31 Aralık 2010 Cuma

1970'lerin Türkiyesi, nasıldı?

1970'lerin Türkiyesi, nasıldı?


Nasıl bir ülkede yaşanıyordu; hayatımızda neler vardı; o yılları yaşayanlar en çok nelerden etkilendi; hangi olaylar 1970'lerde büyük izler bıraktı ve unutulmazlar arasına girdi? İşte size 1970'lerin unutulmazlarından bir potpori...


KARARTMA

Kıbrıs barış harekatı yapıldı 1974'te...
Türkiye, ikinci dünya savaşı yıllarından beri görmediği bir uygulamaya tanık oldu:
Evler ve otomobiller KARARTILDI.
Yunan savaş uçakları ani bir baskın düzenlerse şehirler ve yerleşim yerleri farkedilemesin diye, evlerin pencerelerine kalın siyah perdeler takıldı.
Otomobillerin farları da koyu renkli jelatinlerle kaplandı.
6 ay kadar süren bu uygulama, 1970'leri unutamayanların da zihnine kazındı.

KUYRUKLAR
1970'ler Türkiye'nin 73 cent'e bile muhtaç olduğu yıllardı. Ülke ihracat yapamıyor, elde döviz olmayınca da en zaruri ihtiyaçlar bile karşılanamıyordu. 1970'leri hatırlayanların en unutamadıkları şeyler, kuyruklardır: Tüpgaz kuyrukları, sana yağı (evet, yağ için bile kuyruğa girilirdi) kuyrukları. 1970'leri yaşayanların zamanlarının büyük bir bölümü kuyruklarda geçti...

Kuyruklarla ilgili nostalji için:
http://nostalji.anilarim.net/forum/lofiversion/index.php/t504.html



MÜSAİTSENİZ AKŞAMA SİZE GELECEĞİZ
Evden eve komşuluk ilişkilerinin çok yoğun yaşandığı, 'son yıllardı'. 1970'lerden sonra komşuluk ilişkileri bir daha hiç eskisi gibi olmadı. Komşuluk ilişkilerini en iyi tarif eden söz ise, bu olmalı: Annem beni gönderdi; müsaatseniz size gelmek istiyoruz. Henüz telefonlar yeterince yaygınlaşmamıştı. Komşuların misafirliğe uygun olup olmadıkları, evin kapılarına gönderilen çocuklar tarafından öğrenilirdi.


TELEVİZYON ÇOCUKLARI

Televizyonun Türkiye'de yayına başladığı yıl; 1969. Ancak yaygınlaşması 1970'lerde oldu. 1970'lerin başından sonuna, çatılar 'çatallı' tv antenleriyle kaplandı. Başlangıçta, televizyonu olmayan aileler televizyonu olanların evine misafirliğe giderlerdi. Açıkçası 1970'lerin başında, evinde televizyon olan aileler misafir yoğunluğundan illallah demişlerdi. Televizyonlar yaygınlaştıkça bu gelip gitmeler de azaldı.

10 yıldan fazla bir süre televizyonlarımız siyah beyaz ve tek kanallıydı. Üstelik tüm gün yayın da olmazdı. Başlangıçta saat 18 ya da 19'da yayın başlar 24 gibi İstiklal Marşı okunarak yayınlar sonlandırılırdı. Televizyon kapanınca herkes yataklarına giderdi.

Yine o yıllar, televizyonlarda yoğun kesintiler yaşanırdı. Bir teknik aksaklık olmuşsa, TRT hemen bir fotoğrafı (Mesela necefli maşrapa) ekrana taşıyarak arızayı izleyicilerine bildirirdi. Bazen arızalar saatler sürebilir, dakikalarca o sabit ekran görüntüsüne bakılırdı.

TRT televizyonunun tarihi hakkında ayrıntılı bilgi için:
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/455257.asp


CUMARTESİ OKUL

İnanmayacaksınız ama, 1970'lerin başında Cumartesi günleri de okula gidilirdi. 1974'ten itibaren Cumartesi günleri yarım gün okula gitme uygulamsı sona erdirilince öğrenci milleti de bayram etti.

LAKLAK

Dönemin en ünlü ve en elden düşmeyen oyuncaklarından biriydi. Bir plastik daireye bağlı v şeklinde bir ip ve o ipin iki ucunda plastikten iki top vardı. Amaç, dairesel plastiğe parmağınızı takıp topları bir üstte bir altta hızla birbirine vurdurmaktı. Bu işi ne kadar hızlı yaparsanız, o kadar becerikli sayılırdınız. Oyuncak öyle yaygınlıkla kullanılırdı ki, çocuklar da büyükler de tak - tak - tak (ya da lak lak lak) sesleri eşliğinde beceri yarıştırırlardı.

GÜNEŞ TECELLİ VE CENK KORAY

En çok hafta sonları televizyon izlenirdi. Ve hafta sonları Türkiye, bu iki ekran figürüyle güne başlar, onlarla günü bitirirdi. Güneş Tecelli, geniş ve kalın kemikli gözlükleriyle, Cenk Koray ise 'soğuk esprileriyle' dönem insanlarının zihinlerine kazındı. Pazar programlarının adı TelePazar (Ya da Stüdyo Pazar) idi, bu programın evlerin hanımları tarafından en sıkıcı bulunan bölümü ise TeleSpor adıyla anılır, maçlardan görüntülere yer verilirdi. (O programın zihinlerde en çok iz bırakan iki de çizgi kahramanı vardı. Biri İtalyanca adı La Linea olan Bay Meraklı, öbürü ise pembe panter...)

Cenk Koray’ın programından bay meraklı diye tanıdığımız, orjinal adı la linea olan çizgi adam 80ler denince ilk akla gelenlerden hasret çekenler için Youtube’ye koymuşlar işte burada hepsi.

KAYNANALAR DİZİSİ
Evlerin içleri henüz kalabalıktı. Evlerin çoğunda dedeler ve ninelerle birlikte oturulurdu. Dönemim anneleri için en zor şey, 'kaynanayla' birlikte yaşıyor olmaktı. Kaynanalar dizisi, 1974 yılının Mayıs ayında TRT ekranlarında yayınlanmaya başladı. Dizide, Anadolu'dan İstanbul'a göç eden Nuri Kantar ve ailesinin bu büyük şehre uyum çabalarının 'komedisi' yapılıyordu. Başroldeki Tekin Akmansoy, 1970'lerin insanları için unutulmaz simalardan biridir.

KURTARILMIŞ BÖLGELER - SOKAKLARDA ÖLÜMLER

12 Eylül'den sonra, 1970'lerin adı, '12 Eylül ÖNCESİ' olarak kaldı. 12 Eylül darbesini yapanlar, 12 Eylül öncesini hiç sevmezlerdi. Şehirler, mahalleler, sokaklar 'siyaseten' bölünmüştü. Bir sürü sol fraksiyon vardı. Bazı günler sokaklara çıkmak, liseye ya da üniversiteye gitmek CESARET isterdi. 1970'ler için, sokaklarda 'ölümün kol gezdiği' yıllar demek abartılı olmaz.

DEMİREL - ECEVİT - TÜRKEŞ - ERBAKAN
1970'lerin siyaset tarihi, bu 4 ismin üzerine kuruludur. Demirel, 1965'ten beri siayestin içindedir ve dönemin en başat siyaset figürüdür. Bülent Ecevit 1973'te CHP'de başrol oyuncusu olmuş ve tüm 1970'leri domine eden iki isimden biri olmuştur. Bir dönem Ecevit için, dağlara taşlara bile 'KARAOĞLAN GELİYOR' diye yazılırdı. Necmettin Erbakan, kendisinden en çok beklendiği gibi sadece Demirel ile 'ittifak' yapmadı, Ecevit'i de iktidara taşıdı. 1970'lerde Türkiye'yi koalisyonlar yönetti ve Erbakan kimin yanındaysa, O, başbakan oldu. (Erbakan'ın partisinin adı MSP, simgesi de anahtar idi...)

TARKAN VE KARAOĞLAN

Evet Teksas - Tommiks vardı ama, İtalyanların yarattığı bu 'Amerikan kahramanlarına' rakip olarak TARKAN ve KARAOĞLAN kendilerine sağlam bir yer edinmişlerdi. Her Türk çocuğunun gönlünde, bir gün Tarkan gibi bir kahraman olmak yatardı. (İçindeki ölçülü erotizm de, yeni serpilmeye başlayan gençlerin gönlünü kazanmıştı...)

Daha fazla bilgi için:
http://www.sinepil.org/yazi/cizgi-romandan-sinemaya-bir-turk

SEKS SİNEMALARI VE SEKS FİLMLERİ
1970'ler, Yeşilçam sinemasının tüm 'itibarını kaybettiği' yıllar oldu. Evet Türk sinemasının en komik en klasik filmlerinin bir kısmı 1970'lerde üretildi ama, 'yerli seks filmleri' piyasaya büyük ölçüde egemendi. Her şehirde sadece bu tür filmler gösteren sinemalar olurdu. Bazı ergenler, bu sinemalarda bazen 'babalarına ya da dayılarına' da rastlayabilir; 'dumur' olurlardı. Dönemin seks filmlerinde Aydemir Akbaş, Behçet Nacar, Figen Han, Zerrin Egeliler gibi isimler çok popüler olmuşlardı. O dönemden hatırlarda kalan kimi film isimleri şöyledir: Kartal Pendik Gittik Geldik; Parçala Beni Behcet, Kendin Pişir Kendin Ye; Zeynelle Veysel, Tak Fişi Bitir İşi...

MÜJDE AR - AŞK-I MEMNU VE DÖNEMİN ÜNLÜ DİZİLERİ
Aşk-ı Memnu, dönemin en çok izlenen yerli televizyon dizilerinden biriydi. Şükran Güngör, Müjde Ar ve Salih Güney'li kadro, o günlerde büyük bir 'izleme tutkusu' yaratmıştı. Müjde Ar'ı Müjde Ar yapan da bu dizi oldu zaten. Müjde Ar'ın o dönem fiziği, dönemin 'kadın güzellik anlayışını yansıtan' en önemli figürdür: Daha dolgun, bugünün ölçülerine göre biraz daha xl ölçüler...

1970'lerin unutulmaz tv dizileri şunlar olmuştu:

- Kaygısızlar

- Görevimiz Tehlike

- Charlie'nin Melekleri

- Lassie

- Heidi (Çizgi film)

- Şeker kız Candy

- Uzay Yolu

- Kaçak

- Zengin ve Yoksul


ÇOCUKLARIN KIZ MI OĞLAN MI DOĞACAĞI BİLİNMEZDİ
O yıllar, ultrason cihazlarının bilinmediği yıllar. Çocukların cinsiyetleri doğumdan önce bilinemezdi. Her anne baba, her ağabey abla, yeni doğacak bebeğin cinsiyetini doğum anına kadar merak ederdi. Bebeğin cinsiyeti, doğumdan hemen sonra ilk aons edilen bilgi olurdu.

UZUN SAÇ MODASI

1970'lerde gençler arasında uzun saç modası vardı. Bazı babalar, yakalarlarsa kesmek için, ellerinde makasla sokaklarda dolaşırlardı. Gençler saç uzatamasın diye, 'karı gibi' aşağılaması yapılırdı ama, sökmezdi: 1970'ler boyunca gençler, saçlarını omuzlarına kadar uzatmakta ısrar etti. Dönemin bu modasını uzun saçlı iki 'dönem şarkıcsı' da desteklerdi: Cem Karaca ve Barış Manço...

