakanı Kürt. Ayrıca Kürtlerin birçok hakkı var.
Fakat Irak’ta Kürtleri veya diğerlerini birliği korumaya teşvik edecek şartlar yok. Vatandaşların en basit haklarını sağlamaktan aciz kalan devlet kurumlarını kimse korumak istemiyor.

80 bin kişilik özel ordu
Sünniler maruz kaldıkları siyasi uzaklaştırma girişimlerinin ardından çoğunluğu oluşturdukları bölgelerde kendilerini korumaya çalışırken, Şii çoğunluğa sahip Basra da fedaral bölgesel dönüşüm amacıyla referandum yapmaya hazırlanıyor. Kürtlerin Peşmergelerden oluşan 80 bin kişilik özel bir ordu kurma eğilimini de eklersek, Irak’ın bütünlüğünü tehdit eden bölünme sahnesi tamamlanıyor.
Bölgemizde, ‘bir devletin çatısı altında kalma’nın çekiciliği son buluyor. Güney Sudan da boşanmaya hazırlanıyor. (Londra’da Arapça yayımlanan Hayat gazetesi, 14 Aralık 2010)

Şirin canıma gelsin size gelen gadalar

Ortalık ‘faşizm’ lafından geçilmiyor. CHP’li Süheyl Batum’dan AKP’li Burhan Kuzu’ya, Başbakan Tayyip Erdoğan’dan Taraf Başyazarı Ahmet Altan’a ve onlarla aynı kanıda olan bilumum simaya göre öğrencilerin eyleminde de protestosunda da yumurtasında da yönteminde de ‘faşizm kokusu’ var.
Buna bir de Roni Margulies’in konuşacağı sırada Çanakkale’de yapılan yumurtalı başka bir eylemi katmak gerekiyor. O ‘yumurta performansı’na binaen de solun iktidara yakın kısmı, solun iktidara cepheden karşı olan kısmına ‘nasyonal sosyalist’, ‘ırkçı’ ithamlarını savurup duruyor.
Demek ki sapla samanı ayırma vaktidir.

Bir beyan-ı siyasidir
Yumurta atmak, domates atmak gibi, bir protesto eylemidir; saldırı değildir, şiddet hiç değildir. ‘Ben seni beğenmiyorum kardeşim’in göstere göstere belli edilmiş halidir. Dolayısıyla ‘yumurta’dan ‘saldırı’, ‘şiddet’ ya da ‘faşizm’ çıkartmak bir tek şeye hizmet eder: İktidar sahipleri adına, hükümete karşı olan muhalif duruşları boğmaya, yaftalamaya, karalamaya, muhalefet imkânlarını ortadan kaldırmanın siyasal-hukuksal zeminini hazırlamaya.
Soldan konuştuğunu sananlar adına, bu eylemlerde ‘faşizm’ ve ‘ırkçılık’ aramak, kendini solun dışına atmaya, genç öğrencileri ve sosyalistleri de iktidarın önüne bir av diye atmaya varır. Üstelik de o yumurtaları atanların ‘asla ırkçı olmadığı’nı bile bile yalan söylemekten, neticede egemenlere ve muktedirlere yarayacak bir manipülasyon ve dezenformasyon dişlisinin parçası olmaktan başka bir işe yaramaz.
Gelelim, buradan ‘faşizm’ çıkartmanın asıl sakatlığına.
Tekil davranışlardan, daha doğrusu ‘davranış’tan ‘faşizm’ çıkmaz. Bu, siyasetbiliminin alfabesidir. İnsanlar ve gruplar arası ilişkilerde zorbalıktan, gaddarlıktan, vb söz edilebilir, fakat ‘faşizm’den söz edilemez.
Faşizm, bizatihi kapitalizmin en zor ve istisnai zamanlarında başvurduğu bir siyasal rejimin adıdır. Gerisi, kara propagandadır.

İki insan arasındaki uçurum
Olsa olsa, bir ‘metafor’dan bir ‘kavram’ çıkartmaya çalışmayı gösterir. Ingeborg Bachmann bir zamanlar, “Faşizm iki insan arasında başlar” demişti ama burada iki insan arasındaki ince çizginin bir uçuruma eşdeğer olmasını da kasteden bir anlamda, kişiler arası ilişkilerin zorbalığıyla bir metaforik ilinti kurmuştu.
1980 sonrası, postmodern düşüncenin bulaştığı bir kesim solcu, bu ‘metafor’u ‘teori’ katına çıkartma cehaletine düştü. Bugünkü durum aslında, maksatlı bir cehaleti de andırmaktadır bir bakıma.

Sol içi yarılma
Bu bahsi kapatırken ben tabii ki Roni Margulies’in Çanakkale’de maruz kaldığı protestoyu onaylıyor değilim. Yazının başlığı da bir ironi içermiyor. Referanslarını ‘sol’dan oluşturan bir yazarın fikirlerinin yumurta veya boya ile kesilmesinden yana değilim. ÖDP Genel Başkanı Alper Taş’ın “Yumurta muktedirler içindir” önermesini tamamiyle paylaşıyorum.
Önemli nokta şudur: Burada, sol içi yarılma diye anılan bir mesele var ve bu meselenin de iki tarafı. Bu iki tarafı, bir noktada aynı kefeye koymak mümkün değil.
Bir taraf, diğer tarafı AKP’nin kuyruğunda politika yapmakla, büyük ölçüde eleştirmekten imtina ederek AKP’nin yerleştirmeye çalıştığı otoriter mekanizmanın önünü açmakla, egemenler blokunun bir kanadı karşısında öbür kanadına sınırsız kredi tanımakla eleştiriyor ve bunu yaparken de kimseyi “Sen AKP’lisin”, “Sen muhafazakâr/İslamcısın” diye damgalamıyor.
Halbuki, Roni’nin sözcülerinden olduğu diğer taraf, Birgün ağırlıklı olan bloku uzunca bir süredir ve bilhassa referandum kampanyası sırasında, doğrudan ‘Ergenekonculuk yapmak’la, ‘darbeci olmak’la yaftalıyor, bu günlerde de öğrenci eylemleri ve kendilerine yönelen yumurtalı protesto sebebiyle, “Siz nasyonal sosyalistsiniz” diye, “siz ırkçısınız” diye şeytanlaştırıyor. Bu ikisi aynı kefeye konamaz.
Gönlüm Roni’nin sesinin kısılmamasından yanadır, fakat fikrim, bugün sokaklara dökülen eylemcilerle aynı dalga boyundaki sosyalistlerden yanadır.
Not: Abdullah Öcalan’ın avukatları ziyaretime geldiler. Bağımsız bir sosyalist aydın olarak dinledim, sorularını cevapladım. Çok faydalandığım bir görüşme oldu. Şu anda da Diyarbekir yollarındayım. Demokratik Toplum Kongresi’nce düzenlenecek olan ‘Demokratik Özerklik Çalıştayı’na konuk olarak katılacağım. Hem görüşmenin içeriğini hem de ‘Demokratik Özerklik, Çift Dil ve Hakikat Komisyonu’ üzerine düşüncelerimi ilerleyen günlerde okuyacaksınız.


16 Aralık 2010 Perşembe

'Türkçeyi dayak atarak öğrettiler'

'Türkçeyi dayak atarak öğrettiler'

16/12/2010 7:29

Osman Baydemir 5.5 yaşında okula başladığında, değil Türkçe, Kürtçe dışında bir dil olduğunu bile bilmiyordu. "Tabiri caizse Türkçeyi dayak yiye yiye öğrendim" diyor.

ERTUĞRUL MAVİOĞLU (Arşivi)

Bir insanın çocuğuna kendi dilini öğretememesi çok acı olmalı. Osman Baydemir, 3.5 yaşına kadar evde sürekli Kürtçe sohbet ettiği oğlu Mîr Zanyar’ın kreşe gitmeye başladıktan sonra bu dili konuşmayı nasıl bir anda reddettiğini yüzü gerilerek anlatıyor. Kürt bir babayla oğlu arasında diyalogların bir anda bıçakla kesilir gibi kopmasının ardında ‘anadil’ hoyratlığının yattığına hiç kuşku yok. Bu hikâye, Baydemir’in handiyse bebelikten kurtulunca hevesle başladığı okulda, daha ilk günden yaşadığı hayal kırıklığının başka bir versiyonu:


“Okula 5.5 yaşında başladım. Tek kelime Türkçe bilmediğim gibi Kürtçe dışında bir dilin varlığından da haberdar değildim. Ağabeyim Emin benden bir yaş büyüktü. Onu okula kaydettirmeye götüreceklerdi. Çok kıskandım ağlamaya başladım: O giderse ben de giderim. Onun kalemi, defteri, önlüğü olacak. Benim de olmalı. Köyümüzde okul yoktu. Bu nedenle Diyarbakır’a 11 kilometre uzaklıktaki diğer köye gittik. Okula vardığımızda ağlamama, sızlanmama dayanamayıp beni de okula kaydettiler.

Okulun ilk günü sınıfın kapısına geldiğimde, zemini gördüm. Mozaik kaplı ve tertemizdi. Bizde içeriye ayakkabıyla girilmez. Ayağımdaki kara lastiği çıkardım. Gün boyu tarlada koşturduğumuz için ayaklarım paramparçaydı. Öğretmeni gördüm. O kadar şıktı ki. İnanılmaz derecede güzel kokuyordu. İçimden, ‘Keşke benim annem bu olsaydı’ dedim.

Öğretmen bir şeyler anlatmaya başladı. Tek kelime anlamıyorum ama o devam ediyordu. Sonunda elimden tuttu, kapının önüne getirdi ve kara lastikleri işaret etti. Anladım ne demek istediğini, giydim. Bana bir yer gösterdi. Oturdum. Sonra izlemeye başladım. Konuşmaya devam etti. Tahtaya bir şeyler çiziyor ve sürekli anlatıyor. Ben tabii bir kelime bile anlamadığım gibi, dersteyken düşünmeye de başladım: ‘Neden geldim, ne işim var burada?’ Büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım.

Yusuf Osman’a tokat at!
Kış aylarında okulda kömür sobası yakılırdı. Soba, carut dediğimiz soba kürekleri ya da şişle karıştırılırdı. Öğretmen parmaklarımızı birleştirmemizi ister ve carut ya da şişle parmak uçlarımıza vururdu. Yazın vursa o kadar acımaz ama kışın soğuk olduğu için inanılmaz acı verirdi. O yıllara dair hiç unutmadığım bir anım var: Bizim zamanımızda birleştirilmiş sınıf uygulaması vardı. O yüzden ağabeyimle aynı sınıftaydık. Öğretmen ağabeyimi tahtaya kaldırdı. Bir cümle verdi. Cümlenin içinde ‘Muzaffer’ ismi geçiyordu. Ağabeyim cümleyi tahtaya yazarken ‘Muzaffer’de tek ‘f’ kullandı.

