30 Ocak 2011 Pazar

Ya krallık ya şeflik rejimi

60 yıl önce (1951 yılında) Mısır’da kral vardı: Kral Faruk... 31 yaşındaydı. Tahta 1936’da çıkmıştı. Yani 16 yaşındayken... Eğlenceye, yemeye, içmeye düşkün bir kraldı. Fırsat buldukça yatına biner, Akdeniz’de gezmeye çıkardı. O arada Güney Fransa’ya uğrayıp casinolarda oyun oynardı.
Mısır, malûm, milattan önce 3 bininci yıla kadar giden çok zengin tarihi olan bir ülke... 1517’de Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı topraklarına katıldı. Kanunî Sultan Süleyman zamanında oradaki Osmanlı egemenliği pekişti ve 19’uncu yüzyılda Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanına kadar devam etti.
1830’lu yıllarda, fiili egemenlik, önce Mehmet Ali Paşa ile oğullarına, sonra da İngilizlere geçti. 1882’de ülkeyi işgal eden İngiltere, 1914’te Mısır’ı resmen de ‘himaye’si altına aldı. 1922’de ülkede –tabii gene kendi ‘himaye’sinde- krallık rejimi kurdu.
İlk kral Birinci Fuat’tı. Faruk’un krallığı, onun ölümüyle başlamıştı.
Kral Faruk’un iki derdi vardı. Biri, bir erkek çocuk sahibi olamamasıydı. Genç yaşta evlendiği Feride’den olan üç çocuğunun üçü de kızdı. Feride’yi bu yüzden boşamış ve 1951’de yeniden evlenmişti. Ondan da erkek çocuğu olmazsa, Mısır’daki krallığın kurallarına göre, hanedanın durumu tehlikeye girecekti.
Faruk’un ikinci derdi, şuydu: Mısır resmen bağımsızdı ama, ülkenin kilit noktalarında, o arada Süveyş’te İngiliz askerleri vardı. Kralın kontrolü altında da bulunsa, meşruti bir parlamentosu da olan ülkede, İngiliz aleyhtarlığı giderek artıyordu. Özel hayatı dolayısıyla zaten pek sevilmeyen Faruk, kendi durumunu daha da kötüleştirmemek için, İngiltere’ye karşı çıkan siyasetçilere ödün vermek zorunda kalıyordu. Bu da İngilizlerin baskılarını artırıyordu.

Hanedan kurtuldu ama...
Kral Faruk 1952 yılının başında iki derdinin birinden kurtuldu. İkinci eşi Neriman’dan bir oğlu oldu. Adını, dedesininki gibi Fuat koydular. Hanedan kurtuldu. Fakat öteki dert, giderek daha da büyüdü.
Faruk’un, İngiltere karşıtlarının hoşuna gider diye başbakanlığa getirdiği Nahas Paşa’nın Süveyş Kanalı’yla ilgili bazı girişimleri İngiltere’yi harekete geçirdi. Süveyş’teki İngiliz birlikleri kanal civarındaki Mısır birliklerini abluka altına aldılar. Ülkede buna tepkiler başladı. Halkın gösterilerinde silahlı çatışmalar çıktı. İnsanlar öldü.
Kral Faruk ise, hızlı bir politika değişikliği yaptı. Nahas Paşa’yı görevden aldı. Sıkıyönetim ilan etti. Yeni bir hükümet kurdurttu. Fakat sükûneti sağlayamadı.
Sıkıyönetimin başındaki askerler de, halkın gösterilerinden etkileniyorlardı. Hükümet değişikliğini yeterli bulmuyorlardı. Faruk yeni kurdurduğu hükümeti de görevden aldı. Fakat onun yerine yeni bir hükümet kurdurtmayı başaramadı.

Krallık gitti
Bunun üzerine askerler harekete geçti. Kara Kuvvetleri Komutanı General Muhammet Necip komutasındaki askerler, Faruk’un sarayını kuşattılar ve ondan krallığı bırakmasını istediler. Bırakmazsa, duruma fiilen müdahale edeceklerini açıkladılar.
Faruk bunu kabul etti. 23 Temmuz 1952 tarihi itibariyle tahtı bıraktı. Varılan uzlaşmaya göre yerine, o sırada 7 ayını doldurmak üzere olan oğlu Fuat, ‘II. Fuat’ adıyla kral ilan edildi. Fakat, tabii, tahta oturacak yaşa gelinceye kadar, ülke, bir ‘kral naibi’yle idare edilecekti. Kral naipliğini de, başbakan unvanını da alan General Muhammet Necip üstlenecekti.
Faruk, eşi Neriman’la birlikte Mısır’ı terk edecekti. İsterlerse ‘yeni kral’ı da yanlarına alabilirlerdi.
Tabii, istediler ve üçü birlikte İskenderiye’ye gidip, Faruk’un yatına binerek Mısır’dan ayrıldılar. Önce Capri Adası’na gittiler.
Bu gezi tamamen gizli tutulmuştu ama, Paris Match Dergisi’nin bir muhabiri nerede olduklarını keşfedip yukarıdaki fotoğrafı çekti.
(Daha sonraları Avrupa’nın eğlence merkezlerinde de fotoğrafları çekilecek olan Faruk, 1965’te Roma’da Monako vatandaşı olarak ölecekti.)