Ayrıntılı bilgi için:
http://www.erkeksacmodelleri.com/unlulerin-sac-modelleri/sinema/eski-sac-modelleri-707/

İSPANYOL PAÇA

1970'lerin pantolon paçalarını görünce bugün kahkahalarla gülebilirsiniz. Ayak bileklerine kadar normal inen pantolonlar, paça kısmında iki kata yakın genişler ve bir tür yelken görüntüsü alırdı. Siz yürürken, paçalarınız sürekli, bir o yana bir bu yana dalgalanırdı ve bu durum 'güzel' sayılırdı.

1970'lerin modası için İngilizce bir kaynak:
http://www.fashion-era.com/1970s.htm

APARTMAN TOPUKLU AYAKKABILAR
1970'lerin, bazılarına kabus gibi gelen görüntülerinden biri de bu ayakkabılardır. Yapıldığı malzeme olan EPA ön ad yapılarak, onlara epa topuklu ayakkabılar da denir. Kadınlar, 1970'lerde ayakkabıları yoluyla hayli boylarını uzatmışlardır. Yapılmış bir istatistik yok, kesin olarak bilmiyoruz ama 1970'ler kadınların yürüyüş sırasında moda uğruna ayak bileklerini en çok burktukları yıl olabilir.

DİSCO DANS

1970'lerin en etkili müziği Disco olmuştur. Diskotekler henüz herkesin gideceği bollukta değildir ama, Disco müziği tüm Türkiye'de gözardı edilemez bir dinleyici kitlesi kazanmıştır.

Dönemin kısa bir tarihi için:
http://cadde.milliyet.com.tr/2009/12/27/HaberDetay/1178597/1970_LER_DiSKO_YILLARI

KARATE FİLMLERİ VE BRUCE LEE

Dönem sineması, yerli seks filmleri kadar karate filmlerinin de etkisi altındadır. 1970'lerin film dağıtım koşulları gereği, Türkiye'ye filmler zaten 3 - 5 yıl gecikmeli olarak gelebilmektedir. 1973'te ölen Bruce Lee ve ardılları, tüm 70'ler süresince Türk film izleyicilerinin 'beğenilerini' domine etmiştir.

YAĞ SÜRÜLMÜŞ EKMEĞE ŞEKER DÖKMEK
1970'lerin çocukları sokaklarda toz toprak içerisinde oynarlardı. Sokakta yenen en önemli atıştırmalıklar da şunlardı:

- Sana yağı sürülmüş ekmek. (Bazıları yağın üzerine toz şeker döktürürlerdi.)

- Üzerine salça sürülmüş ekmek.

- Üzerine yoğurt sürülmüş ekmek. (Yine bazıları yoğurt üzerine toz şeker dökerdi...)

Şokellalı ekmek, 1980'lerin çocuklarının yiyeceği olmuştur.


KASET KAYITLARI
1970'ler plakların devirlerini kapattığı, teyplerin ve kasetlerin sahne aldığı yıllar oldu. İlkin dev teyp bantları kullanılıyordu; sonrasında kasetler çıktı. Dönemin modası, her köşebaşında bir kasetçi dükkanı açılmasıydı. En sevdiğiniz şarkıların bir listesini verirdiniz, kasetçiler size o şarkıların kayıtlarını yapardı. Henüz telif hakları kaygısının olmadığı yıllardı. 1980'lerin ortalarında listeler hazırlayıp kasetlere kayıtlar yapmak yasaklandı...

SAĞ OLASIN İZOCAM

TRT televizyonlarında ilk reklam gösterimleri 1972 yılında başladı. 1970'lerin iki unutulmaz reklam filmi:
İzocam ve Eti bisküileri olmuştur.

Bir çizgi film biçiminde yapılan İzocam reklamını altta görebilirsiniz. (Bu animasyondaki seslendirme orijinal değil, sonradan yapılmış. Ama çizgiler sizi 1970'lere geri götürecektir.)
Videoyu izlemek için tıklayın

Diğer reklamın cıngılı da böyleydi:

- Çayda kahvaltıda yenir
- Acaba nedir, nedir?
- Bisküvi denince akla?
- Tamam, şimmdi buldum!
- Her an onun adı gelir
- Eti Eti Etii

Ve bir diğer unutulmaz

Akşama babacığım unutma Ülker getir
Videoyu izlemek için tıklayın

DÖNEMİM EN ÇOK KULLANILAN DEYİMLERİ

Allah bir yastıkta kocatsın

Güle güle giy üstünde paralansın

Evlenmeden olmaz

Yenildik ama ezilmedik


ARKAYA KAMÇI

Otomobillerle birlikte at arabalrı da şehrin yollarıydı ve 1970'lerin çocukları at arabalarının arkasına takılmayı çok severlerdi. Bu arkaya takılma hareketi tehlikeli olduğu için, at arabası sürücüleri, çocukların ellerine yüzüne gelecek şekilde atlara savurdukları kamçılarını, arkaya, çocuklara doğru da savururlardı.

MURAT 124 - HACI MURAT

Murat 124, 1971 yılında Tofaş’ın Bursa fabrikasında Fiat 124 şasesine oturtularak Türkiye’de yabancı lisansla üretilen ilk otomobil oldu. 1971-1977 arasında 134 bin 867 adet üretilen ve Hacı Murat da denilen bu otomobillerin, Tofaş'ın KUŞ SERİSİ otomobilleri üretmeye başlamasıyla ömürleri sona erdi. 1984 yılında Tofaş Serçe adıyla yeniden üretimine başlandı, 1995 tarihinde bu kez tamamen durduruldu.

1197cc'lik motoru 65hp güç üretmekte ve aracı 170km/sa hıza çıkarabilmekteydi.

Türkiye yollarında Hacı Murat'a bir diğer yerli otomobil markası olan ANADOL eşlik ederdi.

Bilgi notu:

Murat adı Fiat markasının Türkiye'ye uyarlanmasıdır.

Koç Holding ve Fiat bu isim değişikliğiyle,Türk tüketicisine yerli bir otomobil sunumunu vurgulamak için yapılmıştır.

Fiat İspanya'da da aynı isim değişikliğini,o zamanki ortağı Seat ile de uygulamış, İspanya'da satışa sunulan Fiat araçları Seat adıyla satılmıştır.

Fiat 124, Avrupa'da Yılın Otomobili yarışmasında 1967'de birincilik ödülünü almıştır.


BECKENBAUER VE MÜLLER VE CRUYFF

1970'lerde, televizyonun yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte, dünya futbolunu da izleyebilir hale geldik. 70'lerde özellikle Alman milli takımı, Türk futbolseverlerinin tutkusu olmuştu. 1972'deki Avrupa Futbol Şampiyonası, 1974'teki Dünya Kupası, geniş kitlelerin gözlerini, özellkle Avrupa futbolunun yıldızlarıyla buluşturdu.

O dönemden akılda en çok kalan futbol yıldızlarından üçü:

Gerd Müller

Franz Beckenbauer

Johan Cruyff

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi7OzuWDfV4n0ZkSAsz51G-tSJ1SS-BU1MTJhCooqzC1VUfwqtGwjKkLC8n6XYdm_Ok1R9t_Oh9VVO4xaNHJwFRB6T4X68TVJ-0y_MHg4qDk_AxCxLBA2aMju0NYYuJZSldKwSYb4C7iHE/s1600/muller_1.jpg


BERBER VE KASAP KAPILARINDAKİ BONCUKLAR
1970'ler, sinekle mücadelenin zorlu olduğu yıllardı. Özellkle kara sinekler ortalıkta vızır vızır gezinir, vızıltısı ve sürekli üzerinize konmasıyla sizi sinir ederdi. Berber ve kasap dükkanlarının kapılarında, iplere geçirilmiş boncuklardan oluşan ve sineklere önlem olarak kullanılan bir 'kapılık' bulunurdu.

MELAMİN TABAKLAR

Plastik endüstrisinin bu icadı, Türkiye'de tüm 1970'lere damgasını vurdu. Sert plastikten yapılan tabaklar ve mutfak gereçleri, düşse bile kırılmıyor; çinko tabaklar gibi sırrı dökülmüyor, bakır tencereler gibi ağır olmuyordu. Üstelik seramik tabaklar çok pahalıydı ve melamin tabaklar, üzerine basılan desenlerle, o pahalı seramik tabaklara çok benziyordu.

CİN ALİ


İlkokula başlayan çocuklar, CİN ALİ'nin hikayelerini çok severlerdi. 1970'lerde yolu okula düşenlerin, Cin Ali'yi ve serüvenlerini unutması mümkün değil.

Bilgi notu:

Cin Ali, Türkiye'de ilkokul öğrencilerine okumayı kolay öğretmek amacıyla geliştirilmiş 10 kitaplık hikâye serisinin kahramanı. Cin Ali, 1968 yılında ilkokul öğretmeni Rasim Kaygusuz tarafından yaratıldı. Çocuklar kolay çizebilsin diye çöp adam şeklinde tasarlandı. Cin Ali kitaplarının çizimlerini Selçuk Seğmen yapmıştır.

Cin Ali Serüvenleri adlı kitap dizisinde fişleri kullanarak okumayı heceleyerek öğrenme yerine tümdengelimci bir sistemle öğrenme esastır. Kitapların kahramanı Cin Ali; yaramaz, yerinde duramayan, sürekli sorgulayan, araştıran bir çocuktur. Başında sürekli bir kasket ile çizilen Cin Ali, giysili değildir; gövdesi bir çizgiden ibarettir. Cin Ali 1990'larda imaj değiştirdi ve papyonlu, kulağı çiçekli, siyah saçlı, belirgin yüzlü, fiyonklu ayakkabıları olan bir çocuk olarak resmedilmeye başladı. Bu yeni imajı Mustafa Delioğlu çizdi. "Çöp Adam, çocukların görsel sağlığına aykırıdır" iddiası üzerine böyle bir imaj değişikliğine gerek duyuldu.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Cin_Ali

AYI OYNATMAK

1970'lerin en önemli sokak eğlencelerinden biri de bu oldu. Roman vatandaşlarımız, burnuna halka takılmış ayıları, ellerinde bir tef ile bir sopa eşliğinde sokaklarda gezdirir, bir miktar kalabalık görünce, basit bir şarkı eşlğinde ayıları oynatmaya başlarlardı. (Oyun bitince de para toplanırdı.) Dönemin en önemli sağlık egzersizi de SIRT ÇİĞNETMEK idi. Bazıları, sokakta bir yaygının üzerine yatarak, sırtlarını oyuncu ayılara çiğnetirlerdi.

'Ne bakıyorsunuz, ayı mı oynuyor' deyimi o yıllardan kalmadır.

1980’lerde ayı oynatmak kesinlikle yasaklandı.

1980'lerin çocukları, 'oynayan ayıları' bilmezler.

Ayrıntılı bilgi için:

http://dohaydersopengazievi.com/index.php?option=com_content&view=article&id=674:kocaoglan-ayilara-ozgurluk&catid=131:sirk-gercegi&Itemid=793

LEBLEBİ TOZU

En eğlenceli ve en ucuz çocuk atıştırmalıklarından biriydi. Leblebi dövülerek toz haline getirilir, biraz şekerle karıştılarak çocuklara stılırdı. Yerken konuşmak mümkün değildi. Konuşmaya çalıştığınızda toz genzinize kaçar, dakikalarca öksürerek ciğerlerinizi temizlemeniz gerekirdi.

Ek bilgi için:

http://enlezzetlisi.blogspot.com/2009/09/leblebi-tozu.html

MUŞAMBA

Devir, plastikten üretilen malzemelerin revaçta olduğu bir devir. Muşamba da 1970'lerin en önemli 'zemin kaplama malzemelerinden' biri, hatta önde geleniydi. 1980'lerde 'marley' denilen zemin kaplama malzemesi yaygınlaşana kadar, eski evlerde muşambanın hükmü sürdü.

http://www.zumrutplastik.com/images/resimler/pvc/101_2_b.JPG

DÖNEMİN YILDIZLARI

Özay Gönlüm

Şakir Öner Günhan

Serap Mutlu Akbulut

Bedia Akartürk

Orhan Gencebay

İlhan İrem

Zülfü Livaneli

Öztürk Serengil

Yılmaz Güney

Cüneyt Arkın

Filiz Akın

30 Aralık 2010 Perşembe

1960'lar böyle geçti!

