15 Ocak 2011 Cumartesi

Kürtçemi istiyorum / Hrant Dink

Kürtçemi istiyorum / Hrant Dink


Hrant Dink - Agos
Agos Gazetesi, 21 Temmuz 2000
Kürtçemi istiyorum
Kürtçe eğitim sorununun etrafında dönen tartışmalara, şu Ermeni halimle ben de katılsam, haddimi aşmış olur muyum?
Gerçi bugüne değin malum çevreler ‘Kürt Sorunu’nun aslında ‘Ermeni Sorunu’ olduğunu hep söyleyegeldiler ama… Bunların sağı solu belli mi olur? Şimdi de kalkar “Sen ne karışıyorsun bu işe, sana mı düştü ‘Kürt Sorunu’nu konuşmak?” diyebilirler pekala.
Ben yine de, şu Temmuz sıcağının başıma vurmuşluğuyla, tescilli bir ‘öteki’ olarak, yaşanmışlıklardan edindiğim deneyimle, tartışmalara zenginlik katabileceğime inanıyor ve ufkunuzu biraz zorlamak için diyorum ki… “Türkiyeli bir Ermeni olarak artık payıma düşen Kürtçemi istiyorum.”
***
Biliyorum şaşırdınız. Ne demek istediğimi açacağım ama ilkin sizlere daha da şaşırtıcı gelecek bir saptama.
Biz Ermeniler, bilindiği gibi kendi olanaklarıyla, devletten bir kuruş yardım almadan, kendi okullarında ana dilleriyle eğitim yapabilme şansını elde etmiş ‘mutlu Azınlık’(!) gibi görünürüz.
Ne var ki, bu işin, ‘içi beni, dışı sizi yakan’ bir yanı da var. Yaklaşık 70 bin nüfuslu Ermeni cemaatinin sadece 4 bin civarındaki öğrencisi okur bu okullarda. Kalan büyük çoğunluk, kolej, özel okul gibi albenisi yüksek üstelik de pahalı okullara gider. Bu azalma da yıldan yıla ciddi bir ivmeyle artar. Kültürel oturmuşluğu çok eskilere ve önemli bir zenginliğe dayanan bir Azınlık grup dahi, küreselleşmenin o dayanılmaz rüzgârıyla sürüklenip, anadilini bir ölçüde boşlayıp, küresel dillerin ve eğitimin peşinde koşuyorsa, bunun birilerine bir şeyler anlatması lazım. Bu gerçeği bulundurun zulanızın bir kenarında.
***
Şimdi gelelim Kopenhag Kriterleri çerçevesinde dayatılan, “Ana dilinde eğitim hakkının” ülke bütünlüğü açısından büyük bir tehdit olarak gösterilmesine ilişkin itirazıma.
Diyorum ki, Kürtçe eğitim veren okulların olmasının önemli ve asıl vazgeçilmez nedeni pek dile getirilmiyor.
Bu okullar açılmalı ama sadece Kürtler’in hakkı olduğu için değil. Bir Ermeni olarak ben de çocuğuma Kürtçe öğretmek hakkına sahip olmalıyım. Tıpkı Ermeni olmayanların da Ermeni okulunda çocuklarını okutma hakkına sahip olabilmeleri gibi…
Anadolu harmanında ne Kürtçe salt Kürtlere, ne de Ermenice salt Ermenilere terkedilebilir. Türkçe bilmek kimseyi Türkleştirmediği gibi, Kürtçe bilmek de bir Ermeni’yi Kürtleştirmez. Kürtçe’yi salt Kürd’ün tekeline bırakmak olsa olsa Kürtçülüğü, Ermenice’yi de Ermeni’nin tekeline bırakmak Ermeniciliği besler.
Bu topraklara yakışan, birbirlerinin dillerini bilen ve konuşan farklılıkların birardalığıdır. Yedi düvelin dilini getirip okullarımıza sokuşturuyoruz da, birarada yaşadığımız insanların dilini kendimize ait hissetmekten ve öğrenmekten niçin kaçınıyoruz?

13 Ocak 2011 Perşembe

Kürt'ü Kürt'e kırdırmak

1990’lı yıllar, satırlı Hizbullahçıların Güneydoğu’daki kent ve kasabaların sokaklarında cinayet işledikleri yıllardı. Hizbullahçıların JİTEM merkezlerinde eğitildikleri o zaman biliniyordu, TBMM Araştırma Komisyonu raporlarına girmişti.
Bu gerçeğin bilinmesi, onun hesabının sorulması anlamına gelmiyordu. Hizbullah, PKK ile mücadele içinde semirtildi, beslendi, devlet güçleri tarafından yönlendirildi ve güçlendirildi.
Bu kadar serbesti ve rahatlık, Hizbullah’ın İslami dünya içinde de terör estirecek bir yola girmesine neden oldu. Özellikle İslami kesim içindeki insanlara yönelik vahşi cinayetler işlediler.
Bir gün onlara destek veren devlet, “Dur” dedi. Hizbullah’a karşı operasyonlar başlatıldı. Devletle işbirliği yaptığı söylenen lider Hüseyin Velioğlu çatışmada öldürüldü. Hizbullahçılar, fazla sıkıntı yaratmadan birer ikişer ele geçirildiler.
Hikâyenin buraya kadar olan kısmı tarihti…

PKK-Hizbullah çatışması
Şu anki güncel durumsa, Hizbullahçıların serbest bırakılmaları, Diyarbakır’da şenliklerle ve halaylarla karşılanmaları. Doğal olarak eski tartışmanın temel soruları yeninden gündeme geldi: “Hizbullah nasıl bir örgüttü? Kürt meselesinde nasıl bir rol oynamıştı? Bundan sonra neler olabilirdi? Hizbullah yeniden PKK’nın karşısına ‘İslami seçenek’ olarak dikilebilir miydi?”
Abdullah Öcalan, İmralı’dan Hizbullah’a yönelik yeni şeyler söyledi: “Pişmanlık içindeyseler gelip özür dilerler ve Demokratik Toplum Kongresi saflarına katılırlar.” “Tersini yapacaklarsa, hesabı sorulur” anlamına gelecek bir tehdidi de elden bırakmadı.