Necip ve Mısır
Yedi aylık II. Fuat’ın gurbetteki ‘resmî’ krallığı, bir buçuk yaşına kadar sürdü. Mısır’daki askeri yönetim, 18 Haziran 1953’te krallığı lağvetti. ‘Cumhuriyet’ ilan etti.
Cumhuriyet’in ilk Cumhurbaşkanı ve Başbakanı, General Necip oldu. Necip’in ihtilal konseyindeki yardımcısı Albay Cemal Abdülnasır da Genelkurmay Başkanlığı’nı üstlendi.
Bu durum da çok sürmedi. Necip’in yetkileri giderek azalırken, Nasır’ın yükselişi devam etti. 1954’te Başbakanlığa Nasır geldi. Necip, kısa bir süre sonra kızağa çekildi. Cumhurbaşkanlığı’ndan ayrıldı. O mevkie de Nasır geçti. Geniş yetkileriyle Mısır’ın ‘tek adam’ı haline geldi.
Nasır’ın yönetimi, 1970’teki ölümüne kadar sürdü. O süre içinde Mısır çok hareketli bir dönem yaşadı. Dış siyasetinde, Arapları kendi liderliğinde bir araya getirmeye çalışıyordu. Aynı zamanda da, dünya politikasında ‘yapıcı tarafsızlık’ veya ‘üçüncü dünyacılık’ diye adlanan bir tutum izliyordu.
Bu, dönemin Soğuk Savaşı şartları içinde Batı ve Doğu bloklarından ikisine de eşit mesafede kalmayı hedefleyen bir tutumdu. Nasır o konuda Yugoslavya ve Hindistan’la işbirliği kurma gayreti içindeydi.

Süveyş Kanalı ve kriz
Nasır, o arada 1956’da, Süveyş Kanalı’nı devletleştirdi ki, bunun uluslararası alandaki etkileri büyük oldu. Süveyş Kanalı, Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan deniz yolunun kanalıydı. Hem stratejik önemi vardı, hem de sahipleri için büyük bir gelir kaynağıydı.
Kanalın hisselerini ellerinde bulunduran İngiliz ve Fransızlar buna şiddetle tepki gösterdiler. 1956 Ekim’inde İsrail’le anlaştılar. İsrail, Mısır’a saldırdı. İngiltere ve Fransa da, sözüm ona Süveyş’teki haklarını korumak için harekete geçti. Dünya büyük bir kriz yaşadı. Çeşitli girişimlerden sonra, saldırı, ABD’nin Mısır lehine müdahalesiyle sona erdirildi.
Nasır’ın Amerika’yla ilişkileri daha sonra bozuldu. Nedeni, ABD’nin Mısır’ı kendi politikasına uydurmak istemesiydi. Nasır ise, hem ‘üçüncü dünyacı’lığını sürdürmek, hem de, Assuan Barajı inşaatına finansman sağlamak niyetindeydi. Assuan Barajı’nın Mısır ekonomisine büyük bir kalkınma hızı getireceğine inanıyordu. Gerekli krediyi ABD’den sağlayamayınca, o sorunu Sovyetler Birliği’ne yaklaşarak çözmeye çalıştı.
Arapları birleştirme çabalarında ise, 1958’de ilginç bir adım attı. Mısır’la Suriye’yi Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleştirdi. Buna Irak’ı katmak istiyordu. Irak’ta krallık 1958 ihtilaliyle devrilince, askeri idare kurulmuştu. Askerler arasında Nasır taraftarları vardı. Fakat o hedef gerçekleşmediği gibi, Mısır’la Suriye’nin ‘Birleşik Arap Cumhuriyeti’ de bir süre sonra sona erdi.
1967’de Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki ‘6 gün savaşı’nda, başta Nasır olmak üzere, Arap kuvvetleri büyük bir yenilgiye uğradılar. Fakat bu, Nasır’ın Mısır’daki itibarını sarsmadı. O yenilgi üzerine görevinden istifa ettiği halde, lehine yapılan büyük gösteriler sonunda istifasını geri aldı.