Öğretmen ‘Osman gel, sen doğrusunu yaz’ dedi bana. Kalktım, ‘Muzaffer’i iki ‘f’ ile yazdım tahtaya. Öğretmen döndü bana ve ‘Emin’e tokat at’ dedi. ‘Atmam’ dedim. ‘Atacaksın’, ‘Atmam’ derken, öğretmen yüzüme bir tokat attı. Aslında birbirimize sürekli vururduk evde. Ama topluluğun önünde, benden bir yaş bile büyük olsa ağabeyime tokat atmam mümkün değil. Çok ayıp bir şeydir. Derken öğretmen sınıftan Yusuf isimli bir arkadaşımızı çağırdı. ‘Yusuf Osman’a tokat at’ dedi. Yusuf bir yapıştırdı bana hırsla. Öğretmen bu kez bana döndü, ‘Yusuf’a tokat at’ dedi. Ben de durur muyum, Yusuf’a vurdum. Sonra birkaç kez daha tekrarladı öğretmen bunu. Çocukluğumda yaşadığım en onur kırıcı davranışlardan biri olarak hafızamda yer etti o gün. Nihayetinde bilmediğimiz bir dil öğrenmeye çalışıyoruz. Kısacası, ortaokul son sınıfa kadar Türkçeye vakıf olamamanın sıkıntısını çok çektim. Tabiri caizse dayak yiye yiye Türkçeyi öğrendim.


Bu durum ortaokul yıllarında da devam etti. Fen Bilgisi öğretmenimiz çok disiplinli ve konusuna hâkimdi. Bir gün kendisiyle kurduğum diyalogda, ‘Öğretmenim sen’ diye hitap ettim. Soruma yanıt vermek yerine yanıma geldi, kulağımı tuttu hafifçe, incitmeden. ‘Osman’ dedi, ‘öğretmene hitap ederken siz diyeceksin.’ ‘Peki’ dedim ama neden böyle bir şey söylediğini anlamadım. Gramatik olarak bir kişiye hitap ederken ‘sen’ denilir. Böyle öğrenmişiz. ‘Sen’ tekildir, tekil olana ‘sen’ dersin. Hocanın benden istediği gramatik kurallara aykırı. Türkçeye göre, ‘siz’ demem için birden fazla kişi olması lazım karşımda. Sonra aradan bir süre geçti, bu konuşmayı unuttum. Yine bir gün derste hocaya ‘sen’ diye hitap edince, hiçbir şey söylemeden gelip suratıma okkalı bir tokat yapıştırdı ve dönüp ‘bir daha öğretmene siz diye hitap etmeyi unutmazsın’ dedi.

Kürtçe yolsuzluk!
Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı oldum ve altı yıldır da bu görevdeyim. Şu anda Kürtçeden dolayı bana tokat atmıyorlar ama hakkımda belediye başkanlığı döneminde açılan dava ve soruşturmaların yüzde 70’i Kürtçe kullanımından kaynaklı. Kürtçe tebrik kartı göndermek bile suç. Açılan soruşturmaların bir kısmı da belediyenin parasını kötüye kullanmaktan. Ne yapmışım? Belediye parasıyla Kürtçe tebrik kartı bastırmışım. Buna yolsuzluk soruşturması açıyorlar. Ne kadar onur kırıcı. Aşağılıyorlar dilimi. İlkokulda tokatla boğuşurken, şimdi de yargıyla boğuşuyorum.

Bölmeyecek ama ölecek
40 yaşındayım, 17 yılını şu veya bu şekilde bu sürecin içinde geçirmiş bir insanım. İki çocuğum var. Mîr Zanyar dört buçuk yaşında, Ranya iki yaşında. Çocuklar insanın yaşamına başka bir sayfa açıyor. İnsan kendinden vazgeçip, kendini çocuklarına adıyor. Benim en büyük çelişkim, 20 yıl boyunca mücadele vereceksin ama kendi çocuğuna dilini öğretemeyeceksin. Ben şu anda böyle bir süreci yaşıyorum. Zanyar 3.5 yaşına kadar benimle Kürtçe sohbet ederdi. Sonra onu kreşe gönderdik. Çocuk kreşe gittikten dört beş ay sonra artık Kürtçe konuşmamaya başladı. Şu anda ben Zanyar ile Kürtçe konuşuyorum, o bana Türkçe cevap veriyor. 17 yıla bakıyorum, evladıma dilini öğretemiyorum. Bunu Türk halkının anlamasını rica ediyorum. Siz olsanız nasıl bir duygu yaşarsınız? Eğer okulda da bu dili öğretemezsek, Zanyar’ın yaşındaki hiçbir çocuk bu dili konuşmayacak. Bu dil bölecek denilirken aslında ölecek.

Kadınlardan öğrendim
1995-2002 İHD yılları benim ikinci üniversitemdir. İnsan yaşamının kutsallığı, insan onurunun en az yaşam hakkı kadar kutsal olduğu gerçeği benim bir nevi siyasi kişiliğimi oluşturdu. Özgürlük uğruna verdiğin mücadelede kendi yaşamından vazgeçebilirsin, ama hiçbir ideal uğruna başkasının yaşamına kastetmem. Bu benim düsturum oldu. Benim insan hakları mücadelesi içinde en büyük öğretmenlerim anneler ve kadınlar oldu. Gözaltında evladını yitiren Kürt anneleri, askerde oğlunu yitiren Kürt anneleri, cezaevinde oğlunu yitiren Kürt anneleriydi öğretmenlerim. Bir tek Kürt annesi tanımadım ki intikam istesin. Hepsine annem kadar değer veriyorum. Onlar da beni evlatları gibi görürler.

Ama aynı zamanda ben, bütün bu annelere kendimi borçlu hissettim. Ve 1 Eylül 2009’da, 150 bin kişiye, “Kürt halkının bir evladı olarak, bundan böyle bir askere gelecek kurşun, önce bana gelsin” diye seslendim. Kurşunun bana değmesiyle, Yozgatlı, İstanbullu bir ere değmesi, Hakkârili, Şırnaklı gerillaya değmesi arasında fark yok. Sadece anneler değil, orada bulunan bütün insanlar tereddütsüz alkışladılar. Ne yazık ki, batıya bu gerçeği veremiyoruz.


Bir 12 Eylül dramı
1980 darbe sürecini hatırlıyorum. O zaman 9 yaşında bir çocuktum. Köye cemseler geldi. Herkesi bender dediğimiz, harmanın yapıldığı meydana topladılar. Kadın ve çocuklarla erkekleri ayırdılar. Sonra erkekleri de ikiye ayırdılar ve orta yaşlıları gençlerin sırtlarına bindirdiler. Bu şekilde meydanda tur attırdılar. O esnada tamamının başları, ağızlarını kapatacak şekilde tülbentle örtülü kadınlar, ellerini göğüslerinde birleştirmişler donuk bir ifadeyle kocalarına bakıyorlardı. Kadınların gözlerinden yaş aktığını gördüm. Ama bu yaşananlar bana ve yaşıtım çocuklara çok komik geliyordu.

Bir kısım insanın sırtında başka insanlar var. Komik bir durum. Ağlamakla gülmek arasında gidip geliyordum. Ağlamalı mıyım, gülmeli miyim? ‘Sergo’ deriz hayvan gübrelerinin toplandığı yere. Askerler emir verdi, sırtlarında yaşlıları taşıyanlar, hayvan gübrelerinin içine girdiler. Bir yandan orada duruyorlar, bir yandan birbirlerine tezek sürüyorlardı. O zaman ben de ağladım. Köydeki silahları teslim etmeleri isteniyordu. İlk defa o gün düşündüm, ‘bunlar kötü şeyler yapıyorlar’ diye...

Yaşlı bir adam ağlarsa...
Ben ortaokul yıllarındayken ailem ekonomik olarak çok büyük sıkıntı içindeydi. Bir yıl, kış ayının tam ortasında değirmene gönderecek buğdayımız bile kalmadı. Buğday yoksa un olmaz, un yoksa ekmek olmaz. Babam çok gururlu bir insandı. Kimseden hiçbir şey istemezdi. Annem çaresiz, babamın Mustafa adındaki bir dostuna gizlice haber göndermiş: “Buğdayımız bitti ama Mehmet gurur yapıyor, kimseyle paylaşmıyor.” Bir gün traktör dolusu buğday geldi. Mustafa amca, “Mehmet” dedi; “benim ambarım su alıyor, bu buğdaylar sende kalsın. Önümüzdeki yaz, ürününü kaldırdığında bana iade edersin.”

Babam hiç bozuntuya vermedi. Hasat zamanında iade edeceğini söyledi. Mustafa Amca gittikten sonra, ilk defa babamın ağladığını gördüm. Kahvesini içerken ağlıyordu. O zamandan sonra, ne zaman yaşlı bir erkeği ağlıyor görsem, kendimi tutamıyorum. Dayanamıyorum, ben de ağlamaya başlıyorum.


15 Aralık 2010 Çarşamba

Barzani: Irak'tan ayrılma düşüncemiz yok

Barzani: Irak'tan ayrılma düşüncemiz yok

Barzani: Irak'tan ayrılma düşüncemiz yok

15/12/2010 10:50

Kuzey Irak'taki Erbil kentinde yapılan 13'üncü Irak Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) Kongresi'nde Mesut Barzani oy birliği ile yeniden 'Genel Başkan' seçildi. Barzani, Kürtler'i yaratan Allah'ın aynı zamanda ulusal haklarını da verdiğini belirtirken, ayrılma gibi düşünceleri olmadığını söyledi.

İhsan DÖRTKARDEŞ/ (DHA)

Barzani oybirliğiyle yeniden Başkan seçilirken, yeğeni Neçirvan Barzani de Başkan Yardımcısı oldu. Ayakta alkışlanarak kürsüye gelen Barzani kongreye katılan delegelerin iradesi ile genel başkanlığına seçilmekten büyük onur ve şeref duyduğunu söyledi. Kürt lider, kongrenin başladığı gün söylediği, “Kendi kaderini belirleme her ulusun hakkıdır.doğal olarak Kürtler'in de en doğal hakkıdır” sözüne açıklık getirerek şunları söyledi:

“Kürtler'i yaratan Allah ulusal haklarını da vermiştir. Bu nedenle hiç kimseden ulusal hak talebinde bulunmadık. Her zaman şu görüşte olmuşumdur; Ulusal hak Allah tarafından tüm uluslara verilmiştir. Fakat bazı çevreler veya devletler bu hakları gasp etmiştir. Ulusal hakları gasp edenler ya Allah tarafından verilen bu hakları tanırlar ya da gasp etmeyi sürdürürler. Bu devletler veya çevreler ulusal hakları verme gücünde ve yetkisinde değillerdir. Çünkü ulusal haklar zaten Allah tarafından verilmiştir. Kendi kaderini tayin hakkı ise bütün ulusların en doğal hakkıdır. Fakat burada önemli olan bu hakkı ne şekilde kullanacağımızdır.”

Barzani, bölgesel Kürt Parlamentosu'nın demokratik, federal ve anayasaya bağlı Irak’ta birlikte yaşama kararı aldığını ve bugüne kadar da bu karara bağlı kaldıklarını, Irak’ın yeniden yapılanmasında önemli bir rol oynadıklarını anlattı. Barzani, “Fakat ülkede şövenist bir rejim kurulursa 1 dakika bile bu rejimin egemenliği altına girmeyiz. Bunun yanında Kongrede Irak bayrağı dalgalandırıldı ve Irak milli marşı okundu. Buda bizim Irak’a olan bağlılığımızı açıkça göstermektedir. Tekrar belirtmek isterim ki biz demokratik federal ve anayasal bir Irak’a bağlı kalacağız. Irak bizim de ülkemizdir” dedi.