1960'lar böyle geçti!

Radikal.com.tr yayın yönetmeni Nevzat Basım, 1960'lı yılları yazdı

HİPPİLER
Amerikan gençliği arasında yeşeren bu yeni akım, tüm 1960'ları domine etti: Uzak doğu felsefelerine yönelik, özellikle Budizme yoğun bir merak, şehir hayatından ve şehrin kurallarından kaçıp kurtulma isteği, çiçek çocuklarını yarattı.
İstanbul’da 1970'lerin başına kadar özellikle yaz aylarının en çok konuşulan konularından olan hippiler 1967'de Sultanahmet'i mesken tutmaya başladılar. Bazı gazeteler o dönemde hippiler için "Banyo yüzü görmeyen, esrarkeş ve serbest sevişme yanlısı" diye yazıyorlardı...
Ayrıntılı bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Hippi
http://milli-tarih.blogspot.com/2009/08/hippiler-istanbulda.html
TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ - TİP
Mehmet Ali Aybar - Behice Boran - Çetin Altan...
13 Şubat 1961'de, 1961 Anayasasının getirdiği demokratik ortamda kurulan TİP, 1960'ların siyasetinde en önemli renklerden biri oldu. TİP, meclise girmeyi başaran Türkiye'nin ilk sosyalist partisi oldu: 1965 seçimlerinde, 54 ilde,  %3 oy alarak TBMM'ye 15 milletvekili göndermeyi başardı.
1968’de Sovyetler Birliği'nin Çekoslovakya’yı işgali partiyi ikiye böldü. Aybar işgali destekleyen Behice Boran ve arkadaşlarına tepki gösterdi ve 1969'da genel başkanlıktan istifa etti. 1969 seçimlerinde de %3 oy almasına rağmen, TİP'in önünün kesilmesi için seçim kanununun değişmiş olması nedeniyle ancak 2 milletvekilliği (Mehmet Ali Aybar ve Rıza Kuas) kazanabildi.
Bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye_%C4%B0%C5%9F%C3%A7i_Partisi
JOHN F. KENNEDY
1960'ların, varlığı ve politikasıyla tüm dünyayı etkileyen lideri Amerika Birleşik Devletleri'nin 35. başkanı Kennedy oldu. 1960'ta 43 yaşında ABD tarihinin en genç başkanı ünvanıyla koltuğa oturdu. 22 Kasım 1963 cuma günü, yerel saat ile 12.30'da eşiyle birlikte açık bir araba içinde Dallas'ta bir konvoyun arasında ilerlerken ateş açıldı. Ensesinden ve başından iki kurşun alan Kennedy, hastaneye götürülürken yolda öldü. Karısı Jacqueline Bouvier Kennedy Onassis ile katili Oswald da, tüm 1960'lar boyunca hakkında çok konuşulan insanlar arasındaydı...
MARTİN LUTHER KİNG: BİR HAYALİM VAR
1960'lar Amerika'da siyahların 'özgürlük' ve 'eşitlik' mücadelelerinin pik yaptığı yıllar oldu. Bu mücadelenin en önemli aktörlerinden biri de Dr. Martin Luther King idi. King, belki de en çok 1963 yılında "İş ve Özgürlük İçin Washington'a Yürüyüş" sırasında Lincoln Anıtı önünde yaptığı "Bir Hayalim Var" konuşmasıyla ünlüdür.
Bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Martin_Luther_King
BEATLES
1960'lar, tüm dünyada Beatles yılları olarak bilinir. Bu 4 kişilik 'oğlan çocukları grubu', İngiltere'den yola çıkıp, tüm dünyayı 'sallayan' bir salgına dönüşmeyi başardı. I Want to Hold Your Hand, Let It Be, Yellow Submarine, A Hard Day's Night... Birbirinden unutulmaz 10'larca Beatles şarkısını, gençliklerini 1960'larda yaşamış olanlar ardarda sayabilir.
Bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/The_Beatles
ELVİS PRESLEY
Asıl olarak 1950'lerin sonunda başlayan Elvis efsanesi, 1960'larda da 'güçlü etkisini' sürdürdü.
Bakınız: http://tr.wikipedia.org/wiki/Elvis_Presley
MİNİ ETEK
1960’lardaki tüm politik ve kültürel değişimlerin tam ortasında, dönemin en kalıcı ve tartışmalı ikonu gün ışığına çıktı: Mini etek. 1960’lardan önce, genç kadınların anneleri gibi giyinmesi beklenirdi. 1960’larla birlikte, genç kesim kendi bireysel fikirlerini, görüşlerini ifade etmek için ayaklanmaya başladı. Mini etekler bu ayaklanmanın bir ürünüdür.
Mini eteğin tarihi için: http://kadin.milliyet.com.tr/mini-etek-ve-kadinlik-tarihine-katkisi/moda-stil/haberdetay/27.07.2010/1208567/default.htm?PAGE=2
http://www.fashion-era.com/the_1960s_mini.htm
http://www.mookychick.co.uk/style/history-of-the-miniskirt.php
VİETNAM SAVAŞI
Amerika'nin 1963'te dahil olduğu Vietnam Savaşı, tüm 60'lar süresince gündemin en önemli konularından biri oldu. Amerika'nın Vietnam 'belasından' kurtulması ise, 1970'lerin ortasını buldu. Savaşa gidenler, savaştan sakat olarak dönenler, Amerika'nın bu savaşa katılmasını protesto edenler; Vietnam, dönemin en önemli 'protesto' konularından biri olmayı başardı.
Bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Vietnam_Sava%C5%9F%C4%B1

GAGARİN - ARMSTRONG - UZAY YARIŞI VE AY'DA İLK İNSAN

12 Nisan 1961 tarihinde Gagarin uzaya çıkan ilk insan oldu. Ruslar, uzay yarışında Amerika'nın önüne geçtiler. Ancak bunu hazmedemeyen Amerika, en büyük bilimsel sıçramalardan birini gerçekleştirdi: Ay'a ilk ayak basan insan, Neil Armstrong, bir Amerikalıydı. (Yıl 1969) Uzaya yönelik bu yarış tüm 1960'ların en heyecanlı yarışlarından biri oldu.
Bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Yuri_Gagarin
http://tr.wikipedia.org/wiki/Neil_Armstrong

ANADOL
1961'de sadece 2 tane üretilen Devrim'den sonra, Türkiye'de piyasada satılan ilk Türk otomobili Anadol oldu. Türkiye'de bir yassı çelik endüstrisi olmadığı için, kompozit malzemeden üretilen Anadol, 1966 yılında piyasaya çıktı. Bütün modellerinde kaportası cam elyafı ve polyesterden yapılan Anadol’da motor olarak da Ford motorları kullanıldı. Anadol adı, açılan bir isim yarışması sonucunda finale kalan; Anadolu, Anadol ve Koç arasından seçilmişti.
ELLER AYA BİZ YAYA
1960'ların sonunda üretilen bu deyim, Türklerin kendi 'beceriksizliklerini' ifade etmek için en sık kullandıkları deyimlerden biri haline geldi.

TÜRKİYE BİR BAŞBAKANINI ASTI
Türkiye 1960'lara bir askeri darbeyle başladı (27 Mayıs) ve bir askeri mutıra (12 Mart 1971) ile sonlandırdı. Bu ülkeyi 10 yıl kadar yönetmiş bir başbakan, hayatını 17 Eylül 1961'de, 62 yaşında, Yassıada'da kurulan bir darağacında bıraktı.
Bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Yass%C4%B1ada_Yarg%C4%B1lamalar%C4%B1
http://tr.wikipedia.org/wiki/Adnan_Menderes

GENÇ SÜLEYMAN DEMİREL
Bir askeri darbeyle 1960'lara başlayan Türkiye, Menderes çizgisini devam ettiren çok genç bir siyaset figürüyle tanıştı: Süleyman Demirel. Siyasal yaşamına 1962 yılında, Adalet Partisi (AP) Genel İdare Kurulu üyeliği ile başlayan Demirel, 20 Mayıs 1963 ayaklanması sırasında "Şapkamı alıp giderim" diyerek partideki görevinden istifa etti ve Amerikan Morrison firmasının Türkiye temsilcisi olarak, parti başkanı Emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala vefat edene kadar müteahhitlik yaptı.
10 Ekim 1965'te yapılan genel seçimlerde başında bulunduğu AP, yüzde 52 oy alarak tek başına iktidar oldu. Bu seçimlerde Isparta Milletvekili olarak parlamentoya girdi ve Türkiye'nin 12. başbakanı olarak hükûmeti kurdu. 4 yıl süren 1. Demirel Hükümeti'nde ülke '68 öğrenci olaylarıyla sarsıldı.
Bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/S%C3%BCleyman_Demirel

SADRİ ALIŞIK
1970'lerde yoksulların aktörü 'dramların oyuncusu' Yılmaz Güney ise, 1960'ların 'geniş kitlelerce en çok sevilen aktörü' Sadri Alışık'tı. Özellikle 1963'te gösterime giren TURİST ÖMER, Sadri Alışık'ı kitlelerin gönlünde başka bir yere taşıdı. Alışık, birçok bölümü olan Turist Ömer ve Ofsayt Osman serileri ile sinema kariyerinde zirveye ulaştı.
Ayrıntılar için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Sadri_Al%C4%B1%C5%9F%C4%B1k

60'LARIN EN YAKIŞIKLISI: AYHAN IŞIK
1960'larda Türkler için yakışıklılığın simge ismi Ayhan Işık oldu. Özellikle Küçük Hanım seri filmleri halk tarafından oldukça beğenildi. Belgin Doruk ise, bu yakışıklı adama en çok yakıştırılan 'kadın tipi'ydi.


5 YILLIK KALKINMA PLANLARI
5'er yılda bir hazırlanan KALKINMA PLANLARI, Türkye'nin gündemine 1960'larda girmiştir: 1. Beş Yıllık Kalkınma Planı'nın tarihi 1963'tür...
Bilgi için: http://ekulup.marmara.edu.tr/makaleler-bilimsel-Tezler-akademik-yazilar-f145/5-yillik-kalkinma-planlari-t2482.html

KAMYONLAR
1960'larda, kamyonlar taşımacılığın kralı haline geldi. 1950'lerde Demokrat Parti iktidarı ile başlayan 'karayollarını geliştirme süreci', 1960'larda kamyonlaşmayla kendini gösterdi.
Mesela:
MAN’ın Türkiye’deki ilkleri
1966     Almanya dışındaki ilk üretim için İstanbul’da fabrika kuruldu.
1967     İstanbul’da ilk MAN kamyon banttan çıktı.

Ve 1960'ların kısa bir özeti...