Sedat ve Mübarek
Nasır’ın 1970’teki ölümünden sonra yerine geçen Enver Sedat da, Nasır gibi, 1952 hareketine katılan bir askerdi. O, tarihe, İsrail’le diplomatik ilişkileri kuran başkan olarak geçti.
13 yıl iktidarda kaldı. Rejimi bir ölçüde demokratikleştirmeyi hedefledi. ABD’yle ilişkileri düzeltti. Onun da etkisiyle, -1978’de- İsrail’le Camp-David anlaşmasını yaptı. İsrail Başbakanı Menahem Begin’le birlikte Nobel Barış Ödülü’nü aldı.
Fakat bütün bunlar, Arap ülkeleri arasında tepkilere yol açtı. Sedat’ın Arap davasına ihanet ettiği ileri sürüldü. Başkan Sedat 1981’deki bir geçit resmi sırasında öldürüldü.
Yerine geçen Hüsnü Mübarek de, onun gibi bir asker. Krallıktan sonra Mısır Cumhurbaşkanlığı makamında oturan dördüncü asker... 30 yıldan beri Cumhurbaşkanı... 83 yaşında...

Ya kral, ya ‘şef’
Ya kral, ya asker... Mısır’ın koloni olmaktan çıktıktan sonraki idarecileri böyleydi.
Aslında, Ortadoğu’daki ve Kuzey Afrika’daki ülkelerin çoğunun yakın tarihinde benzer bir durum ortaya çıkmıştı. Bu sayfada Yavuz Korkut’un haritasında da görüldüğü gibi, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinden sonra, bağımsızlık kazanan ülkeleri yöneten veya ‘himaye’leri altında tutan devletler, onlara kendi rejimlerini yerleştirmişlerdi.
İngiltere, Mısır gibi, daha önce Osmanlı topraklarından aldığı diğer ülkelerde de krallıklar kurmuştu.
1951 yılındaki Irak’ta çocuk kral II. Faysal vardı. Ürdün’de Kral Abdullah, Suudi Arabistan’da Kral Suud. Bağımsızlığına BM aracılığıyla kavuşan Libya’da da Kral I. İdris vardı.
Onlardan Mısır, Irak ve Libya’da krallıklar bitti. Ama üçünde de kralların yerlerine, önce askerler geldi.
Mısır’da, önce Necip, sonra Nasır, sonra Sedat, sonra Mübarek...
Irak’ta (1958 askeri müdahalesinde) Kral Faysal’ın yerine General Kasım, sonra Albay Arif... Saddam Hüseyin asker değildi ama, askeri istihbarat örgütünde çalışmıştı.
Libya’da (1969’daki askeri müdahaleden sonra) Kral İdris’in yerine Yüzbaşı Muammer Kaddafi... (41 yıldır iktidarda.)
Ortadoğu ve Akdeniz’de, evvelce Fransa’nın yönetiminde veya ‘himaye’sinde olan devletler, bağımsızlıklarını kazanırken, krallık değillerdi. Rejimleri, Fransa gibi ‘Cumhuriyet’ adını taşıyordu. Ama demokrasiyle ilgileri az olan birer ‘Cumhuriyet’ olabildiler.
Suriye, çok sayıda darbe girişiminden sonra bir askeri yönetim döneminde ‘istikrar’ kazandı. 1970’te kansız bir darbeden sonra –Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda da bulunmuş- bir pilot subay olan Hafız Esad, devlet başkanı oldu. 2000 yılındaki ölümüne kadar 29 yıl devlet başkanı olarak kaldı. Ölümünden sonra başkan seçilen oğlu Beşer Esad, asker değil ama, babasının bıraktığı rejimi sürdürüyor.
Fransa’nın kolonisiyken, bağımsızlığını -1956’da- kazanan Tunus’un, 1957’den 1987’ye kadar, 30 yıl süreyle, Cumhurbaşkanı Habip Burgiba’ydı. Asker değildi, hukukçuydu, ama ülkesindeki rejimi, demokratik bir hukuk devletinin rejimi haline getirmedi. 1987’de, başbakanlığa atadığı –istihbaratçı- Zeynel Abidin Bin Ali tarafından -yaşının ilerlediği gerekçesiyle- görevinden uzaklaştırıldı.
Zeynel Abidin Bin Ali de, 24 yıl süreyle Cumhurbaşkanı olarak kaldı.