“KERKÜK İÇİN TAVİZ VERMEYECEĞİZ”
Kerkük konusuna da değinen Kürt lider Barzani bu sorunun çözümü için Anayasa’da 140'ıncı madde bulunduğunu bu konuda taviz vermeyeceklerini anlatırken, “Koparılmış bölgeler Kürdistan’a (Kuzey Irak Kürt yönetimini kast ediyor) bağlandıktan sonra bu bölgelerde yaşayan Türkmen ve Araplar’a karşı kesinlikle çok açık olacağız. Hepimiz bu ülkenin vatandaşıyız ve kardeşiz. Bu bölgeleri de birlikte yöneteceğiz. Kesinlikle hiçbir endişeleri olmasın. Bunun yanında Kerkük’ün Kürdistan kimliği üzerinde hiçbir şekilde taviz vermeyeceğiz. Hiç kimse de bu konuda taviz veremez” dedi.

Barzani, 2 yıl önce Irak Parlamentosu'nda Kerkük konusunda bir takım kötü oyunlar oynandığını görünce Bağdat’a gitmek zorunda kaldığını, liderlerle 6 gün süren görüşmeler sonrası bu oyunu bozmayı başarabildiklerini belirtirken, “Döndüğümde 5 yaşındaki torunum merdivenlerin üzerinde yolumu kesip, ‘Dede Kerkük bizimdir sakın kimseye verme’ dedi. Ben de ona ‘Büyük büyük baban, büyük baban ve baban bu yola baş koydu. Artık inşallah sen Kerkük'ü alırsın. Biz ancak bu kadarını başarabildik’ dedim. Kısacası bu konuda kimse bizden taviz vermemizi beklemesin” diye konuştu.

Sait dağı ben ovayı seçtim

Sait dağı ben ovayı seçtim


Sait dağı ben ovayı seçtim

15/12/2010 7:31

Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, henüz 17 yaşındayken en yakın arkadaşıyla pamuk tarlasında yaşadığı ilk yol ayrımını Radikal'e anlattı.

ERTUĞRUL MAVİOĞLU (Arşivi)

“Yaşım 17. Bir gün arkadaşım Sait geldi. ‘Osman ben saflara katılacağım, senin de gelmeni istiyorum’ dedi. Bir ağacın altında ona bakıyorum. Tek ses çıkmıyor.”


Osman Baydemir, sadece Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin en popüler başkanlarından ya da Kürt politikasının bölgedeki önemli aktörlerinden biri değil. Onun adı, sıradan insanların bile sokağa çıkmaktan ürktüğü, satır cinayetlerinin, faili meçhullerin zirve yaptığı 1990’ların başında, ‘kelleyi koltuğa alarak’ yürüttüğü insan hakları mücadelesiyle de biliniyor.


Ama Baydemir’i kimi zaman devletin kimi zaman birlikte politika yaptığı arkadaşlarının hedef tahtasına oturtan söylemlerinin arkasında nasıl bir yaşam öyküsü yattığından kaç kişi haberdar?
Neredeyse Türkçeyi aksansız konuşan bu adamın, yedi yaşına kadar sadece Kürtçe bildiğini? Yaşıtlarının özgürlüğü dağlarda aradığı ilkgençlik yıllarında, ‘düz ovada’ özgürleşme çabalarını? Okul yolunda defalarca kurulan pusulara rağmen, her sabah onu yatağından kaldırıp üniversiteye taşıyan saikleri? Hayallerinin peşinden yürümesinin önüne engel olan, tehditleri, zorbalıkları? Çocuklarıyla ilişkilerinde başarılarını, yenilgilerini, korkularını, endişelerini, onu ağlatan olay ve insanları?

İlk kez anlatıyor
Osman Baydemir, bir yanıyla bu ülkede yaşayan tüm Kürtlere benzeyen ama pek çok yerde sıra dışı olan hayat öyküsünü ilk kez bu kadar kalbini açarak anlattı. Baydemir, saatlerce süren söyleşi sırasında tek kelime bile politika konuşmadı. Lakin onun öyküsü, bizzat bölgede hayatın içine nakşeden politikanın billurlaşmış halinden başka bir şey değildi:

“Büyüdükçe bir tercihte bulunma zorunluluğu yavaş yavaş önümüze gelmeye başlamıştı. Ovada mı kalacağız, dağa mı çıkacağız? 1987-1988 yıllarında yol ayrımına gelmiştim artık. Yarım günüm okulda geçiyorsa, yarım günüm de tarladaydı. Kendi arazimizde pamuk ekiyorduk. Kazanılan ancak yetiyordu. İki annem, 10 kardeşim vardı. Bir gün çok sevdiğim arkadaşım Sait geldi. Birkaç gün bizde kaldı.



Havadaki helikopter
Ayrılacağı gün ‘Osman ben saflara katılacağım, senin de gelmeni istiyorum’ dedi. Saflardan kastı, dağa çıkmaktı. Onun sorusunu ben en az bir saat yüreğimde ve beynimde yanıtlamaya çalıştım. Ona bakıyorum ama konuşmuyorum. O da konuşmuyor. Tek ses çıkmıyor aramızda. Bir ağacın altında oturmuşuz. ‘Kalmalı mıyım, gitmeli miyim? Kalınırsa ne olur, gidilirse ne olur?’ bunlara yanıt arıyorum. Yaşım 17. Pamuk tarlasında müthiş bir nem var. İşin içinden çıkamadım.

‘Sait’ dedim, ‘niye?’ O sırada tepemizden helikopter geçiyordu. Sait, o helikopteri parmağıyla işaret etti ve ‘işte bunun yüzünden’ diye cevapladı. Ben kendimce gitmenin doğru olmadığını, okuyup halkımıza hizmet edebileceğimizi anlatmaya çalıştım. Sait ise gitmek ve devrimi gerçekleştirmek gerektiği konusunda beni ikna etmeye çalıştı. Ne ben Sait’i, ne de Sait beni ikna edebildi. Sait gitti, ben kaldım. İlk yol ayrımı, tercih dediğimiz meseleyi ben 1987’de yaşadım. Ama benim için büyük bir travmaydı. En yakın arkadaşım, kardeşim gibi bildiğim birisini reddettim ama onun fikrini de çürütemedim. Birbirimizi öptük ve ayrıldık.

‘İkimiz de haklıydık’
Sonra aradan yıllar geçti. Sanırım iki yıl önceydi. Sait bir akrabasıyla bana haber göndermiş. Demiş ki, ‘Git Osman’a söyle, haklıydı bana hayır derken. Ama Osman bilsin ki, ben de haklıydım.’ Yani ikimiz de haklıydık. Bunu duyunca, halen yaşıyor oluşuna çok sevindim. Ama birbirimiz üzerinde derin bir iz bıraktığımızı da beni unutmamasından anladım.

1990 ile 1994 arası ülke açısından korkunç yıllardı. Diyarbakır açısından ise ateşin düştüğü yeri yaktığı yıllardı. 1991’de Vedat Aydın’ın katliyle birlikte faili meçhul cinayetler başladı. Her gün sekiz, dokuz insan öldürülüyordu. Birileri geliyor, arkadan yaklaşıyor ve kafasına kurşunu sıkarak öldürüyordu. Üniversite yıllarımdı o yıllar. 1997 yılına kadar her sabah evden çıktığımda annemin gözleri buğulanıyordu. Bu çocuk gidecek ve geri gelmeyecek. Bütün anneler ve eşler yaşadı o günlerde bu duyguyu. Eve dönemeyen insanlar oldu.

Benim için Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve üniversite ortamı bambaşka bir dünyaydı. Köyde doğmuşum, köyde okumuşum, köy toplumunun bütün karakteristik özelliklerini üzerimde taşıyorum. Bir söz söylediğim zaman kesinlikle arkasında duruyorum. Bu nedenle polisten çok dayak yedim. Kaçmayı bilmiyordum.

Kılpayı kurtuluş
1993’ün sonunda üniversite son sınıftaydım. Finaller dönemiydi. SSK binasının önünden üç arkadaşla birlikte eve gidiyordum. Üç kişi tam arada bizi sıkıştırdı. İkisi subay tıraşlıydı. Diğeri ise simasından, renginden, şivesinden anladığımız kadarıyla itirafçıydı. Silah çektiler. Silahın tetiğinin düşme sesini duydum. Ama tutukluk yaptı, patlamadı. Patlasaydı hakikaten burada olmayacaktım.

Tesadüf mü kader mi?
Bilmiyorum bu da bir tesadüf mü, yoksa kader miydi? Ben ve Sami, hızla yan taraftaki markete girdik. Sami’nin üzerindeki tişörtü çıkartıp giydim ve marketten büyük bir ekmek bıçağı alarak dışarı fırladım. Gençliğin verdiği gözüpeklik ve toyluk işte. Sami bizim grup içinde en tanınan politik karakterdi. Sami’nin tişörtünü giymemin nedeni buydu. Ona gelmesin, bana gelsin.

Bıçakla peşine düştüm
Bıçakla koşarak adamın peşine düştüm. Ama yakalayamadım. İyi ki de yakalayamamışım. Silahlı adama karşı bıçaklı bir genç, ne yapabilirdi ki? Olayın ardından Sami, ben, Adnan, Siraç ve bir grup arkadaşımız tartıştık. Herkes büyük bir travma yaşamış. Bir an önce kenti terk edip İzmir’e gitmeye karar verdik.

Sami’nin babası İzmir’deydi. İlk defa Diyarbakır sınırlarının dışına o zaman çıktım. Üniversite son sınıfta, Diyarbakır’dan çıkmanın garip bir heyecanı var içimde. İlk defa denizi orada gördüm. Uçsuz bucaksız bir suydu; güven vermedi bana. Denizin kenarında çadır kurduk. Krem sürmeyi falan da bilmiyoruz, yandık; amele yanığı dedikleri cinsten.

İzmir’de yeni karar
İzmir bizi yeni bir tercihe zorladı. Kimi arkadaşlarımız dağa çıkmamız gerektiğini savundu. Kimi arkadaşlarımız okulu da bırakmak, İzmir’de kalmak yanlısıydı. Ben son güne kadar herhangi bir yorum yapmadım. Arkadaşlarım bana ne düşündüğümü sordular son gün. Ben, ‘İzmir’de kalmam, çürük domates satmam’ diye cevapladım. İzmir’de kalırsak ne yapacağız başka? Herkesin zoruna gitti bu cevabım. ‘Diyarbakır’a gidiyoruz. Okula dönüyoruz, sınavlara giriyoruz. Vururlarsa da vursunlar’ diye bitirdim. Diyarbakır’a döndük. Abimle konuştuk. Külüstür bir traktörümüz vardı. Abimler onu sattı, bir araba bir de tabanca satın aldı. Her sabah arkadaşlarımla beni okula götürdüler. Her akşam finaller bitinceye dek alıp eve getiriyorlardı.