The Rolling Stones
Bob Dylan
Simon and Garfukel
The Doors
Led Zeppelin
Pink Floyd
Tülay Germen ‘Burçak Tarlası’
Berkant ‘Samanyolu’
Dario Moreno  ‘Deniz ve Mehtap’
Behiye Aksoy
Gönül Yazar
Che Guavera
http://tr.wikipedia.org/wiki/Ernesto_Che_Guevara
Maoculuk
De Gaulle
Malkolm x
Kızıl Danny
Kruşçev
Nixon
Ku Klux Klan
Jean Paul Belmando
Elizabeth Taylor
Steve McQueen
Federico Fellini
Dean Martin
Frank Sinatra
Twiggy

Demokrat Parti'den Marilyn Monroe'ya

1950’lerin ilk günü, bir pazar günüydü. Yılbaşı gecesi, dünyanın büyük bir bölümünde nisbî bir iyimserlikle kutlanmıştı. Çünkü işler yeniden, iyiye doğru gitmeye başlamıştı.
İkinci Dünya Savaşı gibi, 50 milyon insanı öldüren bir felaketin arkasından birçok ülke, beş yıllık bir barış süreci yaşamıştı.
Gerçi şu da vardı: Beş yıl içinde, o ülkelerin büyük bir kısmında yokluk vardı, evsizlik, barksızlık vardı, parasızlık vardı, açlık vardı. Ama o durum, ekonomik ve sosyal açıdan, aşama aşama düzelmeye başlamıştı.
Gerçi o beş yıl içinde dünya yeniden iki karşıt kampa ayrılmıştı. Batı’da ABD’nin liderliğinde Batı Bloku, Doğuda Rusya’nın (o zamanki yapısıyla Sovyetler Birliği’nin) liderliğinde Doğu Bloku oluşmuştu.
Avrupa, iki blok arasında fiilen, ikiye bölünmüştü.  “Eski kıt’a”nın ortasından aşağıya doğru bir çizgi çekilmişti. İngiltere’nin savaştaki Başbakanı Winston Churchil’in deyimiyle, orada bir ‘demir perde’ oluşmuştu.
O ‘perde’ Almanya’yı ikiye bölmüştü. Biri –Batı’daki- ‘Federal Almanya Cumhuriyeti’, öteki –Doğu’daki- ‘Alman Demokratik Cumhuriyeti’ olmak üzere, iki Almanya kurulmuştu.
Demir Perde’nin doğusunda kalan Sovyetler Birliği’nin kontrolü altında, komünistleşmiş ülkeler şunlardı:
Almanya Demokratik Cumhuriyeti, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan... Bugünkü Letonya, Litvanya, Estonya, Belarus, Moldovya, Ukrayna, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Tacikistan, zaten Sovyetler Birliği’ne bağlı federe devletlerdi.
ABD’nin liderliğindeki Batı Bloku’nda ise, ‘komünist ama, tarafsız’ şu ülkeler vardı: İngiltere, Fransa, Portekiz, İtalya, İzlanda, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Danimarka, Norveç, Federal Almanya... Avrupa’nın diğer ülkelerinin adı ‘tarafsız’dı. Ama onlar da ikiye ayrılabilirdi: İsviçre, İsveç, Avusturya, Finlandiya gibi ülkelere, ‘Batı’ya yakın, tarafsız’ denilebilirdi. Yugoslavya, Arnavutluk gibi ülkeler ise komünist rejimlerle yönetiliyordu. İdeolojik açıdan “Doğu’ya yakın tarafsız” diye anılabilirlerdi.

NATO ve Varşova Paktı

1949’da Batı Avrupa’daki ülkelerden bir kısmı, Federal Almanya hariç, ABD ve Kanada’nın önderliğindeki NATO paktını kurmuştu.
NATO, üyesi olan ülkeleri, Sovyetler Birliği’nden ve yandaşlarından gelen ‘komünizm yayılmacılığı’ tehlikesinden koruyacaktı.
1950’li yıllarda, NATO gelişti. 1952’de Türkiye ve Yunanistan’ı, 1955’te de Federal Almanya’yı üyeleri arasına kattı.
Sovyetler Birliği de buna, 1955’te Varşova Paktı’nı kurarak karşılık verdi. Liderliği altındaki paktın diğer üyeleri, zaten savaş sonrasında Alman işgalinden ‘kurtardığı’ ülkelerdi: Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan ve Demokratik Alman Cumhuriyeti.

Değişen liderler

1950’li yıllarda Soğuk Savaş’ın iki blokunun liderleri değişti. ABD’de -1952’de- Başkan Truman’ın yerine General Eisenhower seçildi. Sovyetler Birliği’nde de Stalin’in -1953’teki- ölümünden sonra, önce bir üçlü yönetim dönemine geçildi. Sonra Kruşçev’in liderlik dönemi başladı.
Dünyada zaman zaman bu değişikliklerin bloklar arası gerginliğin, azalacağı umutları ortaya çıktı. Fakat bunlar gerçekleşmedi. Taraflar arasındaki silahlanma yarışı bitmedi. Hatta sonra, teknolojinin gelişmesiyle daha da arttı.

Soğuk Savaş ve ekonomi

Evet, bu bloklaşma, iki taraf arasında ‘Soğuk Savaş’ adı verilen karşılıklı silahlanma ve savaşa hazır olma yarışını tırmandırıyordu. Ama bu, ekonomideki iyileşmeyi fazla engellemiyordu. Hatta, özellikle Batı ülkelerinde, bu yarışın ekonomiyi tetikleyen, işsizliği azaltan etkileri de vardı.
Batı ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı’nın ister İngiltere gibi galibi olsunlar, ister Almanya gibi mağlubu, ABD’nin organize ettiği Marshall yardımından da faydalanıyorlardı. İkili ilişkilerin sonucunda, gene ABD’den aldıkları -savunmayla ilgili- katkılardan da.
Bu açıdan, dünyanın birçok bölgesindeki insanlar, 1950’lerin başlarında, geleceğe daha fazla umutla bakmaya başlamışlardı.
Bazı bölgelerdeki insanlar hariç... Çünkü o bölgelerde savaşlar, çatışmalar vardı... Bunlar bölgesel veya yöresel savaşlar halindeydi. Fakat, ateş düştüğü yeri yakar derler, oralarda silahlar, bombalar patlıyordu. İnsanlar ölüyor, yaralanıyorlar, yerlerinden yurtlarından oluyorlardı.
1948’de İsrail’in kurulmasıyla başlayan Arap-İsrail savaşı sonrasındaki yerel çatışmalar gibi, Hindistan ile Pakistan arasındaki Kaşmir’de, bitip tükenmek bilmeyen çatışmalar gibi...
O zamanlar Çin Hindi diye anılan, bugünkü Vietnam ve Kamboçya’yı kaplayan ve uzun yıllar Fransız yönetimi altında kalan bölgedeki bağımsız savaşlar gibi...

Kore savaşı

O yerel savaşlardan biri, 1950 Haziran’ında Kore’de başladı. Başlangıçta, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan iki Kore devleti arasındaydı. Kuzeydeki Komünist Kuzey Kore, güneydeki ABD müttefiki Kore Cumhuriyeti’ne saldırmıştı. Ama savaş, kısa bir süre sonra yerel olmaktan çıktı. Uluslararası hale geldi. Batı tarafından Amerika ve İngiltere başta olmak üzere, Türkiye dahil, birçok ülkenin Güney Kore’nin yanında katıldığı bir savaş haline geldi. Doğu’dan da Çin Devleti, gönüllü göndermek suretiyle Kuzey Kore’yi destekliyordu.
Bu savaş 1953’e kadar sürdü...
ABD’nin altyapısını hazırladığı Birleşmiş Milletler çağrısına uyarak Kore’de savaşan BM kuvvetlerinin kaybı, 150 bin civarındaydı. Ayrıca 250 bin asker yaralanmıştı. Kuzey Koreliler ile Çinlilerin kaybı ise 1 milyon 800 bin olarak hesaplanıyordu.
Yani, o savaşta ‘ateş’ diğer savaşlardaki gibi, sadece ‘düştüğü yer’i yakmamıştı. Uzak Doğu’dan başlayıp Amerika’ya, Avrupa’ya ve Türkiye’ye kadar birçok ülkedeki birçok aileyi yakmıştı.
Kore’deki 4.500 askerli Türk birliğinin kaybı, 822 askerdi. Yaralı sayısı da 1.214’tü.

Macaristan olayı


1950’li yılların büyük olaylarından biri 1956 Ekim’inde Macaristan’da yaşandı. Doğu Bloku içindeki Macaristan’ın yöneticileri, komünist rejimde reformlar gerçekleştirmek istiyorlardı. Bunun için bazı adımlar atmışlardı.
O adımlar gerek Doğu Bloku’nun diğer ülkelerinde, gerek Batı’da umutlar uyandırdı. Ama sonunda Sovyetler Birliği’nin sert müdahalesiyle karşılaştı. Yöneticiler değişti. Yenileri geldi. Eski yöneticilerle birlikte birçok reformcu idamla cezalandırıldı.

Süveyş harekâtı

Macaristan olayları sırasında dünyayı sarsan bir başka olay, İsrail’in İngiliz ve Fransızlarla anlaşarak, Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı işgal etmek üzere başlattığı harekâttı... Üç ülke birlikte, baskın şeklindeki bir saldırıyla Süveyş’e kısa zamanda ulaştılar. Ama buna ABD’nin tepki göstermesi üzerine harekâtı durdurmak zorunda kaldılar. Bu durum Fransa ve İngiltere’de hükümetleri güç duruma soktu.
Amerika ise, bu müdahalesiyle, dünya ülkelerine ‘Bölgede artık ben de varım’ mesajı verdi.
O günden bugüne, bölgeyle ilgisini sürdürmeye devam ediyor.

Irak ihtilali

Ortadoğu, 1958’de bir ‘ihtilal’le sarsıldı. Irak’taki Kral Faysal, General Kasım’ın liderliğindeki darbeyle öldürüldü. Kral ailesinin diğer fertleri ile Başbakan Nuri Sait de aynı akıbete uğradı. Irak’ta cumhuriyet ilan edildi.
Amerika, olayın başka ülkelerde de etkili olmasını, Ortadoğu’nun diğer krallıklarını tehdit etmesini önlemek için, Lübnan’a asker çıkardı.
Irak ihtilali Türkiye’yi de etkiledi. General Kasım, Türkiye ve Pakistan ile İngiltere’nin üye olduğu Bağdat Paktı’ndan çıktı. Ortadoğu’daki Doğu-Batı dengeleri değişmeye başladı. Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın bölge halkları üzerindeki nüfuzu arttı.
***
Özetle: Dünyanın büyük kısmı, 1950’li yılları ekonomik açıdan rahatlayarak ve gelişerek yaşadı. Uluslararası siyaset alanında ise, savaşlar, iç savaşlar, darbeler birbirini izledi.


TÜRKİYE

1950 yılı, Türkiye için büyük bir değişim yılı oldu.
1946’da, tek partili yönetim dönemini bitirip çok partili demokrasiye geçen ülkede, 27 yıldan beri ilk defa bir iktidar değişikliği gerçekleşti. 14 Mayıs Pazar günü yapılan seçimlerde İsmet İnönü’nün liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidarı sona erdi. Celal Bayar’ın liderliğindeki Demokrat Parti, iktidar partisi oldu.
Bayar, cumhurbaşkanlığını üstlendi, başbakanlığa Adnan Menderes’i getirdi.
Başlangıçta işler iyi gitti. Ekonomide, liberalleşmenin ve eskisine göre daha serbest bir ithalat rejiminin etkisiyle, bir canlanma başladı.
Bunu, Kore Savaşı’na katılmamızın sonucunda NATO’ya girişimiz izledi. NATO’nun başta yol yapımı projeleri olmak üzere altyapı yatırımları için tahsis ettiği olanaklardan faydalanıldı. Devletin öncülüğünde şeker ve çimento fabrikaları inşaatı, baraj yapımı gibi projeler gerçekleştirildi.
Fakat 1953-1954 yıllarından itibaren ortaya çıkan ‘cari açık’ problemleri, bu gidişi zorlaştırdı.
Siyaset alanında da gerginlikler arttı. 1950-1951 yıllarında, muhalefetteyken yaptığı demokratikleşme vaatlerini yerine getireceği izlenimini veren Demokrat Parti, 1950’de Meclis’e sunduğu –eskisine göre- daha liberal bir Basın Kanunu’nu çıkardıktan kısa bir süre sonra o tavrını değiştirdi.
Kendi yaptığı o kanun da dahil, basına ve muhalefet partilerine karşı, ağır yaptırımlar içeren kanunlar çıkarmaya başladı.