Ve Türkiye...
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da son 60 yıldaki yönetimlerin özeti bu. Krallıklar, askeri veya sivil şeflikler... Ama hepsinin ortak paydası şu: Hiçbirinin bizim anladığımız manadaki demokratik bir rejimle ilgisi yok...
İsrail’i bir yana bırakırsak, birkaç ülkede var olduğu söylenebilen ‘seçim’lerin uygulaması da demokratik sayılamayacak kadar değişik...
Bütün bu manzaranın ortasında bir tek Türkiye var ki, demokratik yapısını 65 yıldan beri koruma ve geliştirme mücadelesini sürdürüyor.
Aslında Türkiye de, bir padişahlık rejimini lağvederek Cumhuriyet haline gelen bir devletti. İlk yöneticileri askerdi. Mısır’daki gibi, Libya’daki gibi... Ama aralarındaki farklardan bazıları şuydu:
İktidara darbe yaparak değil, bir milli mücadelenin ve bir Milli Meclis’in içinden gelmişlerdi.
İktidara gelir gelmez, üniformalarını çıkarmışlar, sivilleşmişlerdi. Asker olarak kurdukları bir rejimi de sivilleştirmeye başlamışlardı.
Evet, kurdukları Cumhuriyet, 1925’ten 1945’e kadar ’20 yıl’ süreyle tek partili bir Cumhuriyet olarak kalmıştı. Ama dünyanın –en ileri ülkeleri dahil- birçok ülkesinin otoriter rejimlerle yönetildiği ve uzun bir savaş dönemi yaşadığı o yıllar biter bitmez, hiç vakit geçirmeden demokratik rejime geçmişlerdi.
Evet, bu 65 yıl içinde Türkiye’de de maalesef askeri müdahale dönemleri de yaşanmıştır. Ama, demokrasiye inananlar, o dönemleri en kısa zamanda sona erdirmek için ellerinden geleni yapmışlardır.
Geçmişteki o dalgalanmalara ve bugünkü tartışmalara rağmen, bugün bulunduğumuz nokta şudur: Türkiye, bu coğrafyanın ‘demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti’ olarak tanınabilecek tek ülkesidir.
Bunun değerini bilelim... Ve ‘demokratikleşme’ yolunda, geriye gitme eğilimlerini etkisiz bırakıp, daha da ilerlemeye çalışalım...

Kahtalı Mıçê ve Xaço dayı

Bu ülkede Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Aleviler ve cümle ‘ötekiler’ için kullanılan paslı bir cümle vardır.
“Onlar bizim zenginliğimizdir!” diye başlar.
Bir nevi kendilerini anapara, onları da faizi gibi gören, kibirli ve çirkin bir zihnin çıplak yakalanmış halidir.
İşin kötüsü, çoğu bu sevimsizliğin farkında değildir, matah bir şey söylediğini sanır.
Biraz daha gelişmişi, “benim çok ...... arkadaşım var” kalıbındaki boş yerlere sığdırır ötekini.

Hayatın iç acıları
Sırrı Özbek, Kahtalı bir hukukçudur. 27 Mayıs darbesinin tozu hubarı dağıldığında Menderes-Bayar ikilisi üzerine inşa edilmiş olan ‘düşman’ tezi berhava olmuştu. Darbeciler, biraz daha fazla düşmana ihtiyaç duyduğunda, memlekette Ermeni kalmamış olduğundan akla Kürtler geldi. Büyük toprak sahibi ağalar, kanaat önderleri ve aydınların yanında yoksul ama direngen Kürtler de sürgüne gönderildiler. Tarihe ‘Sivas Kampı/sürgünü’ olarak geçtiler. İşte Sırrı Özbek henüz 9 yaşındayken sürgüne gönderilen o yoksul Kürt ailelerinden birinin oğludur. Adıyaman Ortaokulu’nda Fen Bilgisi öğretmenliği yaparken bir yandan da hukuk öğrenimini devam ettiriyordu. Benim önce öğretmenim, 12 Eylül zindanlarında İsmail Sami Çakmak’la beraber avukatım, şimdilerde de onurlandığım dostlarımdandır. Adıyamanlıların “Ev iyisi değil, el iyisi” diye tarif ettiği insanlar vardır. Kendilerinden çok ‘öteki’ni gözetenlere, onlar için dertlenenlere kullanılır. Özbek’in, AK Partili Husrev Kutlu’dan Kürt hareketi temsilcilerinden Sabri Ok’a varan çok sayıda ‘el iyisi’ talebesi olmuştur.
Bize dersten önce, hayata dair ayrıntılardan birini anlatmaya başlardı. Hayatın iç acılarından, üçgenin ters açılarına geçerdi. Hayatı da üçgeni de unutmadıysak, Sırrı Özbek modeli öğretmenlere sahip olmamızdan kaynaklanır biraz da...