Nihayet diplomamı aldım. Avukatlık stajına başlayacağım. Ailenin benimle ilgili kaygısı var. Okulu bitirdi, staja başlayacak ama ortam çok kötü; dağa gider mi? Gitmeyi düşünüyorsa nasıl engelleriz? Aralarında tartışıp sonunda benim başımı bağlamaya, yani evlendirmeye karar vermişler. Evlendirecekleri kişi de akrabamın kızı. Beni ikna etmek için uğraşmaya başladılar. Birkaç hafta sürdü bu konuşmalar.

Aileyle evlilik anlaşması
Sonunda şöyle dedim: Ben dağa gitmeyeceğim. Ama siz de evlilik kararını kaldırın.
Bir nevi centilmenlik anlaşması yaptım aile meclisiyle. Ardından avukatlık stajına başladım, hem de çok iyi bir yerde; Hüsniye ablanın (Hüsniye Ölmez) yanında. Pek çok olaydan geçmiş, çok şey yaşamış değerli bir insandı. Onun da bana çok öğütleri oldu. Benim kafamda liseli yıllarım, yaşadıklarım, arkadaşlarım, onlara nasıl yararlı olabileceğim düşüncesi vardı.



‘Dağda çok arkadaşım öldü bazıları da halen hapiste’
O yıllardan bir arkadaşımı hatırlıyorum, Mirza’ydı adı. Serhad bölgesindendi. Pırlanta gibiydi. Hayatım boyunca o kadar temiz, dürüst, yakışıklı bir kişi daha tanımadım. 1992’de dağa çıktı, bir yıl sonra yaşamını yitirdiği haberini aldık. Onun adını 1995’te doğan yeğenime verdim.

Diplomasiden dağa
Çok zeki başka bir arkadaşım Yaşar Aslan’dı. Sınıf arkadaşımdı. Uluslararası İlişkiler diye bir dersimiz vardı. O derste özellikle çok başarılıydı. Yaşar da dağa çıktı. Daha sonra yakalandı ve idam cezasına çarptırıldı. Şimdi Sincan F Twipi Cezaevi’nde. Bunlar gibi yaşamını yitirmiş, cezaevine düşmüş çok arkadaşım var.

Yaptığım vicdansızlık mı?
Benim staj yaparken içinde olduğum vicdani muhasebe tam da buydu. Onlar ölmüş, hapse düşmüş, bense avukatlık yapıp para kazanacağım. Bu bana vicdansızlık gibi geliyordu. Yanında staj yaptığım Hüsniye ablanın bir üst katında İnsan Hakları Derneği (İHD) vardı. Oranın yöneticileri zaman zaman Hüsniye ablanın yanına çay içmeye geliyorlardı. Bazı İHD yöneticileri de firardaydı. 1995 yılının eylül ayıydı. İHD’den üç kişi geldi. Birisi şube başkanıydı. Hüsniye ablaya yönetime girmeyi teklif ettiler. Hüsniye abla da nazik bir dille reddetti. Bu sefer beni sordular. Hüsniye abla ‘O benim stajyerim. Avukat olacak, bir süreye daha ihtiyacı var’ dedi. Beni çocuk görüyor ve korumak istiyordu. Ama içimde vicdani muhasebe var. Bir şeyler yapmam lazım. O konuşma bittikten sonra üst kata çıktım. İHD’den içeri girdim. Kapıdan girdiğimde bir kadın oturuyordu, beni görünce ayağa kalktı, üzerime atlayıp boynuma sarıldı.

İHD’ye üye olduğum an
İlk kez İHD’ye ayak basıyorum. Durdum bir an, bir iki adım uzaklaştım, baktım kadın Kürtçe konuşarak ağlıyor. ‘Oğluma ne kadar benziyorsun’ diyordu bana. Oğlu gözaltında kayıp, içeri giriyorum ve beni oğlu sanıyor bir an. O annenin bana sarılması, ağlaması, beni çok derinden etkiledi. İHD’ye o an üye oldum.

Araf'ta bir başkan

İkisi de ODTÜ’de öğrenci.
Biri kız diğeri erkek…
İkisi de Kürt.
Öğrencilik boyunca yedikleri içtikleri ayrı gitmemiş.
Aynı kampusta birbirlerine dokunmadan tam dört yıl süren çok derin bir dostluk kurmuşlar.
En çok da doğal olarak Kürt sorununu tartışmışlar.
Biraz platonik, biraz utangaç bir aşk bile yaşamışlar.
***
Mezuniyet günü gelmiş çatmış.
Erkeğin hayali diplomat olmak, kız hayalsiz...
Aslında var bir hayali ama o güne kadar cesaret edip hayatta en sevdiği erkeğe bile söyleyememiş.
Diplomasını aldığı gün tüm cesaretini toplayıp arkadaşının kulağına eğilmiş...
“Ben bu akşam Ankara’dan ayrılıyorum...”
Nereye?
“Dağa...”
***
Bir film gibi gelebilir, ama değil.
Uluslararası bir toplantıda, hayalini gerçekleştiren o erkeği tanıdım.
O gün içinde yaşadığı derin yarılmayı, dağda kaybettiği diğer yanını bizzat o anlattı. Bir de soru sordu...
“Ben diplomat oldum, o militan... Sen Güneydoğu’ya sık sık giden bir gazetecisin, söyle bana ne kadar tanıyorsun dağa çıkan bu insanları?”
“Hiç...” diyebildim. Hiç...
***
Dağa çıkanların hikâyesini bilmiyoruz?
Peki ya çıkmayanlar?
‘Diplomat olabilecekken militanlığı seçen o kız’ın hikâyesini geçen yıl kaleme aldığımda çok ilginç tepkilerle karşılaşmıştım.
Bugün Ertuğrul Mavioğlu’nun Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’le yaptığı sarsıcı söyleşiyi okurken ODTÜ’lü o iki gencin hikâyesini hatırladım.
Çünkü Baydemir tüm samimiyetiyle ‘dağa neden çıkmadığını’ anlatıyor.
17 yaşında pamuk tarlasında en yakın arkadaşı Sait’le sessiz bir yol ayrımı yaşıyor.
***
‘Yaşım 17. Bir gün
arkadaşım Sait geldi. ‘Osman ben saflara katılacağım, senin de gelmeni istiyorum’ dedi. Bir ağacın altında sessizce birbirimize bakıyoruz. Ben ‘okuyup halkımıza hizmet edelim’ diyorum o tepemizde uçan helikopteri işaret edip ‘gidelim’ diyor…’
Baydemir’in yaşadığı bu ikilem adına ‘Kürt Sorunu’ dediğimiz binlerce insanın hayatına mal olan ve çeyrek asırdır çözülemeyen meselenin canlı bir özeti aslında.
Gidenler…
Kalanlar…
Ve asıl önemlisi arada
kalanlar…
Baydemir onlardan biri…
Araf’ta kalan bu adamın hikâyesine kulak verin…

Öğretim üyeleri 'yumurtalı' öğrencilere sahip çıktı

Öğretim üyeleri 'yumurtalı' öğrencilere sahip çıktı


Öğretim üyeleri 'yumurtalı' öğrencilere sahip çıktı

15/12/2010 12:54

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) öğretim üyeleri ve idari personeli, fakültelerinde yaşanan protesto olaylarında öğrencileri haklı buldu.

ANKARA/ANKA

108 çalışanın imzasıyla yayınlanan ortak bildiride "Hak verilsin verilmesin, öğrenciler nedenleri kolayca anlaşılabilecek bir protesto gerçekleştirmişlerdir" ifadesi kullanıldı. SBF’li 108 öğretim üyesi ve personel, 8 Aralık tarihinde fakültelerinde gerçekleşen protesto olayları için CHP Genel Sekreteri Prof. Dr. Süheyl Batum ile AKP milletvekili ve TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu’ya karşı takınılan tavrı, "Hak verilsin verilmesin, nedenleri kolayca anlaşılabilecek bir protesto gerçekleştirmişlerdir" diyerek destekledi.

-ÖĞRENCİLER ŞİDDET YANLISI OLARAK KABUL EDİLEMEZ-
Bu gibi protesto olaylarında öğrencilerin kategorik olarak "şiddet yanlısı" kabul edilemeyeceğini baştan beyan ettikleri belirtilen bildiride, "Öğrencilerimizin protestolarının şiddetli bir biçimde cereyan etmesinin altındaki temel nedenlerden en başta geleni, üniversite öğrencilerinin bir muarız olarak kabul edilmemesi; konuşma, eleştiri ve demokratik eylem haklarını kullanmalarının polis baskısı ve şiddet, şiddete dayalı araçlarla engellenmesidir" denildi. Bildiride ayrıca, "Bu çerçevede, öğrencilerimizin eylemlerinin protesto yöntemleri ve araçları üzerinden, bağlamlarından, siyasal konjonktürden, tarafların konumlarından koparılarak tek başına şiddet eylemi olarak takdim edilmesi ve buna dayanılarak cezalandırma girişimleri kabul edilemez. Bu bağlamda, hükümetin, öğrencilere uygulanan baskı ve şiddeti ortadan kaldırmasının, sağlıklı bir tartışma ortamının yeniden yaratılması için gerekli bir ilk adım olduğunu düşünüyoruz" ifadelerine yer verildi.

-ÖĞRENCİLERİMİZ BELİRSİZ ODAKLARA HEDEF GÖSTERİLİYOR-
Öğrencilerin yaptığı protesto etkinliğinin, inanılmaz bir biçimde terörle ya da çeşitli karanlık odakların faaliyetleriyle ilişkilendirilerek kriminalize edilmeye ve bunun üzerinden öğrencilere yönelik soruşturmaların haklı çıkarılmaya çalışıldığının savunulduğu açıklamada, "Aynı bağlamda kimi yayın organları tarafından öğrencilerimizin isim isim teşhir edilerek niteliği belirsiz odaklara hedef gösterilmesi, öğrencilerimizin öğrenim hak ve özgürlükleri bir yana, can güvenlikleri açısından büyük bir endişe kaynağıdır" denildi.
Burhan Kuzu’nun, Dekan Prof. Dr. Celal Göle ve Rektör Prof. Dr. Cemal Taluğ’u istifaya çağırmasının hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğinin ifade edildiği bildiride, "Sonuç olarak, öğrencilerin protestolarına ve doğrudan öğrencilere karşı gösterilen ve hiçbir demokratik değer sistemi içinde anlamlandırılamayacak olan şiddeti, öğrencilerimizin medya yoluyla hedef gösterilerek can güvenliklerinin tehdit edilmesini ve ardından, akademik yöneticilerin istifa çağrısı altında tehdit edilmesi dahil, SBF hakkında yürütülen kirli kampanyayı kınıyor; bu saldırı dalgasının esasen köklü, eski, merkezi ve büyük üniversitelere dönük yeni ve kapsamlı bir saldırının habercisi olabileceği kaygısıyla, bu saldırılar karşısında öğrencilerimizin, fakülte yönetimimizin ve rektörlüğümüzün yanında yer aldığımızı kamuoyuna saygıyla duyuruyoruz!" ifadelerine yer verildi.