Baskı kanunları

Bunlardan biri, 1953’te CHP’nin tüm mal varlığını elinden alıp, Hazine’ye intikal ettiren kanundu. CHP, bunun sonucu olarak, binasız, araçsız, parasız bir parti haline gelmişti. Yeniden toparlanma imkanını bulmadan girdiği 1954 seçiminden de yeni bir yenilgiyle çıktı.
İktidar partisi DP ise, oylarını ve Meclis’e giren milletvekili sayısını, daha da artırmıştı. Meclis’teki 541 milletvekilliğinin 502’si artık Demokrat Partili’ydi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin milletvekili sayısı ise 33’e inmişti.
(Aslında CHP’nin aldığı oy oranı da az değildi. DP oyları yüzde 57 oranına çıkmıştı ama, CHP’nin oy oranı da yüzde 35’ti. Ama seçim sistemi birinci sıradaki partinin milletvekili sayısını, oy oranının çok üstüne çıkarıyordu.)
Demokrat Parti iktidarı, kendi özgüvenini büsbütün güçlendirmesi gereken bu sonuca rağmen, muhalefete ve basına yeni sınırlamalar getiren kanun değişiklikleri yapmaya yöneldi.
Basın Kanunu, yüksek yargıçları da ilgilendiren Emeklilik Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu o yönde değiştirildi.
Çok sayıda gazeteci hapse girdi. Yargıtay Başkanı dahil, yüksek yargıçlar Adalet Bakanı’nın kararıyla görevinden ayrıldı. Millet Partisi, Sulh Mahkemesi kararıyla kapatıldı. Millet Partisi’nin yerine kurulan Cumhuriyetçi Millet Partisi’nin (CMP) Kırşehir seçimini kazanması üzerine, Kırşehir ili ilçe haline getirilerek cezalandırıldı. Partinin lider ismi Osman Bölükbaşı, dokunulmazlığı kaldırılarak hapsedildi.
Bu siyasi gerginlik havasını körükleyen bir başka etken, ekonomik açıdan çekilen sıkıntılardı. 1955’ten başlayarak, yurtta kamyon lastiğinden traktör yedek parçasına, nal mıhından kahveye kadar birçok ithal malı bulunamaz olmuştu. Cari açık giderek büyümüş, Türkiye büyük bir döviz sıkıntısı içinde kalmıştı.

1957 seçimi


1957 genel seçimine bu koşullar altında gidildi. Üç muhalefet partisi (CHP, CMP ve Hürriyet Partisi) seçime işbirliği yaparak girmek üzereydiler. İktidar, çıkardığı bir kanunla, seçimlerde partiler arası işbirliğini yasakladı.
Seçim, olaylı geçti. Mersin’de ve Gaziantep’te halk grupları seçim sonuçlarına itiraz etti. Birçok kişi gözaltına alındı. CHP’nin milletvekili adayları tutuklandı.
Seçim sonuçlarına göre, Demokrat Parti, büyük oy kaybına uğramıştı. Partinin 1954’te yüzde 57.3 olan oyları yüzde 47.7’ye inmişti. Muhalefet partilerinin oyları toplam olarak daha fazlaydı. Ama onlar seçime birlikte giremeyecekleri için, seçim sisteminin de etkisiyle, iktidar partisi Meclis’te gene de, aldığı oy oranının çok üstünde bir sayıyla temsil edilecekti.
Meclis’teki milletvekili sayıları şöyleydi:
Demokrat Parti: (Oy: yüzde 47.7) 417
CHP : (Oy: yüzde 40.8) 173
CMP : (Oy: yüzde 7.1) 4
Hür. P. : (Oy: yüzde 3.8) 4

1957 seçiminden sonra partiler arası gerginlik tırmandıkça tırmandı. 1958’de yapılan devalüasyon, hayat pahalılığının artmasına, dar gelirli kesimlerin sıkıntılarının büyümesine yol açtı.
1959’dan itibaren muhalefet partilerinin yurtiçi gezilerine müdahaleler arttı. Demokrat Parti, ‘Vatan Cephesi’ adı altında, üyelerini artırmak üzere yeni bir hareket oluşturdu. Ama muhalefet lideri İnönü’ye saldırılar yapıldı.
Ve 1960 yılına, siyasi açıdan büyük bir karamsarlık içinde girildi.

Sinema ve müzik

1950’lerde dünyanın öteki ülkelerindeki ve Türkiye’deki ekonomik ve siyasi koşullar nasıl olursa olsun, hayatın renkli tarafları, hiçbir yerde eksik değildi. Özellikle de sinema ve müzik alanında...
1950’lerin Batı dünyasında sinemanın rolü büyüktü. Gerçi 1950’deki itibaren Amerika’da başlayıp yaygınlaşan düzenli televizyon yayınları, 1955’ten itibaren Avrupa ülkelerinde de başlamış ve gelişme yoluna girmişti. (Türkiye’deki düzenli deneme yayınları 1968’de -Ankara’da- başlayacaktı. Türkiye’ye yayılması 1970’li yıllarda olacaktı.)
Ancak, film seyretmenin asıl yeri, hâlâ sinemalardı.
Dönemin ünlü sinema oyuncuları arasında birinci sırada Marilyn Monroe vardı. Diğer kadın yıldızlar arasında Ava Gardner, Audrey Hepburn ön sıralardaydı. Erkek yıldızlardan ise Marlon Brando ve Frank Sinatra’nın adları ‘in’di.
Ses sanatçılarına gelince, Amerika’da adı kısa zamanda popülerleşen Elvis Presley, dünyanın her yerinde büyük ün kazanmıştı. Tabii, onunla birlikte de ‘Rock and Roll’... Türkiye’deki müzik alanındaki sanatçıların ise en ünlüleri, ‘üç büyükler’ diye anılan Müzeyyen Senar, Safiye Ayla ve Hamiyet Yüceses’ti...

28 Aralık 2010 Salı

Ulucanlar cezaevi müzeye dönüştürüldü

Ulucanlar cezaevi müzeye dönüştürüldü

81 yılda aralarında İskilipli Atıf Hoca, Deniz Gezmiş, Necdet Adalı, Hüseyin İnan ve Mehmet Pehlivanoğlu'nun da bulunduğu 19 kişinin idam edildiği Ulucanlar Cezaevi '3 boyutlu' müzeye dönüştürüldü.

ANKARA - Ulucanlar Cezaevi, 81 yıllık faaliyet süresi içinde İskilipli Atıf Hoca, Deniz Gezmiş, Necdet Adalı, Hüseyin İnan ve Mehmet Pehlivanoğlu'nun da bulunduğu 19 kişinin idam edilmesiyle, işkencelerle hafızalardaki yerini aldı.
Altındağ Belediyesi, çoğu kişinin hatırlamak dahi istemediği bu mekanı, aslına uygun olarak dizayn ederek “hoparlörlerinden çığlık seslerinin” duyulduğu, koğuşlarda balmumundan mahkumların bulunduğu, o günlere yaşamak isteyenlere bir süre için de olsa “mahkumluğu yaşatacak” tecrit odalarının yer aldığı müzeye dönüştürdü.

Aslına uygun şekilde düzenlenen cezaevi koğuşlarına ve tecrit odalarına balmumundan yapılan 22 mahkum heykeli yerleştirilirken, müzenin koridorlardaki hoparlörlerinden tecrit odalarındaki işkenceleri yansıtan çığlık sesleri yankılanıyor. Cezaevi avlusundaki mahkumların dilek ağacının dallarına ise bir dönem Ulucanlar'da tutuklu kalan Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet Ran, Muhsin Yazıcıoğlu, Osman Bölükbaşı, Osman Yüksel Sedengeçti, Bülent Ecevit, Fakir Baykurt, Hüseyin Cahit Yalçın, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Ali Bülent Orkan, Mustafa Pehlivanoğlu, Fikri Arıkan, Cevat Şakir Kabağaçlı, Yılmaz Güney, Necdet Adalı, Erdal Eren'e kadar bir çok ismin fotoğrafları asıldı.

Ziyaret edenleri özellikle idamların, işkencelerin yaşandığı dönemlere götüren türkülerin yankılandığı müzede, Muhsin Yazıcıoğlu'nun seccadesi ve süveteri, Hüseyin İnan'ın idamdan sonra üzerinden çıkarılan fanilası, Deniz Gezmiş'in sigarası, ders notları gibi kişisel eşyaları da sergileniyor.

Ankara'nın Altındağ ilçesinin Ulucanlar semtinde bulunan, “Cebeci Tevkifhanesi, Cebeci Umumi Hapishanesi, Cebeci Sivil Cezaevi, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi ve son olarak Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevi” olarak adlandırılan cezaevi, kurulduğu 1925 yılından kapatıldığı 2006'ya kadar Türk demokrasi tarihine ve pek çok önemli döneme şahit oldu.

81 yıllık süreçte gazetecilerin, yazarların, politikacıların, aydınların yaşamlarına, hikayelerine, idamlarına, isyanlar ve isyanların bastırıldığı operasyonlara tanıklık eden Ulucanlar, Altındağ Belediyesi tarafından meşakkatli bir sürecin ardından”Ulucanlar Cezaevi Müzesi Kültür ve Sanat Merkezi” yapıldı.
Eski başbakanlardan Bülent Ecevit'ten Osman Bölükbaşı'na, Nazım Hikmet'ten Necip Fazıl'a, Deniz Gezmiş'ten Muhsin Yazıcıoğlu'na pek çok ismin yolunun geçtiği, Türkiye'nin çalkantılı dönemlerine şahit olan Ulucanlar, ziyaretçilerini tarihi bir yolculuğuna çıkarıyor.

Cezaevinin kontrol noktasından müzeye giren ziyaretçiler, Adnan Menderes Bulvarı'ndan geçerek mahkumların manzarasından dolayı “Hilton koğuşu” adını verdikleri, 9. ve 10. koğuşlara geliyor. Ranzalar ve biyografilerin yer aldığı Bülent Ecevit ve Osman Bölükbaşı'nın kaldığı bu koğuştan çıkan ziyaretçiler, daha sonra ağır suçluların cezalandırıldıkları tecrit odalarının bulunduğu alana ulaşıyorlar.

MAHKUMLARIN KİŞİSEL EŞYALARI
Özel seslendirme ve ışıklandırmayla; işkenceler ve mahkumların çığlıklarının, gardiyanların bağırma seslerinin yankılandığı, balmumu heykellerin gerçeklerini aratmadığı odaları görme fırsatı bulan ziyaretçiler, ardından yine balmumu heykellerle çay ocağından ağasına kadar tüm unsurlarının yer aldığı 4. koğuşa geliyor.

Ardından 5. koğuşa gelen ziyaretçiler, Ulucanlar'da kalan tanınmış isimlerin ranzalara asılan biyografilerini görebiliyor. 6. koğuşta ise yine biyografiler ile Yılmaz Güney'in kravatı, Bülent Ecevit'in şapkası ve kravatı, idam edilen Fikri Arıkan'ın elbisesi, Mehmet Pehlivanoğlu'nun kardeşine yazdığı, AK Parti Grup konuşmasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın okuduğu orijinal mektup, ayakkabısı takım elbisesi, Deniz Gezmiş'in kendi el yazısıyla Roma hukuku ders notları, sigarası ve üzerinden çıkan paraları, Yusuf Aslan'ın kaşkolu, Hüseyin İnan'ın idamın ardından üzerinden kesilerek çıkarılan fanilası, Muhsin Yazıcıoğlu'nun namaz takkesi, seccadesi, süveteri gibi kişisel eşyaları yer alıyor.