Kahtalı Mıçê ve sessiz harf sorunsalı
Siz belki de M. Ali Erbil’in Çarkıfelek programında bir sessiz harf söylemeye çalışırken kıvranmasıyla tanıdınız Kahtalı Mıçê’yi. Allah bilir kötü şakalar da yaptınız onun sesli, sessiz harf ayrımını bilmemesinden dolayı. Oysa o yıllarda bilinmeyen dil, bilinir ve konuşulabilinir olsaydı Mıçê size Kürtçenin bütün sesli ve sessiz harflerini bir solukta sayardı.
Ben hapisten çıktığımda, millet değil iş vermek, selam vermeye bile korkardı. Dostu akrabayı saymazsak, kapımı ilk çalan Kahtalı Mıçê olmuştur. 12 Eylül’den önce kasete okuduğu, bir Kürt ağıdı olan Memê Alan türküsünden dolayı hapislik, sürgünlük, işkence dahil başına getirmedik şey bırakmadılar. İşte o kapımı ilk çalan olmasının hatırına, Mıçê’yi Beynelmilel filminde oynattım. Okuduğu her Âşık Mahzuni türküsü için ayrı ayrı gördüğü eziyete, herkes adına bir özür dilemekti yaptığım...

Hakikat değil, hakikatli bir komisyon
Bu ülkenin cumhuriyet dönemi tarihi, yoksullar ve ezilenler açısından hiç de iyi çağrışımlara sahip değildir.
Dünyada böylesi acılara muhatap olan toplumların rehabilitasyonu için bulunmuş olan ‘Hakikat Komisyonu’ en etkili çözümlerdendir.
Ülkemizde bu işlevi görür mü emin değilim. Son yüzyıl acılarımızın tümünü, sadece satır başlarıyla saymaya kalksak ömür yetmez. Diri zalimlerin yüzüne, ölülerinin mezarına tükürsek, sadece tükürsek, ülkeyi sel alır.
Bu yüzden bize ‘hakikat’ değil, önce hakikatli bir insanlık hali lazım.
Ulus diyerek, devlet diyerek işlenen insanlık suçlarına topluca utanmakla başlayabiliriz mesela...

Kökünü Arayan Çınar
Sırrı Özbek, yarım asra sığan tanıklıklarını, bir hakikatli komisyona anlatır gibi öyküleştirmiş. Ülkemizde tanıklıkları kayıt altına almak için büyük özveri gösteren ve bu uğurda büyük sıkıntılar çeken Belge Yayınlarıda ‘Kökünü Arayan Çınar’ ismiyle yayımlamış. Sürgüne giden dokuz yaşındaki bir çocuğun ‘dokkız’ öyküsünü de bulacaksınız, Kahtalı Mıçê’nin yaşadıklarını da...
Ama yüreğiniz dayanırsa Xaço Dayı’nın öyküsüyle, Aşkabad’da adı Sürgün olan Kürt kızının öyküsünü okuyun.
Bize hakikatin kendisi mi lazım, devletli yalanlar mı yoksa, ona da siz karar verin.