-108 İMZA TOPLANDI-
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin ortak olarak yayımladığı bildiride 108 idari personel ve öğretim elemanının imzası yer alıyor. İşte imza sahipleri:
"Dr. A. Murat Aytaç, Prof. Dr Ahmet Haşim Köse, Prof. Dr (Ç.E.E.İ. Bölüm Başkanı) Ahmet Makal, Doç. Dr. Akın Koçak, Arş. Gör. Akın Usupbeyli, Doç. Dr. Alev Özkazanç, Yrd. Doç. Dr. Ali Fıkırkoca, Yrd. Doç. Dr. Alper Özer, Yrd. Doç. Dr. Anıl Akçağlayan, Yrd. Doç. Dr. Arcan Tuzcu, Prof. Dr Arif Kocaman, Arş. Gör. Aslı Ceren Saral, Arş. Gör. Aydın Ördek, Doç. Dr. Ayhan Yalçınkaya, Doç. Dr. Aykut Namık Çoban, Dr. Barış Ünlü, Arş. Gör. Başak Bak, Yrd. Doç. Dr. Benan Eres, Prof. Dr Berrin Ceylan-Ataman, Prof. Dr Birgül Ayman Güler, Arş. Gör. Boran Ali Mercan, Doç. Dr. Bülent Duru, Arş. Gör. Can Giray Özgül, Arş. Gör.Cavidan Soykan, Dr.Ceyhun Gürkan, Prof. Dr Çağrı Erhan, Yrd. Doç. Dr. Devrim Aydın, Yrd. Doç. Dr. Dilber Ulaş, Doç. Dr. (Maliye Bölüm Başkanı) Dilek Özkök-Çubukçu, Arş. Gör. Duygu Türk, Yrd. Doç. Dr. Elçin Aktoprak, Doç. Dr. Elif Ekin Akşit-Vural, Arş. Gör. Elif Tuğba Doğan, Yrd. Doç. Dr. Emel Memiş, Yrd. Doç. Dr. Erdem Denk,Doç. Dr. Erel Tellal, Doç. Dr. Esra Dardağan Kibar, Yrd. Doç. Dr. Fatma Yıldırım, Yrd. Doç. Dr. Ferda Dönmez, Doç. Dr. Fethi Açıkel, Doç. Dr. Filiz Zabcı, Doç. Dr. Funda Keskin Ata, Yrd. Doç. Dr. Gaye Burcu Yıldız, Doç. Dr. Gökçen Alpkaya, Dr. Gökhan Erdem, Prof. Dr Gülay Toksöz, Okutman İbrahim Dizman, Prof. Dr İlhan Uzgel, Doç. Dr. İlkay Savcı, Yrd. Doç. Dr. İpek Özkal Sayan, Prof. Dr (İktisat Bölüm Başkanı) İrfan Civcir, Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak, Yrd. Doç. Dr. Koray Karasu, Yrd. Doç. Dr.M.Kadir Doğan,Prof. Dr.Mehmet Ali Ağaoğulları, Doç. Dr. Mehmet Yetiş, Prof. Dr Melek Fırat, Yrd. Doç. Dr. Meltem Kayıran, Doç. Dr. Metin Özuğurlu, Öğrenci İşleri Müdürü Muhittin Tuncer, Doç. Dr. M.Murat Baskıcı, Yrd. Doç. Dr. Murat Sevinç, Yrd. Doç. Dr. N. Emrah Aydınonat, Arş. Gör. Nail Dertli, Arş. Gör. Nazan Bedirhanoğlu, Yrd. Doç. Dr. Nazan Çiçek, Prof. Dr Nesrin Algan, Yrd. Doç. Dr. Nilgün Erdem, Arş. Gör. Nuri Yeşilyurt, Doç. Dr. Onur Karahanoğulları, Prof. Dr Onur Özsoy, Arş. Gör. Onur Taştan, Arş. Gör. Ozan Değer, Arş. Gör. Ozan Zengin, Arş. Gör. Özge Özkoç, Arş. Gör. Özkan Ağtaş, Dr. Özlem Albayrak, Yrd. Doç. Dr. Özlem Kaygusuz, Yrd. Doç. Dr. Özgür Ateş, Dr. Pınar Ecevitoğlu, Yrd. Doç. Dr. Pınar Melis Yelsalı-Parmaksız, Uzman Reşide Adal-Dündar, Prof. Dr Ruşen Keleş, Arş. Gör. Sarp Balcı, Yrd. Doç. Dr. Seçil Kaya, Arş. Gör. Seda Canpolat, S.B. K.Y. Bölüm Sekreteri Serap Çamalan, Yrd. Doç. Dr. Serdal Bahçe, Prof. Dr Serpil Sancar, Arş. Gör. Sevgi Eda Tuzcu, Doç. Dr. Seyhan Erdoğdu, Yrd. Doç. Dr. Şenay Gökbayrak, Arş. Gör. Şenay Sabah-Kıyan, Prof. Dr. Şerife Türcan Özşuca, Doç. Dr. Tayfun Çınar, Öğr. Gör. Taylan Bali, Dr. Taylan Koç, Dr. Tolga Candan, Prof. Dr Tülin Öngen, Öğrenci İşleri Şef Tünay Pamuk, Dr. Umut Öneş, Arş. Gör. Yavuz Yıldırım, Dr. Yetkin Çınar, Yrd. Doç. Dr. Yiğit Karahanoğulları, Arş. Gör. Zafer Yılmaz, Arş. Gör. Zehra Yılmaz"

14 Aralık 2010 Salı

Kürt kimliğini tanımamanın bedeli

PKK, 1984’te silahlı ayaklanma başlattı. Ayaklanma, 12 Eylülcü asker ve sivillerin Kürt kimliğini inkâr etme politikalarını keskinleştirmelerine karşı gelişen tepkiden beslendi.

PKK’yı yaratan ortam
Darbe sonrasında çıkan bir yasayla Kürtçe konuşmak her yerde yasaklandı. Türkiye’de Kürt olmadığını, Kürtçenin, Türkçenin bozuk bir lehçesi olduğunu devletin bilim insanları, kanaat önderleri, saygın gazeteciler kendinden son derece emin bir ifadeyle iddia ettiler.
Diyarbakır Askeri Cezaevi başta olmak üzere, cezaevlerinde tutuklulara yapılan, insanın insanlığını yok eden işkenceler bu inkârcılığı tamamladı.
PKK bu ortamda güç kazandı. Kürt kimliğinin inkârına karşı mücadele için yegâne yol silaha sarılmak, dağa çıkmak mıydı? Silaha sarılmadan, siyasal ve toplumsal muhalefet yoluyla direnilemez miydi? Bu yöntem daha başarılı olur muydu? Bütün bunları geri dönüp değerlendirmek mümkün. Sonuçta savaş yanlıları kazandı.

1984’ten bu yana insani bedel çok ağır
Savaşın çok ağır bir insani bedeli oldu. 1984’ten bu yana doğrudan çatışmalar, suikastlar nedeniyle kırk bine yakın insan öldü. Kürt isyanı bağlamında faili meçhul cinayetlere maruz kalanların sayısı beş ila on yedi bin arasında bir yerde. Bunlara sakat kalanlar, evlerini, köylerini terk edenler, malını mülkünü yitirenler ilave oluyor.
Ortaya çıkan tablo, ‘düşük yoğunluklu savaş’ olarak tanımlanan, küçük boyutlu bir savaş.
Bu savaşın bir de askeri harcama boyutu var. Bu ne kadar? Kimine göre 500 milyar dolar. 1 trilyon dolar olduğunu bile söyleyen var.
Şanar Yurdatapan’ın koordine ettiği Türkiye küçük Millet Meclisi, 5 Aralık 2010’da İstanbul’da 2011 devlet bütçesini değerlendirdi. Tartışmalar sırasında Kürt savaşının mali bedeli de gündeme geldi. Katılımcılardan biri 25 yılda
toplam 400 milyar dolar harcandığını iddia etti. Bunun Türkiye’nin bu dönemdeki toplam askeri harcamasına yakın veya daha yüksek bir rakam olduğunu belirtmek zorunda kaldım.
Yenitürk’ün hesabı:
1988’den 2004’e kadar Toplantıda Bilgi Üniversitesi Kamu Harcamaları İzleme Eğitimi programını yöneten Nurhan Yentürk de vardı. Kendisine 1984 veya 1988’den itibaren askeri harcamalardaki artışı ayrıştırarak, Türkiye’de savaşın askeri harcamalar üzerinde yarattığı ilave yükü tahmin etmesini önerdim.
Eksik olmasın, hemen oturmuş; Stockholm’deki Uluslararası Barış Enstitüsü’nün (SIPRI) verilerinden hareketle, 1988 yılını başlangıç olarak alarak, 2004’e kadar Kürt savaşının yarattığı harcama sapmasını hesaplamış.
1988’de askeri harcamalar Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYH) yüzde 2.9’una denkti. Bunu Kürt savaşı öncesi harcama olarak kabul edersek, 1988’den sonra yıldan yıla artarak, 1999’da GSYH’nin yüzde 5’ine ulaşan ilavi askeri harcamaların PKK’ya karşı yürütülen savaşın maliyeti olduğunu söyleyebiliriz.
Bu durumda, 1998’den 2004’e kadar yapılan ilavi askeri harcamanın toplamı, 2005 sabit fiyatlarıyla 58.7 milyar dolar tutuyor.

Bir varsayım
1988’deki yüzde 2.9 seviyesi de yüksek bulunabilir. Kürt kimlik tanınması talebini zor kullanarak bastırma politikası sürdürülmeseydi, askeri harcamaların doğal seviyesi o dönemde GSYH’nin yüzde 2.5’i olurdu varsayımından yola çıkınca, ilave harcama toplamı 1988-2004 arası için ve sabit fiyatlarla 81.5 milyar dolar gözüküyor.
2007’de Türkiye GSYH hesabını revize etti ve kayıtdışı ekonomiyi de bu hesaba kattı. Ulusal gelir yüzde 30 arttı. Yeni hesap yöntemiyle GSYH 1988’e kadar gitmiyor. Ama kayıtdışı ekonominin dahil edilmesiyle ortaya çıkan bu yüzde 30’luk farkı, geriye dönük ilave ettiğimizde, Kürt savaşı nedeniyle ortaya çıkan ilavi askeri harcamayı da yüzde 30 arttırmamız gerekir. Bu durumda 81.5 milyar dolara 24.4 milyar daha ilave etmemiz gerekiyor. Sonuç, 106 milyar dolar.

Yöntem farklı, sonuç yakın
Nurhan Yentürk de 1988’de sabit fiyatlarla 7.2 milyar dolar olan askeri harcamaları temel alıp, ileriki yıllarda bunu aşan harcamaların toplamının 109 milyar dolar olduğunu hesaplamış. Farklı yöntemlerle, birbirine çok yakın iki sonuç çıkıyor. Dolayısıyla 1988-2004 arasındaki 16 yılda Kürt sorununda inkâr, bastırma ve savaş yolu tercih edildiği için yapılan ilavi askeri harcamanın toplamının 90-110 milyar dolar arasında olduğunu söyleyebiliriz. 100 milyar olarak kabul etsek, yılda 6 milyar dolar demektir.
SIPRI verileri güvenilir mi? Nurhan Yentürk, 2006 ve 2007 yılları verileriyle yaptıkları askeri harcama hesaplarının, SIPRI’nin aynı yıllardaki verileriyle arasında büyük bir fark olmadığını belirtiyor.