6. koğuşun duygusal ortamından çıkan ziyaretçiler, mahkumların cezalandırıldıkları zindanlardan geçerek büyük avluya çıkıyorlar. Büyük avluda mahkumların banyo yaptıkları hamamın ardından, Ulucanlar'da kalan kişilerin resimlerinin yer aldığı ağacı görebiliyor.

Ziyaretçiler, İskilipli Atıf Hoca, Necdet Adalı, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mehmet Pehlivanoğlu'nun da aralarında bulunduğu 19 kişinin idam edilerek cezaevinden çıkabildiği “Dar ağacı”nı da görerek müzeden ayrılıyorlar.

DUVARLARDAKİ YAZILAR BİLE DURUYOR

Ulucanlar Cezaevi Müzesi Proje Genel Koordinatörü Deniz Yavuz AA muhabirine yaptığı açıklamada, Ulucanlar Cezaevi'nin 2006 yılında tahliye edilerek Altındağ Belediyesi'ne devredildiğini, ardından da müze restorasyon ve içerik araştırma çalışmalarının başladığını söyledi.

Cezaevinin arşivinin 2 kez yangın geçirmesi nedeniyle ellerinde kesin bir kayıt olmadığını anlatan Yavuz, uzun ve titizlikle yürütülen çalışmaların ardından mahkumların ve idam edilen isimlerin aileleriyle görüştüğünü belirterek, şunları kaydetti:

“Müzemiz açılış için gün sayıyor. Süreç uzun ve yorucuydu. Mahkumlarla, aileleriyle görüştük. Onları ikna ettik. Başta bize itimat etmiyorlardı. 'Eski defterleri açmayın, kapatın' diyorlardı. Aileler eşyaları bize güvenerek müzemize bağışladılar. Çok ciddi bir projeydi. Ankara için çok iyi bir kazanım oldu Ulucanlar Cezaevi Müzesi. Ulucanlar'da kalmış mahkumların yazdıkları kitaplar ve Türkiye'nin geçirdiği siyasi dönemleri anlatan kitaplar ve mahkeme tutanaklarının bulunduğu kütüphanesi, film platoları, açık hava fotoğraf sergileri, balmumu heykellerin sergilendiği koğuş ve tecritler, mahkum özel eşyalarının sergilendiği koğuş, avlularında duyulan seçilmiş cezaevi türkü ve şiir sistemi, hamamı, ziyaretçi görüş mahalli, tecritlerde yankılanan mahkum-gardiyan konuşmaları ses ve efekt sistemleri, hatıra ürünleri satış bölümü, orijinal darağacı ve orijinal yağlı urgan, mahkumların yazdıkları orijinal duvar yazıları, yağlı boya tabloları özenle muhafaza ediliyor.”

Yavuz, müzedeki eşyaların tamamının orijinal olduğuna dikkati çekerek, şöyle devam etti:

“Ranzalar burada kullanılmış, posterler, radyolar var. Tamamı orijinal. Hiçbir şekilde dışarıdan girme yeni bir eşya yok. Duvarlardaki yazılar bile duruyor. Bunların Hepsi uzun süre bir çalışmanın ardından ortaya çıktı. Cezaevinin önemli unsurlarından biri fareleri. Müzemizde farelere de yer verdik. Çok anlamlı çok duygulandırıcı bir müze. Müzede özel olarak seçtiğimiz müzikler ziyaretçilere eşlik ediyor. Burayı gezenler çok duygulu anlan yaşayacaklarına inanıyoruz. Aileler bize güvendiler. Hiç kimsenin üzerini çizmedik bu projede, es geçmedik, atlamadık. 1925'ten kapandığı güne kadar düşünceleri, yaptıkları ve söyledikleri için hüküm giymiş, idam edilmiş ne kadar insan varsa hepsine yer verdik. Biz objektif davrandık. Başkanımız Veysel Tiryaki de çalışmaları yakinen takip etti. Çok hassas davrandı bu konuda çok özverisi vardır. Sonuçta güzel bir çalışma ortaya çıktı.”

ÖZEL TECRİT ODASI
Müzede vatandaşlardan gelen istek üzerine özel bir bölüm oluşturduklarını vurgulayan Yavuz, “Tecritlerin üst bölümünde, gelen talep üzerine, tamamen cezaevi koşullarını daha iyi algılayabilmeleri adına bir tecrit odası oluşturduk. Burada ortamı görmek isteyen kişiler, cüzi bir ücret ödeyerek 15 dakika veya 1 saat kalacak. Üzerlerindeki saat, telefonları alınacak. Cezaevi ortamını yaşayacaklar. Kelepçelenecekler, gardiyan eşliğinde hücreye konulacaklar. Süreleri dolmadan çıkarılmayacaklar. Tutsaklıkla özgürlük arasındaki farkı anlayacaklar. Bunu tamamen vatandaşlardan gelen talep üzerine oluşturduk” diye konuştu.

Yavuz, Ulucanlar için “Tevkıfhane'den Müzeye Ulucanlar” ismiyle bir kitap ile 1925-2006 yılları arasını kapsayan bir belgesel hazırladıklarını kaydetti. (aa)

27 Aralık 2010 Pazartesi

Siyasetçilerimizin üzerinde en hızlı şekilde (hatta belki mucizevi bir hızla) birleşebildikleri zemin, ‘Türk milliyetçiliği’dir. Birçok siyasetçinin son dönemde yeniden Kürtlerin anadil talepleri karşısında, “Nereden çıktı bu, bırakın provokasyonu” gibi bir ‘algı’ya yönelmelerini bu açıdan değerlendirebiliriz.
Örneğin kurultayda ‘Kürt’ sözcüğünü ağzına alamayan Kılıçdaroğlu’nun, konu Kürtçe talebine gelince ‘görmezden gelme’ tutumunu terk ederek bilinen devletçi reflekse ve ‘Kürtlerin kimlik tartışması’na, “İki dil böler” diyerek katıldığını gördük. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik’in açıklaması da çok farklı değil: “Son özerklik tartışmalarını, resmi dilin iki dilli olması tartışmalarını, gerçek demokratikleşme sürecine, gerçek açık toplum arayışlarına suikast teşebbüsü olarak görüyorum.”
Bahçeli’nin de aynı doğrultuda konuştuğunu belirtmeye gerek bile yok.
Siz Kürt olsanız
Tanıdığım birçok Kürt aydını, ilkokula başlarken tek kelime Türkçe bilmediklerini anlattı. Türkçe onlara göre ‘yabancı’ dildi. Evde konuştukları dilin eğitimde, resmi hayatta hiç anlamı olmadığını ilkokulda keşfettiler. Dil problemi, kendilerini dışlanmış hissetmelerine, değişik travmalarla baş etmek zorunda kalmalarına yol açtı. Özellikle Kürt kadınlarının önemli kısmının okula gitmedikleri ve askerlik yapmadıkları için Türkçeyi hiç öğrenemediklerini ve izole bir hayata mahkûm olduklarını biliyoruz.
Dil/anadil/resmi dil gibi konuların dünyanın birçok yerinde politik tartışmalara konu olduklarını ve politik değişimlerden etkilendiklerini görüyoruz. Ama anadil talebinin, toplumsal-siyasi boyutun ötesinde, kişinin kendini en iyi şekilde ifade edebilme ihtiyacından doğan bireysel ve yaşamsal bir talep olduğunu görebilmekte yarar var. Türkiye’nin işgal edilip Türkçenin yasaklandığını ve sonraki kuşakların Türkçe öğrenmelerini engelleyecek uygulamaların devreye sokulduğunu hayal edin. Böyle bir durum, ‘topluma darbe’ olmanın ötesinde, insani varoluşunuza ve yaşamınıza bir duvar oluşturmaz mıydı?
Bir insanın anadilini engellemek o insanın psikolojisine zarar vermenin en uç yollarından biri değil mi?
Genelkurmay’la tartışma
Yıllar önceydi Genelkurmay Başkanlığı benim de içinde bulunduğum bir grup gazeteciyi PKK ile çatışma alanlarına götürmüştü. Çoğunluğu muhalif gazetecilerden oluşan gruba, ‘terörle mücadele’de ne kadar haklı olduklarını göstermek istiyorlardı.
Bir gece kaldığımız çadırların önünde sohbete dalmıştık. O bölgede görev yapan bir binbaşı yanımıza geldi ve bana bir konuyu danışmak istediğini söyledi. Ege Üniversitesi’nde doktora yaptığını ve konusunun ‘Kürt’lere ilişkin olduğunu söyledi. Benim çözüm önerimi merak ettiğini ifade etti.
Ben de Kürtlere siyasi özgürlük tanınmasının çözümün canalıcı noktasını oluşturduğunu belirttim ve Kürtlere dağ seçeneği yerine kent seçeneğinin sunulmasının kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu dile getirdim. Sohbet sürerken bizi dinlediği anlaşılan dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak müdahale etti: “Oral Bey siz ne diyorsunuz? Bunu Türkiye kaldıramaz, bölünmeye gider” dedi.
Ben de kendisine özetle şöyle karşılık vermiştim: “Bugün siyasi özgürlüğe karşı çıkıyorsunuz. Ama özgürlükler gerçekleşecek. Ben iktidarı elimde bulundursaydım, ilk iş olarak Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümü kurardım. Bir gün bunlar çok doğal olgular olarak kabul görecek ama o zaman bunlar da yeterli olmayacak.” Özkasnak yüzüme garip garip bakmıştı.
Gerçekten de ‘Kürt Dili ve Edebiyatı’ artık son derece normal olarak algılanan bir kavram. Kürtçenin eğitimin ve toplumsal yaşamın doğal bir parçası sayılacağı günler de uzakta değil. Peki bu ‘yolculuk’un kesintisiz şekilde ilerleyebilmesi için binlerce insanın daha ölmesi mi gerekiyor? Böyle bir akıldışı denklemin içine sıkışmak zorunda mıyız?
Siyasi partilerin seçim öncesi milliyetçilik kulvarında girdikleri yarıştan ülkemiz adına ne gibi bir ‘performans’ doğacağını hep birlikte göreceğiz.

Erdoğan, BDP üzerinden MHP'yi vurmak istiyor

Aslında ilk işaret fişeğini çakan yine Ömer Çelik oldu. Çelik, 23 Aralık’ta yani geçen perşembe günü ‘iki dil’ ve ‘özerklik’ tartışmaları, Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin’in sertçe müdahalesiyle yatışmaya yüz tuttuğu sırada, bu tartışmaların ‘Demokrasiye suikast girişimi’ olduğunu söyleyen bir açıklama yaptı.
AK Parti Dışilişkiler Başkanı Çelik’in Kürt meselesi dahil güvenliğe ilişkin bazı konularda Başbakan’ın bilgisi dışında ağzını açmama kuralı burada da işliyordu. Aynı gün Başbakan Tayyip Erdoğan daha önceden duyurulmamış bir güvenlik toplantısında kritik bakanlarıyla Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner ve artık istihbarat patronundan biraz daha fazlası konumundaki MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı bir araya getirdi.
Çelik ve çok sayıda olmayan bir AK Parti kurmay heyeti cuma gününden Başbakan’ın pazar günü bütçe kapanışında yapacağı konuşmanın taslağını hazırlamaya başladı. Ekip, cumartesi Başbakan başkanlığında toplandı. Dar ekipte yer alan İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın Gaziantep’te BDP’yi bölücülükle suçlaması, “Terör biterse MHP biter” demesi ve CHP’ye de aba altında sopa göstermesi boşuna değildi. AB işleri bakanı Egemen Bağış’ın pazar sabahı Kanal 7’de, Erdoğan’ın konuşma metnini önceden gördüğünü ima eder şekilde hem BDP hem de MHP’ye çıkışması da tesadüf değildi.