Kırmızı Gül Buz İçinde


Çorum Alacalı Ali Kaypakkaya, oğlu İbrahim’i Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne göndermişti. Yazları köye gelen İbrahim köy işlerine koşturuyordu.
Yaz sıcağında ortaya çıkıp, davarlara musallat olan bir sinek vardı, köylüler ‘bunelek’ diyorlardı. Bunelek davarı ısırdığında hayvanlar deliye dönerdi. Yine böyle bir gün davarlar bunelek saldırısına uğrayınca bir koşu kendilerini dereye atmışlardı. İbrahim elindeki sopayı saz gibi kullanarak şu türküyü yakmıştı:
Aşağıdan geldi buneleğin sürüsü,
Bizim mala kondu onun yarısı
Alinağa yakaladı birisi
Aldı götürüyo bakın anneler.
Çorumlu yoksul Ali Kaypakkaya, oğlu İbrahim için hazırlanan ‘Kırmızı Gül Buz İçinde’ isimli belgeselde, yiğit evladını böyle anlatıyordu.
Oğluna dair hepi topu üç anısı vardı anlattığı. Sadece “Bu türküyü ara sıra mandolinle de çaldırır dinlerdim” derken acıyla ve yoksullukla kararmış gözleri gülüyordu.
İkinci anısı, oğlunun Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’ndan atılmasıyla ilgiliydi.
İbrahim, 6. Filo’nun İstanbul kerhanesini ziyarete gelmesine itiraz edenler arasındaydı. Sağcılar da itiraz edenlere
itiraz etmekle meşguldüler. Yayımladıkları bildirilerde ABD’yi ‘Ehli kitap’ sayıyorlardı. Çıkan çatışmalardan dolayı İbrahim, kaldığı öğrenci yurdundan atılmıştı. Babası onu tekrar yurda kayıt ettirebilmek için hatırlı bir hemşehrisine ricacı olmuştu. Hemşehri şart olarak İbrahim’in bir daha böyle eylemlere katılmayacağını bir kâğıda yazıp imzalamasını istemişti. Bu şartla yeniden yurtta kalabilirdi. Ali Kaypakkaya bu durumu oğluna söylediğinde “Baba silahın varsa çek beni vur, ‘niye vurdun’ demem. Ama bunu benden isteme! Ben bana inananları satmam, yarı
yolda bırakmam!” demişti.
Bu anıyı anlatırken bir baba evladıyla ne kadar onurlanırsa o kadar onurlanıyordu.
Üçüncü anısı, oğluna dair son anısıydı.
Oğlu, ‘Diyarbakır Zindanı’nda parça parça edilerek öldürülmüştü. Ayakları kesilmiş, kafası, kolları kesilmiş bir et yığını olarak, dönemin paşası Şükrü Olcay tarafından kendisine teslim edilmişti. 430 liraya bir tabut yaptırtmış, 70 liraya da kefen almıştı.
“...Ordan bi hamal
tuttum, o adam öylece baktı. Ondan sonra ‘Ne bu’ dedi. ‘Öğrenciydi’ dedim. ‘Burada işkencede öldürdüler, Çorum’a götürecem’ dedim. Diyarbakırlı hamal ağlamaya başladı, ‘Ben almayayım o 5 lirayı, helal olsun’ dedi. Ağladı, yürüdü gitti.”
Aynı belgeselde, Muzaffer Oruçoğlu şöyle anlatıyor: “...hamallara karşı çok derin bir sevgisi vardı. Parti kadroları içinde en çok hamalları seviyordu. Diyordu ki bu adam bu kadar çalışıyor ama bu çalıştığını bakışlarıyla, sözleriyle, davranışlarıyla hiç açığa vurmuyor. Bu korkunç bir şey. Bu, peygamberlik gibi bir şey.”
İbrahim Kaypakkaya, yoksulların gönlündeki gülistanda ‘ser verip sır vermeyen yiğit’ olarak yatmakta.
24 yıllık ömrüne 5000 sayfalık teorik üretimi sığdırdı.
Kemalizmle hesaplaşmayı, Türkiye solunda ilk akıl edenlerden oldu.
Gitmediği köy, katılmadığı direniş kalmadı.
Pınar Sağ, onu övdüğü için 10 ay hapis cezası almış.
Ne diyerek övmüşse aynısını benim de dediğimi sayın.
Onu övmek haddimiz değil, buna ihtiyacı da yok.
Onu anlamak, hatırlamak ve halkların kalbindeki yerine işaret etmek; işte bu bizim namus borcumuzdur.

Terörist ölüler ve hassasiyet

Terörist ölüler ve hassasiyet

Yıldırım Türker


Hassasiyet kadar kirli; üstünde kan pıhtısından eroin zerrelerine, salyalı diş izlerinden linç kakmalarına kadar binbir çeşit zulüm damgası olan bir kelime daha yoktur güzel dilimizde.