2002’den sonrası
1998’den 2004’e Kürt kimliğini inkâr etmenin askeri harcama bedeli yılda 6 milyar dolar olmuş. 2002’den beri bu harcamaların payı GSYH içinde azalıyor.

Bugün bu ilavi harcamanın
5 milyar dolar civarında olduğunu söylemek mümkün. Yani 7.5 milyar Türk Lirası.
Bu kaynakla eğitim, sağlık ve genel olarak sosyal harcamalarda nasıl büyük bir hamle imkânı sağlayacağını tahmin edebiliyor musunuz? 2 milyon haneye ayda 250 TL asgari gelir yardımı demek örneğin.
Kürt sorununda açılamayan açılımın mali bedeli bu işte. İnsani bedelini parayla hesaplamaya kalkmak insanlığa hakaret olur. Dünyayı iktisat, büyüme, finans, para pul perspektifinden görenlere bir daha sorabiliriz: Kürt kimliğini eşitlik temelinde tanımayı inkâr etmeye devam edelim mi?

Ahmet'i linç günlerinin tarihsel kodları

Ahmet Kaya’nın linç edildiği ve Abdullah Öcalan’ın yakalandığı dönemin gazetelerini (Abdullah Öcalan’ın yakalandığı, linç gecesinden 5 gün sonra 16 Şubat 1999’da açıklandı. Ahmet Kaya’nın
tutuklanması ise Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiği güne rastlıyor. Aynı gün Sabancı’nın katili Mustafa Duyar’ın da cezaevinde öldürüldüğünü hatırlatırım.) bugünkü gözümüzle incelediğimizde estirilen psikolojik terör rüzgârını çok net bir şekilde görebiliyoruz. O dönemdeki yazılarımı gözden geçirmek amacıyla Cumhuriyet gazetesinin arşivine girdim. Yazılarımın hangi sayfada yayımlandığını bulmakta zorluk çektim. Çünkü bir köşe yazısından çok, sıradan bir haber gibi gazetenin herhangi bir yerine rastgele konmuşlardı… Bunu araştırma sırasında fark ettim ve anımsadım.
Aydın Engin, o günlerde ikimizin birden yazılarının azaltılması ve geri sayfalara atılmasına tepki olarak yazarlığı bırakmıştı. Ben ise o dramatik günlerde “Yine de bir şeyler söylemek” gibi bir kaygıyla yazmayı sürdürmüştüm.
Elektronik bilgi çağında olduğumuz için 1999’da kimin ne dediğinin, ne yazdığının gizli kalması mümkün değil. Hürriyet’in o dönemdeki linç dalgasının merkezi bir parçası olduğunu, o dönemi hatırlamayanlar bile artık kolaylıkla fark edebiliyorlar.
Hiçbir şeyin tesadüf olmadığı, olayların akışından çok net bir şekilde belli oluyor. O dönemde bazı medya grupları ve köşe yazarları ülkeyi saran ‘linç müziği’nin orkestra şefliğini yaptılar. Bugün, gazetecilik mesleği açısından onların oynadıkları rolü tartışabiliyor ve irdeleyebiliyor olsak da o linç ortamının sıradan bir tepkinin/tepkiselliğin ötesine geçen tarihsel derinliğini ancak zamanla tam olarak kavrayabileceğiz.

Ahmet Kaya’nın şahsında hedef alınan
Ahmet Kaya’nın ölümünün 10. yıldönümündeki anma gecesinde Ümit Kıvanç’ın hazırladığı belgesel, yakın tarihimizin önemli bir panoramasını sundu ve Ahmet Kaya’nın Kürt sorununun barışçı çözümünden, başörtülü kız öğrencilerin eğitim özgürlüğüne kadar birçok temel konuda aldığı kararlı tutumla yüz binleri etkileyen bir sanatçıya dönüşme sürecini ortaya koydu.
Öcalan’ın yakalanmasıyla başlayan dönemde, Türkiye’ye egemen olan irade içinde “Bu işi Kürtleri susturarak hallederiz” anlayışı öne çıkmıştı. Öcalan’ın İmralı’ya konulmasıyla birlikte, milliyetçi histeri önü alınamaz bir dalga halinde Kürtlerin ve demokrasi isteyen kesimlerin üzerine çökerken Ahmet Kaya da çok hesaplı ve bilinçli bir şekilde linç edildi. Böyle dönemlerde basın önemli saldırı araçlarından birisi olarak rolünü oynar. Geçmişte de oynamıştı, o dönemde de oynadı.
10 yıl sonra Ahmet Kaya’ya yapılan haksızlığın, alçakça saldırının belgeleri bir kez daha gözlerimizin önünden geçti. Sosyal, toplumsal, ekonomik, siyasi krizlerle, linçlerle, bunalımlarla, kavgalarla geçen 1999, 2000, 2001 gibi yılları hatırladık. Anma gecesi boyunca gözlerimiz yaşarırken bu ülkenin ‘çizgidışı’ kişiliklerinin acı kaderine de yandık.
Ahmet Kaya’ya saldıranlar, ülkenin en büyük gazetelerinin baş köşelerinde onu ‘yaratık’ olarak tanımlamaktan çekinmeyenler bugün utanıyorlar. Devran, öyle ya da böyle, değişiyor, daha da değişecek… Ancak unutmayalım, hâlâ köşe başlarındaki etkili isimlere bakarsanız onları görürsünüz… Onlar, bir dönemin, bir acımasızlığın simgeleri olarak belli bir ‘utangaçlık’ içinde olsalar bile, güçlerini yitirmiş değiller.

Korku üretimi
Korku, bu ülkede belki de en istikrarlı şekilde üretilen üründür. ‘Korku üretimi’, son 15-20 yılımıza damgasını vuran (ve hâlâ sürmekte olan) psikolojik etkinliklerin herhalde en yoğunu ve en çok yönlüsüdür.
Onlar ‘öcü’ler ürettiler. Ahmet Kaya bu ‘öcü’lerden birisiydi. Hrant Dink de öyleydi. (Gerçek ‘öcü’ler ise işlerini görüyorlar.) Ahmet Kaya linç edilirken bizler de doğru dürüst tepki gösterememiştik aslında. Orhan Pamuk “Oral, bir şeyler yapalım Ahmet için” sözlerini söylediğinde çok geç kalmıştık. Kısa süre sonra Ahmet’i kaybettik.
Anma gecesinden gözlerimiz yaşlı çıkarken Ahmet’in ‘barış ve kardeşlik’ çağrıları kulağımızda çınlıyordu.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Filolojide Kürt Dili ve Edebiyatı

Filolojide Kürt Dili ve Edebiyatı

Hazırlayan: Berkant COŞKUN

Berkant COŞKUN

ÇOBAN ATEŞİ

her Kürt birey bugüne kadar okullarda eğitimini aldığı Türkçe dilinin kendisi için yabancı dil olduğunun bilincine varmalı, okullarda, üniversitelerde anadilde eğitim programının hayata geçirilmesinde ısrarcı olmalıdır.

Dil bilimi olarak bilinen filoloji için genel bir tanımlama yapmak gerekirse; dillerin yapısını, gelişmesini, dünyada yayılmasını ve aralarındaki ilişkileri ses, biçim, anlam ve cümle bilgisi bakımından genel veya karşılaştırmalı olarak inceleyen bilim dalıdır, diyebiliriz.

Kürtçe Dil Yapısı:

Kürt dili ve edebiyatının diğer medeniyetlerin dil yapılarına göre olan farklılığının, benzerliğinin ve gelişiminin bilimsel temelde ve de objektif olarak değerlendirilebilmesi açısından filolojiden yararlanmak son derece önem teşkil eder kuşkusuz. Bu çerçevede belirtmek gerekir ki dilbilimciler biçim açısından dili üç gruba ayırırlar.

1) Tek heceli diller: Çin ve Tibet dilleri bu grupta yer alır.

2) Sondan eklemeli diller: Türkçe ve Macarca bu grupta yer alır.

3) Bükümlü diller: Bu grupta Hint-Avrupa ve Sami dilleri yer alır.

Kürtçe dil yapısında sözcükler yüklendikleri göreve göre değişkenlik gösterirler ve bükülürler. Yukardaki dil gruplarından da anlaşılacağı gibi Kürtçe Hint-Avrupa dil ailesi grubuna girer. Bu noktada hemen belirtmek gerekir ki dil bilimcileri bükülmeyi şöyle tasvir ederler ; “Bükülme çekim sırasında kökün, özellikle de fiil kökündeki ünlünün değişmesidir.” Konunun daha net anlaşılmasi açısından bükümlü diller için Arapça dili iyi bir örnektir diyebiliriz. Arapçada ünsüzler (konsonant) değişmeyip, sözcüğün başına ve ortasına gelen ünlülerden sözcükler oluşur. Örneğin “ktp” ünsüzlerinden kitap, mektep, kâtip vb. sözcükler ünlülerin değişmesiyle oluşurlar. Yine “chl” ünsüzlerinden cahil, cehele sözcükleri oluşur. Kürtçede ise cümlenin değişken öğeleri (fiil, isim, zamir, takı, sayılar) arasındaki bükülme bazen fiilin köküne kadar yansır. Yani Kürtçede yalnızca ünsüzler değil, ünlüler de değişip bükülmektedirler. Örnek vermek gerekirse; “kirin” fiili birinci tekil şahıs takısını alıp şimdiki zaman kipine göre çekimlendiğinde, di-k-im (yapıyorum) olur. Bu örnekte görüldüğü gibi, fiil kökünden sadece “k” sesi değişmiyor. Bir başka örnekle, “parastin” (korumak) fiilini şimdiki zaman birinci tekil şahısa göre çekimlediğimizde, ez diparêz-im durumuna geliyor. Ez birinci tekil, yalın şahıs zamiridir; di- şimdiki zaman takısı; parêz, emir halindeki fiil kökü; -im, birinci tekil şahıs zamiri ekidir. Her dilde oldugu gibi Kürtçe ile aynı dil ailesinde olan diller arasında da belirgin farklılıklar vardır. Örneğin Kürtçede bulununan "erillik-dişillik" Farsçada yoktur. Kürtçede dişillik eki "a"dır, erillik eki de "ê"dir. Örnek vermek gerekirse bir kişi Kürtçede “arkadaşım” dediği zaman; dişil veya eril olduğu hemen belli olur. Arkadaş kelimesi yalın haliyle "heval"dır. Buna göre; hevalê min (benim erkek arkadaşım), hevala min (benim bayan arkadaşım) örneklemesi açıklayıcı olacaktır. Bunlarla birlikte Kürt dilinin genel mantığına değinmekte de yarar görüyorum. Kürtçede kullanılan kelimeleri oluşturan heceler yapısal olarak birbirini tamamlayıcı anlamlar içermektedirler. Bu konunun da daha net anlaşılabilmesi açısından da örnek vermek gerekirse ; "xwêdan" (ter) kelimesini inceleyelim. "xwê" , Kürtçede "tuz" demektir. "dan" ise "vermek, çıkarmak" anlamına gelir. Yani "tuz" ismi ile "vermek, çıkarmak" fiili yan yana gelerek xwêdan (ter) kelimesini oluşturur. Bu kelime kişinin terlerken vücuttan dışarıya tuz çıkarması mantığına dayalıdır. Yine bu konuda başka örnek vermek gerekirse ; "kêrguh" (tavşan) : "kêr", Kürtçede "bıçak" demektir. "guh" ise "kulak" anlamına gelir. Burada kelime oluşurken verilen anlam, bıçağın sivriliğine göredir, bu bir tür benzetmedir. Tavşan, kulakları sivrice olan bir hayvandır. Tavşanın kulağının sivri olma özelliğine bakılır ve isim ona göre şekillenir. Kürtçe yapı olarak Ural-Altay dil ailesine giren Türkçe ve bir Sami dil olan Arapçadan çok farklıdır. Bu noktada filolojiye göre akraba dil yapılarından bahsetmekte yarar görüyorum. Filoloji bilimi akraba dil yapılarını 5 ayrı gruba ayırmıştır. Bunlar:

1) Hint-Avrupa dil grubu (İngilizce, Fransızca, Kürtçe, Farsça).