Öne çıkan iki unsur
Tesadüf olmadığı Başbakan’ın akşamüzeri Meclis’teki konuşmasıyla görüldü. Erdoğan’ın konuşmasında iki unsur öne çıkıyordu:
1- BDP’nin başlattığı iki dilli hayat ve özerklik tartışmalarını “Kimseye bu ülke üzerinde ameliyat yaptırmayız” diyerek kendi açısından bitirdi. Bu konuyu seçimle de ilişkilendirerek, bir anlamda Kürt açılımını en azından seçimlere dek kapattı.
Kilit cümle şuydu: “Terör örgütü ve onun uzantılarının her seçim öncesinde olduğu gibi, yeniden taşeronluk üstlenerek iç politikayı dizayn etme girişimlerini karşılıksız bırakmayız.” Seçim ve misilleme kavramlarının aynı cümle içinde kullanıldığı bu ifade, açıkça söylemeden hedefin BDP olduğu sonucuna varılmasını adeta sağlıyor. Nitekim BDP’li Bengi Yıldız Başbakan’ın bu konuşmayla ‘Kürtlere savaş açtığını’ iddia etti.
2- Kürt açılımının askıya alınmasında BDP’nin karşı tezi olarak kendisini değil, MHP’yi koydu. Buradaki kilit cümle de “Başbakan olarak Kürt sorununu savunuyorum, ama Türkçülüğün karşısındayım” cümlesidir. Burada Türkçülükle kast edilen de, açıkça ifade edilmemekle birlikte anlaşılması istenen de MHP’dir. Bu kritik ifadeyi takip eden cümlede Erdoğan ‘ırkçılıktan’ söz etmektedir. Böylelikle AK Parti, iki ‘ırkçı’ uç, yani bu söyleme göre Kürtçü BDP ve Türkçü MHP arasındaki muhtemel kavgayı önlemek için devlet adına devreye giren hakem ve hâkim güç olmaktadır.

Seçim hesapları
Başbakan Erdoğan’ın 26 Aralık konuşmasıyla bir taşla iki kuş vurmayı amaçladığı söylenebilir.
Birincisi, Türk milliyetçiliği bayrağını MHP’nin elinden kaparak MHP’nin yüzde 10’un altında kalacağı yolundaki varsayımını gerçekleştirmek arzusudur. Erdoğan’ın 2011 seçimlerinde yüzde 50 tutturup kendi tasarladığı anayasayı Kürt oylarına muhtaç olmadan yapma planı önündeki en büyük engellerden birisi MHP’nin yüzde 10’un üzerinde almasıdır; şu anda görünen de budur.
İkincisi, Kürt açılımı adımlarının MHP’nin özellikle Karadeniz, Orta Anadolu ve İç Ege’de AK Parti tabanından oy çekmesi ihtimali karşısında, BDP’nin son çıkışlarını gerekçe göstererek Kürt açılımını askıya almaktır. Bu denklemde anlaşılması güç olan bir unsur var yine de: Cumhurbaşkanı Gül, yarın yapılacak Milli Güvenlik Kurulu toplantısında yeni PKK ve Kürt işlerini görüştükten sonra perşembe günü Diyarbakır’a gidecek.
Başbakan’ın bu çıkışı sonrası Gül, Diyarbakırlılara ne söyleyecek?
İki ihtimal var: Ya Erdoğan ile Gül arasında müthiş bir rol dağılımı var ve Gül, Erdoğan’ın seçime kadar kepenkleri kapatmış görünmesine rağmen bazı müjdeler verecek.
Ya da belki Kürtçe ‘merhaba’ demek gibi gönül alma jestleri dışında, medyanın dahi öne çıkartmakta bu kez zorlanacağı ‘itidal ve sabır’ çağrısında bulunacak.
Kabul etmemiz lazım ki zor bir durum.

Şener: Erdoğan süreci başlattı, yönetemiyor
Başbakan Tayyip Erdoğan ile yıllar boyunca dava arkadaşıydılar. Milli Görüş hareketinden birlikte kopup AK Parti’yi kuran ekibin dar kadrosunda yer aldılar. Abdüllatif Şener AK Parti hükümetlerinde uzunca bir süre ekonominin patronu olarak Başbakan yardımcılığını üstlendi.
Sonra yollar ayrıldı. Şener, Türkiye Partisi’ni kurup kendi siyaset yolunu çizdi. Aradığını bulabildi mi? Bu ayrı konu… Erdoğan ve AK Parti’den ayrıldığına pişman olmadığını özellikle vurguluyor: “Başbakanla siyaset yapma tarzımız farklılaşmıştı, kalamazdım.” Şimdi, kıran kırana geçeceği belli olan 2011 seçimleri öncesinde Abdüllatif Şener’in Türkiye Partisi yüzde 10 barajını aşabilmek için ittifak arayışları içinde.
Türkiye Partisi olarak, içinden çıktığı Erbakan’ın Saadet Partisi ve Hüsamettin Cindoruk emanetinde bulunan Demokrat Parti ile görüşmeler yaptıklarını söylüyor; “Süleyman Demirel ile de görüşüyoruz” diye ekliyor. ‘Bir artı bir artı bir üçten fazla edecek mi?” diye sorunca, “Siyasette 2 artı 2 bazen 4’ten az, bazen 10’dan çok eder” yanıtını veriyor, ama yine de bu ittifak görüşmeleri için DP Kongresi sonuçlarını bekliyor.

‘Önce bilyeleri saçar’
Erdoğan’ın Meclis’teki Bütçe kapanış konuşmasını dikkatle izlemiş. “Başbakan başlattığı süreci yönetemiyor” diyor ve şöyle devam ediyor: “Bence Kürt meselesinde olup bitenin özeti budur. Bağırıp çağırmakla bu iş olmuyor. Başbakanın bir huyu vardır: Bir şeyi önceden göremez; test etmek için bir laf atar, ortaya çıkan tabloya göre toparlamaya çalışır. Önce bilyeleri saçar, sonra toplamaya kalkar. Fakat bu durumda saçtığı bilyeleri toplama kabiliyeti yok. Siyasette, özellikle böyle bir konu hata ve yanılgı kabul etmez.”
Şener ile WikiLeaks ve hükümetten yolsuzluk iddiaları nedeniyle ayrıldığı söylentileri üzerine de konuştuk. Başbakan Yardımcısı olduğu döneme ait çok ilginç bazı bilgiler verdi. Şimdi yerimiz kalmadı, ama biraz daha ayrıntılı yazmak gerek.

Bahçeli, Erdoğan ve Kılıçdaroğlu ittifakı

Gidip gidip, aynı noktaya geri dönüyoruz. Kürt sorunu, bir milli sorun. Geldiğimiz nokta: Türklerin, Kürtlerle yeni bir toplumsal sözleşme yapmasının gerekliliği ve aciliyeti. Çünkü daha önce zorla kabul ettirilen ‘zoraki sözleşme’nin devamı ısrarı, çatışmaya ve büyük acılara mal olan bir ‘düşük yoğunluklu savaş’a yol açtı. Hâlâ da bu tablodan çıkmış değiliz.
Yeni toplumsal sözleşmenin gerçekleşebilmesi için Türkiye’ye egemen olan iradenin ‘Kürtlerin temel hakları’nı gerçekten kabul etmesi gerekiyor. Ancak siyasetçilerimiz Kürtlerin bir ‘dayatma’da (‘iki dil’ dayatması) bulunduklarını öne sürüyorlar.
Son çıkışı Başbakan Erdoğan yaptı: “Benim milletimin dili tektir. O resmi dil Türkçedir. Herkes anadilini istediği gibi konuşuyor, resmi dil Türkçedir. Bu gerçeği değiştirmeye yönelik hiçbir girişim kabul edilemez. Biz sorunların konuşulmasından tartışılmasından yanayız. Biz kimseye bu ülke üzerinde bu topraklar üzerinde ameliyat yaptırmayız.”

Kritik nokta hâlâ Kürtçe
Kılıçdaroğlu günlerdir, “Haydi konuş Başbakan, ne susuyorsun” diyordu. Başbakan konuştu. İlk tebrik Bahçeli’den geldi. Şimdi ikinci tebriki bekliyor. Haydi Kılıçdaroğlu…
Kürtlerin en temel haklarını reddetmenin bedelini nasıl ödediğimizi uzun uzun anlatmaya gerek yok. AK Parti, “Daha fazla bedel ödenmesin” diyerek ‘açılım’ başlattığını söylemişti. Evet, açılımın başlangıcından bu yana, çok göze batmasa da birçok şey değişti, hâlâ da değişmeyi sürdürüyor. En azından ‘mesele’nin algılanma biçimi açısından önemli bir değişim gerçekleşti.
Fakat başından beri söylediğimiz noktaya gelinince işler çatallaştı. Kritik nokta hâlâ aynı: Kürtçe. Kürtçenin eğitim sisteminin neresine koyulacağı konusunda bir netlik yok.
Başbakan diyor ki, “Herkes anadilini istediği gibi konuşuyor.” Gerçekten de Kürtler sokakta, bazı toplantılarda Kürtçe konuşuyorlar. 40 bin ölümün ardından hiç olmazsa kendi aralarında anadillerini konuşabiliyorlar. Sayıları milyonlarla ifade edilen bir halkın anadilini konuşabilmek için bile bunca acıya katlanmak zorunda kalmış olması, yakın tarihimizin bu acının tanıklığıyla dolu olması, yeterince dramatik. Peki şimdi bu insanların anadillerini çocuklarına öğretebilmek yani Kürtçeyi eğitim dili olarak da kullanabilmek için yeni acılara mı katlanmaları gerekecek?

Kürtçe yasağı boş bir direniş
Kürtlerin anadil talebinin, meşru, haklı ve önüne geçilemez bir talep olduğu netlik kazanmış durumda. Kararlı bir halkın anadilini kullanma isteğinin önünde durmaya çalışmak gerçekçilikten uzak bir çaba. Bütün önde gelen partilerin liderlerinin kısa vadeli siyasi hesapların etkisiyle içine girmiş oldukları bu yaklaşım kaygı verici.

Türkiye siyaseti oportünizmden arınmadan
Başbakan, aynı konuşmasında, Güneydoğu’da aydınlara PKK’nın baskı yaptığına dikkat çekiyordu. Silahın konuştuğu yerde, zaten normal bir demokratik ortamdan söz edilemez. Kürt sorunu şiddetle meşru zemin arasında gidip geliyor. Yasal siyaset üzerinde silahlı gücün egemenliğinin bir tarihi ve siyasal bir zemini var. Bu egemenliği sona erdirmek konusunda samimi bir arayış içindeyseniz, demokrasinin önünü açmak için elinizdeki olanakları sonuna kadar kullanırsınız. Ama son dönemdeki gelişmelerin bu yönde olduğunu söylemek mümkün değil. Örneğin ‘Demokratik Özerklik Çalıştayı’nın ardından milliyetçi tepkinin siyasilerce kışkırtıldığını, savcıların göreve çağrıldığını gördük.

Bu tartışmayı mahkeme mi çözecek?
Kürt sorununu mahkemeye havale etmek, bölgedeki silahlı güç egemenliğini pekiştirmekten, yaygınlaştırmaktan başka işe yaramıyor. Kürt siyasi hareketinin yasal zemininin ve meşruiyet alanının genişliyor olması çok önemli. Siyasetin şiddetten arınmasına giden yolun bu eğilimin daha da olgunlaşmasından geçtiği çok açık.
Siyasilerin ittifak halinde ‘inkâr’ siyasetine sarılmaları ise tam bir şaşkınlık tablosu olarak okunabilir… Hatta ‘şaşkın ördek misali’ bir durumdan söz edebiliriz.