Milli ve dini olmak üzere en tehlikeli türleri, bu toprakların üzerinde okşanır, kışkırtılır, hedefe kilitlenir.
Koskoca bir nüfusun artık sorgulayamaz hale getirildiği vahşet uygulamaları, meşru bilgi katına bir türlü yükselemez. Herkes Ermenilere neler yapıldığını gayet iyi bilir de işitmek istemez. Önlerine ne tür kanıtlar dikersen dik, ikna olmazlar. Kuşkulanırlar. Dönüp devlete bakarlar. Bir tek onun sözüne inanacaklardır. Çünkü hassastırlar. Çünkü Türk yapmaz. Yapmışsa da Ermeni hak etmiştir.
Evlat katili kaç yüz yıllık iktidar erbabının şanını korumak da hassaslara düşer. Atatürk’ün bıyığını, Türk’ün kanını, erkeklerin erkekliğini, yalanların en haslarını korumak da.
Kemalist’in de mütedeyyin iktidar ortaklarının da hassasiyetlere cız dedirtme konusunda en ufak tereddütleri yoktur.
Kemalistler, Sabiha Gökçen’in Ermeni olma ihtimali karşısında dehşete kapılıp ‘kutsala tecavüz’ çığlıklarıyla bir çırpıda faşist ortaklarıyla kol kola girebilir.
Mütedeyyin Başbakan linç olayları karşısında, halkının hassasiyetlerine dikkat göstermeyip linççi kalabalığın ortasında kalmış olana yüklenir. Linççi delikanlıların başlarını okşar.
En demokrat yandaşları, sürekli ayrımcılık görüp canlarına kastedilen eşcinselleri günahkar ilan edip katillere işaret eder. Onların da daha demokrat yandaşları eşcinselliğin hastalık ya da günah olduğunu ilan edenlerin marifetlerini ‘fikir özgürlüğü’ çerçevesi içinde görmemiz gerektiğini buyurur.
Onlar ki hassastırlar
Hassasiyet konusunda bu ikili çark, çoğunluk birbiriyle geçişimli ve dönüşümlü olarak hayatımızı zından eder.
Onlar o kadar hassastır ki, düşmanlarının ölülerinin kulaklarını toplarlar. Donlarını indirip sünnetli mi diye bakarlar, topluca bir kuytu çukura gömmeden önce.
Henüz Mutki’de bir jandarma komutanlığının çöplüğünden çıkan 18 kişinin cesedi üstüne memlekette bir infial varsa da ben gözlemleyemedim. Dünyanın herhangi bir ülkesinde baş gündeme oturacak, tarihe milat düşecek bir durum değil midir, ikide bir çıkan toplu mezarlar?
Mutki’de 36 kişinin 4 ayrı noktaya gömüldüğü iddiaları üstüne tek yerde yapılan kazılarda 18 ölü bulundu.
Kayıp aileleri huzursuz. Yakınlarının ölüsü çıkmayanlardan Ekrem Yalçın, “Bir noktada kazı yapıldı, sadece orayla sınırlı kalmaması gerekiyor. Ben kardeşimin Deliklitaş yakınlarında bulunan bir toplu mezarda olabileceğinden şüpheleniyorum. İHD ve Cumhuriyet Savcılığı’na o yönde başvuruda bulundum. Ama kazı tek alanda yapıldı” diye yakınıyor sözgelimi.
1999 yılında çalıştığı İstanbul’dan askerlik işlemlerini yaptırmak için Bitlis’e gelen ve bir daha kendisinden haber alınamayan 20 yaşındaki Gülavi Eren’in ağabeyi Mehmet Eren kardeşinin ortadan kaybolmasından sonra ailesinin polisler tarafından sık sık rahatsız edildiğini anlatıyor, “Evimize her gün polis geliyordu. Bir defasında babamı götürdüler, saatlerce işkence gördü. Eve geldiğinde çok kötüydü. Bir gün Mutki taraflarından bir haber geldi. Kardeşimin kayboluşunun ikinci ayıydı. Bir grup genç, özel harekâtçılar tarafından kurşuna dizilmişti. Kardeşimin de aralarında olduğunu söylüyorlardı. Gittik, ama bize göstermediler. Kardeşimin o dönemde katledildiği ve o çöplüğe gömüldüğü ihtimali çok yüksek” diyor.
Onlar gibi kaç aile var, biliyor musunuz, toprağa her kazma değdiğinde yüreği ağzına gelen?
Mutki’den sonra da Elazığ’da bir toplu mezar ortaya çıktı.
Elazığ ilçelerinde ve çevre illerde 1993 yılından bu yana çıkan çatışmalarda yaşamını yitiren birçok PKK’linin cenazesinin ailelerine haber verilmeden Elazığ Asri Mezarlığı içerisinde açılan çukurlara toplu halde gömüldüğü anlaşılıyor şimdi de.
PKK’liler, mezarlık kayıt defterlerine kırmızı kalemle ‘terörist’ diye geçirilmiş.
Asri Mezarlık içerisinde ayrılan belli bir bölümde kepçe ile açılan çukurlara gömülen PKK’lilerin mezarlarının bulunduğu kesime hastanelerden ameliyat sonrası getirilen atıklar gömülüyormuş.
Yüksekova Haber’in belirttiğine göne, adını vermek istemeyen ve birçok olaya tanıklık etmiş mezarlık görevlisi anlatıyor: “1993’ten bugüne kadar Maden, Arıcak, Kovancılar, Karakoçan ve çevre illerden çok kişinin cenazesi getirildi. Bu cenazelerle kimseye haber verilmemişti. Bu insanlar dini vecibeleri yerine getirilmeden açılan çukurlara ya üzerindeki elbiselerle ya da ceset torbalarıyla gömüldü.”

‘Yandaş’ Tolga Işık ve Çanak Anten

‘Yandaş’ Tolga Işık ve Çanak Anten 

 Bekir Avcı


Doğu’da- Güney Doğu’da her evin içine onca yoksulluk ve yoksunluk hâkimken, dışarıdaki baskı, inkâr ve asimilasyondan bir nebze kurtulmanın ve korunmanın yolu uzun yıllardır küçük damlı bir eve sığınmakken, ortada sosyolojik ve travmatik bir vakıa söz konusuyken ‘çanak anten’ mevzusu da neyin nesi?
Yazı: Bekir Avcı – Bianet