2) Sami dil grubu (Arapça, İbranice, Akatça).

3) Bantu dil grubu: (Orta ve Güney Afrika dilleri).

4) Çin dilleri (Çin ve Tibet).

5) Ural-Altay dil grubu (Fince, Macarca, Uygurca, Türkçe, Moğolca).

Dünyada tahminen 35-40 milyon insan tarafından konuşulan Kürtçenin önemli özelliklerinden biri de, hemen her cümlede "gerçek özne"nin yer alması ve bölgelere göre farklı alfabeler kullanmasıdır.

Kürt Alfabeleri:

Kürtçede kullanılan alfabeler konusunda ise mevcut yazılı kanıtlar, Kürtlerin geçmiş tarihlerinde birçok alfabe kullandıklarına tanıklık etmektedir. Bunlar:

1-) Çivi yazısı: Medler bu alfabeye altı harf daha eklemişler, böylece bu alfabenin harf

sayısı 36’dan 42’ye çıkmıştır. Bu alfabe soldan sağa doğru yazılırdı.

2-) Avesta alfabesi: 44 harften oluşan bu alfabe, sağdan sola doğru yazılıyordu. Kimi

kaynaklara göre ise bu alfabede 48 harf vardı.

3-) Arami alfabesi: Kürtçenin en eski ürünleri bu alfabeyle yazılmıştır. Bu belgeler

Hewraman yöresindeki mağaralarda bulunmuştur. Kürtçe belge ve eserlerin çoğunun bu

alfabeyle yazıldığı söyleniyor. Bulunan belgeler ceylan derisi üzerine yazılmış metinlerden

oluşuyor ve en eskileri MÖ 88-87 yıllarına rastlıyor.

4-) Eski Pehlevi alfabesi: Bu alfabeyle “Soranî dinkerd” adında bir kitap yazılmıştır.

5-) Masi Sorati alfabesi: Arap tarihçi İbn Wehşiye, MS 855 yıllarında bitirdiği kitabında

Kürtlerin Maso Sorati alfabesini kullandıklarını ve bu alfabeyle yazılmış üç kitabı gördüğünü

söyler. Bu alfabenin 36 harften oluştuğunu ve Kürtlerce bu alfabeye altı harf daha eklendiğini

söyler.

6-) Yezidi Kürtlerin kullandıkları alfabe: Bu alfabe yüzyıllarca Kürtler tarafından

kullanılmıştır. 31 harften oluşan ve sağdan sola doğru yazılan bu alfabeye “Gizemli alfabe”

ya da “Hurujul sır” da denmiştir. Yezidilerin kutsal dini kitabı Mushefa Reş ile Cîlwe bu

alfabeyle yazılmıştır.

7-) Arap harflerinden oluşan Kürtçe alfabesi.

8-) Latin-Kürtçe Alfabesi

Latin harflerini temel alan Kürtçe alfabe 31 harften oluşur. Seslendirmesi yazılımla çoğu zaman aynı olan 31 harfinden, sekiz tane ünlü, 23 ünsüzdür.

A B C Ç D E Ê F G H I Î J K L M N O P Q R S Ş T U Û V W X Y Z

9-) Kiril-Kürtçe alfabesi.

Bu alfabelerin dışında, İran’ın Kürdistan eyaletindeki Zêwê mıntıkasında, gümüş bir

tepsi üzerinde bir çeşit yazıya rastlanmıştır. Araştırmacılara göre bu yazı milattan önce 8.

yüzyıldan kalmadır ve Medler tarafından kullanılmıştır. Bu belgenin dışında başka yerde bu yazıya rastlanmamıştır.

Kürtçe Lehçeler:

Dilbilimcilerin çalışmalarından, genel olarak Kürtçenin başlıca dört lehçeye ayrıldığını görmekteyiz. Bunlar:

1) Kurmanci (Kırdasi),

2) Orta Kurmanci (Sorani),

3) Kırmancki (Kırdki, Zazaki-Gorani),

4) Lorani.

Kuzey Kurmancisi (Kurmanci) ve güney Kurmancisi (Sorani) başlıca iki lehçedir. Bu

iki lehçenin zengin bir yazılı edebiyata sahip oldukları kabul edilir. Son dönemlerde

Kırmancki (Zazaki) lehçesi de yazılı bir edebiyata doğru adım atmaktadır.

Kürtçe lehçeler içinde en çok konuşulanı Kurmancidir. Kürtlerin yaşadıkları bütün

bölgelerde bu lehçe konuşulmaktadır.

Türkiye’de sadece Kurmanci ve Zazaki lehçeleri vardır.

Lehçeler konusunda karmaşıklık çoğu kez adlandırmadan kaynaklanmaktadır. Örneğin,

kuzey Kurmancisine Irak’ta yaşayan Kürtler Behdıni, İran’da yaşayan Kürtler ise Şıkaki

derler. Aşağı Kurmanci (Sorani) için yalnızca Kurmanci ya da Sorani denir. Aynı karışıklık

Kurmancki (Zazaki) için de söz konusudur. Bu lehçe için, Kırmancki, Dımıli, Dêrsımki, Sobê

vb. isimler kullanılmaktadır. Hewrami için de Gorani ismi kullanılmaktadır. Oysa yukarıdaki

örneklerde izah edildiği gibi, bütün araştırmacıların üzerinde hemfikir oldukları

adlandırmalar Kurmanci, Kırmancki ve Kırdki’dir. Diğer adlar bölge ve aşiret adlarıdır.

Kürtçede Sözdizimi

Sözdizimi (sentaks), dildeki sözcüklerin birbirleriyle hangi ilişkiler içinde

bulunduklarını, nasıl sıralandıklarını anlatır ve bir dilde kurulması olanaklı bütün tümce

tiplerinin sıralanmasını gösterir.

Kürtçede sözcükler arasındaki bağlantı takılar sayesinde oluşuyor. Kürtçedeki takılar iki çeşittir: Belirli ve belirsizler takılar. Önce belirli olanlar için örnek vermek gerekirse;

mala mezin (mal: ev [isim], mezin: büyük [sıfat], “a” takı).

mastê we (mast: yoğurt [isim], we: siz [zamir], ê: takı).

keçên bedew: (keç: kız [isim], bedew: güzel [sıfat], ên: belirli çoğul takısı.)

Belirsiz takılar için aşağıdaki örnekleri sıralayabiliriz:

maleke mezin (mal: ev [isim], mezin: büyük [sıfat], eke: belirsiz dişi, tekil takısı).

keçine bedew (keç: kız [isim], bedew: güzel [sıfat], ine: belirsiz çoğul takısı).

Örneklerde görüldüğü gibi Kürtçe tamlamalar Türkçe tamlamaların tam tersi şekilde oluyor. Örnek: mala min = benim evim (mal: ev, a: belirli dişi tekil takısı, min: birinci tekil, bükümlü şahıs zamiri).

Bu tamlamayı Türkçe yazarsak şöyle olur: benim evim.

Hem takıların yerleri hem de cümle kuruluşunda öğelerin dizilişi farklıdır. Türkçede

önce şahıs zamiri, sonra zamire ait olduğu belirtilen isim geliyor. Kürtçede ise önce zamire

ait olduğu bildirilmek istenen isim, sonra zamir geliyor. Türkçede zamir takı alırken, Kürtçede böyle bir şey söz konusu değildir.

Kürt Edebiyatı:

Kürt edebiyatı, sözlü halk edebiyatı ve yazılı edebiyat olarak ikiye ayrılır. Sözlü edebiyat halk edebiyatının tarihi binlerce yıl öncesine kadar dayanıyor. Bu edebiyat türü halk arasında çirok diye bilinen hikayeler, masallar çok gelişkindir ki bunlar Kürt halkının kültürünü, geçmişini ortaya koyması anlamında da çok önemli eserlerdir. Yazılı edebiyatta ise ilk yazılı Kürtçe eser veya yazıt Avesta kitabıdır. Bu kitabın Zerdeşt'e Allah'ın gönderdiği kitap olduğunu söyleyenler de vardır. Onun dışında çeşitli zamanlarda Kürt bölgesinde taşlara, duvarlara, mağaralara, köprülere, camiler , eski tapınaklara vs. yazılmış olan yazılar yine bu kapsamda degerlendirilir. Modern anlamda Kürt edebiyatının ise, Baba Tahirê Uryan'dan başladığı kabul edilir. Baba Tahîrê Uryan Sorani lehçesiyle şiirler yazmıştır. Daha sonra Elîyê Herîrî (1425-1495), Feqîyê Teyran (1590-1660), Melayê Cizîrî (1570-1640) ve Ehmedê Xanî (1650-1707)'dir. Ehmedê Xanî'nin Mem û Zîn adlı ünlü eseri ilk kez 1730'da çevrilip yayınlanmıştır. Yazılı Kürt edebiyatı son yıllarda ulusal bilincin artmasıyla birlikte yeni eserler ortaya koymaktadır. Fakat Kürdistan’ın işgal altında oluşu, her alanda olduğu gibi yazılı edebiyat alanında da sömürgeci güçlerce imhaya dayalı politikaların hedefi olmuştur / olmaktadır.

Tüm bu gerçekler ışığında şunu belirtmek gerekir ki, her Kürt birey bu güne kadar okullarda eğitimini aldığı Türkçe dilinin kendisi için yabancı dil olduğunun bilincine varmalı, bundan sonraki eğitim sürecinde okullarda, üniversitelerde anadilde eğitim programının hayata geçirilmesinde ısrarcı olmalıdır. Aksi halde kendi diline sahip çıkamayan bir toplum ulusal gelişim sürecini tamamlayamaz, kendisini asimilasyondan kurtaramaz. Bu anlamda bu ulusal görev tüm çıplaklığıyla karşımızda durmaktadır.

Berkant COŞKUN

berkant_hemdem@hotmail.com

www.berkantcoskun.com

Cigerxwin

Cigerxwin


1928 yılında Kürtçe şiirler yazmaya başladı. 1925 Şeyh Said İsyanı’na katıldı, isyandan sonra bir grup Kürt aydın ve yurtseverle Suriye’ye gitti. 1937’de XOYBUN adında kurulan örgüt içinde yer aldı.