Maraş’ı unutmaz mısınız lütfen...


NTVMSNBC.COM - Burak Cop
Maraş’ı unutmaz mısınız lütfen...
Maraş Katliamı, geçtiğimiz hafta boyunca irdelenebilirdi. Ama 19 Aralık’ta kentte düzenlenen ve milliyetçilerin tacizine uğrayan anma törenini haberleştirmek dışında medya -ertesi gün katliam mağduru Aziz Tunç’u konuk eden Mirgün Cabas hariç- bu konuyla pek ilgilenmedi.
İSTANBUL - “(…) saldırganların daha sonra karşı taraftaki bir gözü görmeyen yaşlı kadın Cennet Çimen’in evine gittiklerini, bu kadını ‘gel nene gel nene’ diye dışarı çıkardıklarını; (…) ile (…)’nın bu kadının gözünü tornavida ile oyarak, silah sıktıklarını ve öldürdüklerini; yakındaki hela çukuruna baş üzeri atıp, oradaki at arabasını kadının üzerine devirdiklerini (…)”
Okuduğunuz parça, ‘Maraş Olayları Davası Gerekçeli Hükmü’nün 252. sayfasında yer alan bir tanık ifadesinden. 19 Aralık 1978’de başlayıp 23-24 Aralık’ta zirveye ulaşan ve 25 Aralık akşamına kadar süren Maraş Katliamı’nın ardından açılan davada 800’den fazla kişi yargılandı. Bu kişilerin çoğu katliamda aktif şekilde yer almakla beraber, organizasyonel rolleri itibariyle önemsiz insanlardı. Adaleti tecelli ettirmekten uzak bir seyir izleyen, bir takım hükümlerin verilip bozulduğu davada, 1991’deki bir kanun değişikliği sonucu bütün sanıklar salıverildi.
Resmi rakamlara göre 111 kişinin öldüğü (gerçekte ise ölü sayısının çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor) bu bir hafta süren katliamda, hayatını kaybedenlerin yaklaşık yüzde 90’ı Alevi ve/veya sol görüşlüydü (gene resmi rakamlara göre). Olayların fitili, Cüneyt Arkın’ın oynadığı ve o dönemde ülkücülerce pek sevilen anti-Sovyet bir filmin gösterildiği sinemaya Ökkeş Kenger adlı ülkücü tarafından ses bombası atılmasıyla ateşlenmişti. Katliam davasının 1 no’lu sanığı Kenger mahkemece beraat ettirilecek ve akabinde soyadını “Şendiller” olarak değiştirecekti.
Ertuğrul Mavioğlu’nun ifadesiyle “Katliamla ilgili açılan dava tam bir hukuk skandalı oldu”: “Bir numaralı sanık Kenger beraat ettiği gibi, katliamda birinci derece rolü olan 68 kişi hiç yargılanmadı” (Radikal, 7 Ocak 2007). Ökkeş Kenger/Şendiller, kendisinin sinema salonunda tahrip gücü hemen hemen hiç olmayan ses bombasını patlattığı bir diğer ülkücü tarafından doğrulanmasına ve patlamanın hemen ardından Ankara’daki Ülkücü Gençlik Derneği’ni telefonla arayıp rapor verdiği tespit edilmesine rağmen, o davada beraat etmekle kalmadı, 90’lardan bugüne siyasi faaliyetlerini de sürdürdü ve sürdürüyor.
Bir dönem BBP Milletvekili olarak TBMM’de de yer alan Şendiller, son yıllarda yaptığı açıklamalarda Maraş Katliamı’nın ardında devrimci örgütlerdeki bazı Ermenilerin bulunduğunu ima etmesiyle gündeme gelmişti. Şendiller geçen hafta da katliamı anmak isteyen Alevi kuruluşlarının Maraş’taki etkinliğine karşı gösteri düzenlemeye kalkan kalabalığı “irtibat bürosu”nun balkonundan seyretmesiyle haber olmuştu.
ENTERESAN 'GÖRÜŞLER'
Ökkeş Şendiller 2008’deki bir röportajında, olaylarda ölen 111 kişiden 7’sinin sünnetsiz olduğunu öne sürmüştü. Şendiller bu bağlamda Garbis Altınoğlu’nun olayların arkasında olduğunu iddia etmişti. Şendiller iki yıl önce TRT’de yayınlanan bir “belgesel”de ise Maraş olaylarından “Hrant Dink ve arkadaşlarını” sorumlu tutmuş, TRT de katliam davasının 1 no’lu sanığının bu “görüşlerini” ekrana taşımakta bir sakınca görmemişti. Az önce zikrettiğimiz Altınoğlu’nu katliamın ardındaki isimlerden biri olarak resmeden bir diğer kişi de, dünya görüşünün Şendiller’inkinden çok farklı olmadığı anlaşılan Bugün gazetesi yazarı Emin Pazarcı idi (“Kim kimin aleti”, 9 Nisan 2008).
Hazırlığı önceden yapılan ve başarılı bir şekilde kentteki Sünni halkın (en azından bir kısmının) Alevilere ve solculara karşı galeyana getirildiği bir ayaklanma olan Maraş Katliamı’ndan, alakasız insanların (devrimci örgütlerdeki birkaç Ermeni militanın) sorumlu tutulması hayli ilginç…
Bu hem 6-7 Eylül barbarlığından sonra dönemin hükümetinin bu olaylarla hiçbir ilgisi olmayan komünistleri suçlamasını, hem de Cemil Çiçek’in birkaç ay önce bazı PKK’lıların sünnetsiz olduğunu söylemesini akla getiriyor yarı-serbest bir çağrışımla. Şendiller’in, Çiçek’in ve başka pek çok kişinin farklı zamanlarda ve bağlamlarda sünnetsiz cesetlerden söz etmesi, Türk sağının bir kısmındaki sünnetsiz penise yönelik algıda veya ilgide seçiciliği de gösteriyor.
DENK GÜÇLERİN ÇATIŞMASI MIYDI?
Peki Maraş Katliamı’nın ardındaki hakikat ne, katliamla bugüne dek neden yüzleşilmedi ve olayların aydınlatılması neden önemli? Sabah yazarı Nazlı Ilıcak geçen Salı günkü köşesinde şu satırlara yer verdi: “(…) Aleviler ve Ülkücüler birbirine karşı silahlandı. Çatışmayı engellemek üzere, çok sayıda polis ve asker olaya müdahale etti. Fakat, 500’den fazla kişi hayatını kaybederken, bin kişi de yaralandı. Ecevit iktidardaydı ve bu olay üzerine 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi (…)”
Bu satırlar olan biteni ne ölçüde anlatıyor? İki denk gücün birbirine karşı silahlanıp çatışması mı söz konusuydu, yoksa katliam için mobilize edilen güruhlarla, kısıtlı olanak ve silahlarıyla kendilerini savunmaya çalışanlar arasında, ilk gruptakilerin lehine bir dengesizlik mi vardı?
Olaylara bakıldığında, yediden yetmişe savunmasız insanların katledilmesine bakıldığında ve Alevi mahalleleri kendilerini bir nebze savunabilirken şehirde dağınık şekilde yer alan Alevilerin evlerinde yaşanan büyük kırım dikkate alındığında, yaşananları denk güçler arasındaki bir mücadele gibi görmenin mümkün olmadığı anlaşılıyor. Ayrıca “çok sayıda polis ve askerin” olaya müdahalesinden ziyade, özellikle askeri birliklerin katliamı yalnızca seyrettikleri biliniyor, tıpkı 15 yıl sonra Sivas’ta da seyredecekleri gibi.
DARBEYE GİDEN YOLDA…
Daha sonradan “askerin müdahale yetkisi yoktu” gerekçesiyle savunulacak olan bu seyirciliğin üzerine, bir süredir ülkede sıkıyönetim ilan etmesine yönelik baskılara direnmekte olan Ecevit hükümetinin süngüsü düştü ve 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi. Böylece 12 Eylül darbesine giden yolda önemli bir eşik geride bırakıldı, asker ülkenin bir kısmının fiilen idarecisi oldu.
Ocak 1978’de Ecevit’in başbakanlığında, başını CHP’nin çektiği bir hükümetin kurulmasının ardından, özellikle Mart ayından itibaren Türkiye’de siyasal şiddetin arttığı görülür. Toplumu şoke eden katliam ve suikastların büyük çoğunluğu ülkücülerin imzasını taşır: 16 Mart Katliamı, Bahçelievler Katliamı, Balgat Katliamı; Doğan Öz, Bedrettin Cömert, Bedri Karafakioğlu, Necdet Bulut cinayetleri; Sivas ve Malatya olayları. Bu iki kentte yaşananlar yıl sonunda Maraş’ta tertiplenecek katliamın da provası gibiydi.
AP VE MHP SIKIYÖNETİM İSTİYOR
1978’in ilk 8 ayında siyasi şiddet olaylarında ayda ortalama 50-60 civarında insan ölürken, Eylül’le beraber ölü sayıları bir anda üç haneli rakamlara ulaştı. Muhalefetteki AP ve MHP, CHP hükümetine, sıkıyönetim ilan etmesi için baskıda bulunuyordu. Oğuzhan Müftüoğlu’nca derlenen ‘Devrimci Yol Savunması’nda, bu iki sağ partinin tavrı şöyle tasvir edilir:
“(…) özellikle 1978 sonbaharından itibaren ardı arkası kesilmeyen cinayetleri, katliamları, binlerce saldırıyı, bir dizi gerici ayaklanmayı tertiplediler ve kışkırttılar. Hükümetten (…) sıkıyönetim ilan edilmesini, idarenin orduya devredilmesini istediler. Aksi takdirde daha çok kan akacağını (daha çok kan akıtacaklarını demek istiyorlardı aslında) söylediler, tehditler savurdular (…)”
2 Ekim 1978’de, yani katliamdan iki buçuk ay önce MHP Genel İdare Kurulu “yetki ve sorumluluğun askeri yönetime devrinin gerektiğini” ileri sürmüştü. Aynı gün partinin lideri Türkeş sıkıyönetim ilan edilmesini istedi. 6 Ekim’de Demirel “MGK ne yapıyor?” diye sormuş, ertesi gün de Türkeş “Ecevit ordudan korkuyor” diye demeç vermişti.
MİT’İN VE MHP’NİN ROLÜ
Ölümünün ardından Ecevit’in kişisel arşivinde incelemede bulunan gazeteciler Can Dündar ve Rıdvan Akar da, üzerinde “çok ciddi bir kaynaktan verilmiştir” notu bulunan, 1 Ocak 1979 tarihli bir raporla karşılaşır. Raporda Maraş’taki olayları MİT’ten bazı kişilerin tertiplediği, keza MİT’in suç işleyen MHP’lilere ait bilgileri sakladığı, Türkeş’in MİT’teki elemanlarına, sıkıyönetim mahkemelerine sadece sola ait bilgilerin verilmesi talimatını verdiği belirtiliyordu.
Ordu birliklerinin müdahale etmeden seyrettiği Maraş Katliamı’nın “önemi”, işte bu çerçevede daha iyi anlaşılır. Katliamın ardından sıkıyönetim ilan edildi, büyük kırıma uğrayan Alevi halktan binlerce kişi kentten göç etti (Alevi nüfusun yüzde 80’inin Maraş’tan göç ettiği zannediliyor).
Aynen 2 Temmuz 1993’ten sonra Sivas’ta yaşandığı gibi, büyük kentlere verilen bu göç şehrin demografik ve siyasal profilini de kökten değiştirdi. Sağın kalesi haline gelen Maraş’ın merkez ilçesinin birkaç ay önceki referandumda yüzde 88 oranında aynı yönde oy kullanması, söz konusu toplumsal değişimin günümüze kadar uzanan etkileri olduğunu göstermiyor mu?