Doğan Grubu’na ait Posta gazetesinde 27 Ocak tarihinde yayınlanan Candaş Tolga Işık’ın “Güneydoğu’da çanak anten terörü” (*) adlı yazısı, ırkçılığın kaleme alınmış, bir gazete sayfasına dökülmüş halinden başka bir şey değil. Bu durum, Musa Anter’in ‘Kürtçe ıslık çalma’ mevzuundan daha vahim, daha dramatik ve elbet nihayet daha trajik-komiktir.
Seks Virüsü
Köşenin yazarı Işık, aylardır Doğu’yu ve Güneydoğu’yu gezdiğini söyleyerek yazısına başlıyor. Tüm bu ‘turist’ gezisinden çıkardığı sonuç şu: Evlerin yüzde doksanında yiyecek içecek yok, kitap yok, gazete yok, en az sekiz kişi bir eve tıkınmış öyle yaşıyor; ama evlerde eksik olmayan bir şey var o da ‘çanak anten.’
Evet, aynı zamanda sosyolog köşe yazarının bölge ile ilgili nicel verileri bunlar. Ama asıl önemli olan bu çanak antendeki kanallar da değil -ROJ TV bahsi geçen kanal- ona göre. Ona göre bu çanak anten ‘sex virüsü’ yayıyor. Bu virüsün yol açtığı ensest ilişkiler ve tecavüzler de ‘töre’ ile örtülüyor.
Safsatanın Gerekliliği
Kürtler uzun yıllardır asimilasyon süreçlerinden geçiyorlar. Bu sürecin oldukça sancılı ilerlediği de aşikâr. Kürtler, Cumhuriyet tarihi boyunca ötekinin ötekisi kılınmak için ‘Yahudi- Kürtleri Müslümanlığın dışına itmenin bir yolu olarak görülmüştü-,’ ‘ABD işbirlikçisi,’ ‘vatan haini,’ vs. şeylerle yaftalanmışlardır. Tüm bunlar Kürtleri daha çirkin kılmak için verilen uğraşlardır. Kısacası ‘safsatalar’ ya da ‘yalanlar’ devletin bu asimilasyon sürecinde kullandığı en önemli ‘silahtır.’
Bugün Işık’ın yazdığı yazının, devletin bu politik curcunasından farkı yoktur. Bir çanak anteni ensest ilişki ile ilişkilendiren, kötü bir şey olarak resmettiği ‘seks’ olgusunu bölge halkı ile bağlayan köşe yazarı, onları ötekinin ötekisi kılmak için yırtınmaktadır.
Bir Göz Evde ‘Kürtçe’
Ben henüz bu yaz Bitlis’teydim. Dedem, nenem, dayılarım, teyzelerim orada yaşıyorlar.
Dedem 89 yaşında ve her gün frekansının ayarı bozulan ‘çanak anteninden’ ROJ TV’yi izliyor.
Evet, ev kalabalık, hele hele yazları daha da kalabalık oluyor, gelen giden çok oluyor. Evin bir damı var ve birkaç odası.
Evde 100 yıl önceden kalma kitaplar var; bazıları tasavvufi, bazıları da edebi.
Eve her gün olmasa da haftada en az iki üç kez gazete giriyor. Zaten ‘çanak antenden’ yayın yapan kanallar gazete işlevi görüyorlar; çünkü sadece haber var o kanalda, haber için bir sürü ‘acı’ malzeme var, zaten bu yüzden de haberin sürekliliği var bahsi geçen kanallarda.
Ve orda çoğu evde günlük yaşam böyle işliyor. Kimse kimseye tecavüz etmiyor; ensest yok; insanlar körkütük cahil değiller…
Işık ‘özür dilemiş.’ ‘Düşündüğümüz gibi biri,’ olmadığını söylemiş. ‘Eğer rencide ettiysem özür diliyorum,’ demiş ve bunu da köşesinden duyuracakmış.
Sanırım hükümetler de böyle yapıyor: Önce saçmalıyor; sonra özür dileyerek başarısızlığa uğramış saçmalığını örtmeye çalışıyor; sonra vazgeçiyor ve böyle sürüp gidiyor. Tüm bu gel gitlerin arasından olan aradakine oluyor, yani şimdi olduğu gibi, Kürtlere.
Köşede pişen ırkçılık
Köşenin yazarı, köşesinde ırkçılık pişirmekte, kelime dağarcığındaki kıtlık, zihniyetindeki kıtlıkla boğuşurken, ırkçılığa bir de edebi bir rol biçmekte. Nerden baksan faşistçe! Hem bir topluma, hem okura, hem yazıya, hem kaleme, hem de tek tek kelimelere… Nerden bakarsan bak zarar ve ziyan. Faşizmin buram buram koktuğu pis bir köşe, ırkçılığın her zamanki gibi ‘çiğ’ kaldığı, diş gıcırdatan çirkin bir köşe ve köşesini kapmış ‘yandaş’ bir adam. (BA/EÖ)