Asıl adı Şehmuz olan Cigerxwin, 1903'te Mardin’in Gercüş kasabası Hesarê köyünde doğdu. Ailece 1914 yılında Kamışlı’ya bağlı Amud nahiyesine göçtüler. Savaş sonrasında Suriye sınırları içinde kaldılar ve tekrar köylerine dönmediler. Küçük yaşlarda çobanlık ve ırgatlık yaptı. Toprak ağaları ve beyleri iyi tanıdı.

Halktan diğer insanlar gibi okul yüzü görmedi.

18 yaşında Diyarbakır’a geldi. Dini eğitimi veren şeyhlerin yanına gitti. 15 yıllık eğitimi 8 yılda tamamladı. Eğitim gördüğü her yerde Kürt halkının acı ıstıraplarını gördü. Medresede olduğu dönem Kürt kültür ve edebiyatını öğrendi, yazılı klasikleri tanıdı.

1928 yılında Kürtçe şiirler yazmaya başladı. 1925 Şeyh Said İsyanı’na katıldı, isyandan sonra bir grup Kürt aydın ve yurtseverle Suriye’ye gitti. 1937’de XOYBUN adında kurulan örgüt içinde yer aldı. Hawar dergisinde Cigerxwin isimiyle şiirler yazdı.

1949 yılında bir toplantıda komünistlerle tanıştı. Komünistlerle sıkı ilişki içinde çalışarak, 1957 yılına kadar Cizre İçin Barış Komitesi Başkanlığı’nı yaptı. Bu yıllarda Suriye Kürdistan Demokrasi Partisi’ne katıldı. Cigerxwin yaşamının sonuna kadar Suriye Kürdistan Demokrat Partisi Merkez Komitesi Üyesi olarak kaldı. 1961 yılında Irak’taki ulusal harekete yardım etti. Burada parti kadrolarını eğitti ve Kürdistan Akademisi’nde dersler verdi. Güney hareketi yenilince geri Suriye’ye döndü.

1973 yılında Suriye’nin baskısı karşısında Beyrut’a geçti ve tutuklanmaktan kurtuldu. 1979 yılında Stockholm’a geçti ve çalışmalarını burada sürdürdü.


Cigerxwin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki şiirlerinde Kürt işçi ve köylülerin Kürt burjuvalarına ve toprak ağalarına karşı verdiği mücadeleyi işledi. Bu şiirlerindeki devrimci öz, bütün ülkenin işçilerinin mücadelesini yansıtıyordu. Cigerxwin’in birçok romanı ve şiir kitabının yanı sıra araştırma kitapları da vardır. Kürtçe sözlük hazırlayan Cigerxwin’in 16 tane Kürtçe eseri vardır.

Sosyalist, araştırmacı ve şair olan Cigerxwin, 22 Ekim 1984’te Stockholm’da öldü.


Di sala 1903'an de li gundê HESARÊ li Kurdistana Bakur, hatiye Dinê.


Di sala 1920an de desbi xwendina Olî kir, û li Kurdistana Binxetê, Başûra mezin û Kurdistana Îranê jî li xwendinê geriya ye, û rewşa gelê Kurdistanê baş nas kir.


Di sala 1937-1938an de, wî û hevalên xwe Komelak li bajarê Amûdê vekirin, û komela wan gelek berepêş ve çû, lê bi navtêdana hin mirovên nezan û dijminê miletê kurd Firansizan ew komele girt.


Di sala 1948an de Cegerxwîn bû hevalê Partiya Komonîst a Sûrî.


Di sala 1949an de cara yekemîn Cegerxwîn hatiye girtin.


Di sala 1950 î de Cegerxwîn dikeve Civata Aştîxwazan.


Di sala 1957an de Cegerxwîn ji komonîstan dûr dikeve û di wê salê de wî û hevalên xwe rêxistina AZADÎ sazkirin û piştî pêlakê Cegerxwîn û hevalên xwe rêxistina xwe fesix dikin û bi Partiya Dîmoqratî Kurdî re dibin yek.


Di sala 1959an de sê salan dibe mamosteyê zimanê kurmancî li Zanîngeha Bexdayê.


Di sala1962an de hukûmeta Îraqê bera wî dide û ew û zarokên xwe vedigerin kurdistana Binxetê, û li wir Cegerxwîn tê girtin.


Di sala 1963an de dîsa Cegerxwîn tê girtin û dikeve Zindana Mezzê li bajarê Samê, lê pistî pêlakê tê berdan lê wî Surginî bajarê Siwêda nav Durziyan dikin, lê pistî pêlake ne dirêj vedgere Bajarê Qamişlo.


Di sala 1979an de Cegerxwîn li Siwêdê di bi mihacir û pênc salên xwe yên dawî ji jiyana xwe li diqedîne.


Di 22-10-1984'an de li bajarê Stockholmê Cegerxwîn serê xwe danî û çû ser heqiya xwe.

Kîme ez?

Kurdê Kurdistan
Tev şoreş û volqan
Tev dînamêtim
Agir û pêtim.
Sorim wek etûn,

Agir giha qepsûn.
Gava biteqim
Dinya dihejî.
Ev pêt û agir
Dijmin dikujî.
Kîme ez?

Ez im rojhilat,
Tev birc û kelat.
Tev bajar û gund,
Tev zinar û lat.

Ji destê dijmin:
Dijminê xwînxwar,
Xurt û koledar.

Ji Rom, ji Fireng,
Di rojên pir teng,
Bi kuştin û ceng.

Parast, parast
Parast min ev rojhilat
Kîme ez?

Rojhilatê nêzîk,
Rojhilatê navî,
Ev bajar û gund,
Ev bej û avî,
Ket bin destê min,
Pî da ser dijmin,

Min bi ceng û şer
Zanîn û huner
Pişta wî şikand,
Serî lê gerand!

Ez bûm padîşah,
Xurt û serbilind
Ketin destê min ta sînorê Hind.
Kîme ez?
Kîme ez?

Kurdê serfiraz
Dijminê dijmin
Dostê aştîxwaz.
Ez xweş mirovim,
Ne hirç û hovim!

Lê çibkim bê şer
Dijmin naçî der.
Bav û kalê min
Dijîn tev serbest,
Naxwazim bijîm
Ta ebed bindest.
Kîme ez?

Divê ez derkevim
Dijminê xwînxwar,
Şahê efyûnkêş,
Jontirkê dijwar,
Serbest bijîm ez
Wek hevçaxê xwe.
Dilxweş bixum ez,
Rez û baxê xwe.
Çekan hilgirim derkevim meydan,
Rêcek nû çêkim ji boyî insan.
Kîme ez?

Ez im ê şikand leskerê Rêşar,
Min bi xwîna xwe parastî ev war.
Di sînga dijmin ez bûme kelem,
Xwe dan siya min Turk û Ecem.

Li ser serê min
Sinbil û kulah,
Serê hespê min
Digirt padîşah!
Ez im ew gernas,
Ew Selahidîn
Bi pirs ji dimyat,
Bi pirs ji Hetîn,
Kîme ez?

Ez im Erdeşîr,
Ew Noşîrewan,
Kesrayê mezin.

Bê tac û eywan,
Dostê kevnare
Ku bûne dijmin,
Ser di tewandin,
Ber agirê min.

Ez im ew qelaş xurt û pehlewan,
Xerac min distand ji Hind û Yewnan!
Kîme ez?

Ez im ew gernas, ez im ew mêrxas,
Belê ez im Kurd
Îro ez mame
Bindest û zigurd!
Ew tac û eywan
Tev çûn û rizîn,
Dijmin nav û deng
Tev ji min dizîn!..

Xistin laşê min mîkrobên teres,
Ta bûm perîşan, bê nav û nekes.
Kîme ez?

Ez im ew Kurdê serhişk û hesin,
Îro jî dijmin ji min ditirsin!...
Bîna barûdê
Kete pozê min.
Dixwazim hawîr,
Biteqim ji bin,
Dîsa wek mêra,
Bikevin çiya.

Naxwazim bimrim,
Dixwazim bigrim.
Kurdistana xwe
Axa Mîdîya,
Kîme ez?

Kawey hesinkar bav û kalê min,
Perçiqand serê zehakê dijmin.
Ji gerdena Kurd
Wî şikand zencîr,
Serê me parast,
Ji birîn û şûr!

Roja hat kuştin xwînmijê dilsoz,
Goya dibêjin:-Ew roje nûroz...
Zivistan diçî,
Ew rojên ne xweş
Parêz dibî Kurd,
Ji dêwê zergeş.

Wesan dibêjî Zerdetê rêzan,
Ehreman dişkê Hirmiz tê meydan!
Kîme ez?

Ez im ê çêkir ev cejn û nûroz,
Divê bistênim,
Wilo nemênim,
Bigrim tol û doz

Fermandar bim ez,
Li ser Kurdistan,
Bo min bimênin
Ev bax û bustan.

Ev şax û ev dest,
Rez û şînahî
Bigrim destê xwe,
Dilxweş û şahî.
Zana û xwenda,
Dezgevanên xurt
Vî warî bigrin,
Bikin ronahî,
Kîme ez?

Ez im ew Kardox Xaldêwê kevnar,
Ez im ew Mîtan, Nayrî û Sobar.
Ez im ew Lolo,
Kardox û Kudî,
Ez im Mad û Goş,
Horî û Gudî.

Ez im Kurmanc û Kelhor, Lor û Gor,
Ez im, ez Kurd im li jêr û li jor.
Çend hezar salin
Kurdistana min
Perçe perçe ma
Bindestê dijmin!
Kîme ez?

Îro ji Lor û Kelhor û Kurmanc
Ji dest xwe berdan ew text û ew tac,
Bûne olperest,
Bi tizbî û xişt.
Ta dijmin şikand
Li me ser û pişt.

Me dan bin lingan dewlet û hebûn,
Bûn dijminê hev perçe perçe bûn.
Ta ku Kurdistan,
Ta ku Kurdistan
Jar û perîşan
Ket e bin destan!
Kîme ez?

Ez im ew milet, ez im ejderha,
Ji xewa dîlî şiyar bûm niha.
Dixwazim wek mêr
Dixwazim wek şêr
Serê xwe hildim,
Çi ser bilindim.
Bi cîhan carek
Ez bidim zanîn,
Rêçika Markîs,
Rêçika Lenîn.

Kurê Guhderz û Ferhad û Rustem,
Kurê Salar û şêrgoh û Deysem.
Bejin bilindim,
Wek dêw bilindim.
Ez dest dirêjim,
Serbest dibêjim.
Dixwazim bi lez
Gavan bavêjim!..
Kîme ez?

Ne xwînxwar im ez haştî xwaz im ez,
Serdarê meye gernas û nebez.
Em şer naxwazin,
Divên wekhevî,
Em paş ve naçin,
Dijmin direvî!..

Ji bo mirovan em tev dost û yar
Bijî Kurdistan, bimrî koledar!
Kîme ez?

(Cigerxwîn, Dîwana Sêyemîn, Kîme ez 1973)