Kürtlerin iç farklılıkları ve çözüm
PKK ile Hizbullah çatışır mı? Hizbullah’ın Kürtler içinde örgütlü olduğu ve şimdiye kadar ‘sessiz ve derinden’ giden bir yol izlediği biliniyor. 10 yıl önceki ‘Büyük Operasyon’dan bu yana eylemlilik içinde oldukları söylenemez.
Güneydoğu’da Kürt milli kimliğiyle, dindar kimlik çok iç içe. Geçmişte dindarlık daha ağır basan bir eğilim olarak öne çıkarken, zaman içinde milli kimlik ve milli talepler daha etkili hale geldi.
Kürt sorununun bir kimlik sorunu olarak gündeme gelmesinden bu yana ‘dindarlık’ Türkiye’yi yöneten irade tarafından bir karşı seçenek olarak düşünüldü ve Kürt kimlik hareketinin karşısına dikildi.

Darbe sonrası
12 Eylül askeri darbesinden sonra, askeri uçaklardan Arapça dua metinleri ve PKK’ya karşı ‘cihat’ çağrıları içeren bildiriler atıldı.
İslamcı siyasi hareketin bölgedeki varlığı eski. Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki MSP bölgenin her zaman etkili partilerinden birisiydi. İslami hareket Kürt milli hareketine karşı ‘dini birlik’, ‘dini kardeşlik’ temasını önemli bir seçenek olarak gördü. Türkiye’de bazı çevreler (buna bazı noktalarda AK Parti’yi de dahil edebiliriz) dini, hâlâ Kürt kimliği hareketine karşı bir seçenek olarak görme eğilimindeler. Hizbullah’ın durumu bu çerçeve içinde analiz edilebilir.
Dindar Kürt’le, milliyetçi Kürt’ün karşı karşıya getirilmesi çok denenmiş bir yöntem. Kürt sorunu bu yöntemle ortadan kalkmadı. Dindar Kürt’le, milliyetçi Kürt arasındaki mesafe açılmak bir yana azaldı.

Kimlik ve din
Bugün dindar Kürtlerle konuştuğunuzda onlar da Kürt kimliğine önem verdiklerini ve kimlik talebinde taraf olduklarını dile getiriyorlar. Bölgedeki din adamlarıyla konuştuğunuzda ‘milli duyarlık’larının ne kadar güçlü olduğunu görebiliyoruz.
Hizbullah’la PKK yeniden çatışır mı? Ondan emin değilim. Ancak emin olduğum şu ki, Kürtleri birbirine düşürerek çözüm üretme projelerinin günümüzde pek bir kıymeti harbiyesi kalmamış durumda.
Umarım Türkiye’yi yöneten irade bu gerçeğin farkındadır. Anlamsız yeni çatışmaları kışkırtacak yaklaşımlara izin verilmez.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Kürt Siyaseti ve Çok Seslilik

Kürt Siyaseti ve Çok Seslilik
Email: a.tan@ozgundurus.com

Eleştiri, öz eleştiri, alternatif çözüm önerileri istemez. Aynı hedefe farklı yollardan gitme teklifleri bile hoş karşılanmaz.



 
Örgütler, partiler, tarikat ve cemaatler çok sesliliği sevmez. Çok seslilik dediysek öyle her kafadan ayrı bir sesin çıktığı curcunayı kastetmiyoruz.  Eleştiri, öz eleştiri, alternatif çözüm önerileri istemez. Aynı hedefe farklı yollardan gitme teklifleri bile hoş karşılanmaz. Emir komuta zinciri içerisinde lider ve doktrine kesin itaat esastır.
Hele hele lider Allah tarafından gökten zembille indirilmiş bir cevher-i nadide ise (ki çoğu liderler öyledir!) sizin zaten kendinizi ona amade kılmaktan başka bir göreviniz olamaz.
Bu cevher-i bir misal için düşünür, sizin için yazar, sizin için yatar, sizin için kalkar.
Hitler, Mussolini, Stalin, Castro, Enver Hoca, Cemal Abdünnasır, Hafız Esad, Şah Rıza Pevlevi, Habib Burgiba,  Saddam Hüseyin, Kaddafi gibi dünyanın dört bir tarafındaki örnekleri bir yana bırakalım.
Biz de bu yönden oldukça şanslı sayılırız. Bir kaş-göz işaretiyle kelle uçuran Allah’ın yeryüzündeki gölgeleri (Zıllullah-ı fil Alem) sayılan Osmanlı padişahlarını, geyiğini alıp dağa çıkan Resneli Niyazi’yi, keskin zeka ve olağanüstü kabiliyetleriyle Osmanlı İmparatorluğu’nun fişe bağlı hayatını çabucak sonlandırma becerisini gösteren Enver, Talat ve Cemal Paşaları da bir yana bırakalım.
Suriye valisi Cemal Paşanın Suriye ve Lübnanlı Arap aydınları bir gecede karga tulumba idam etmesi de başlı başına ayrı bir konu.
Osmanlı da özgürlüklerin Liberal düşüncenin ağa babası Prens Sabahaddin’in Ahrar Fırkası’nın bile İttihatçıların Sadrazam-ı (Başbakanı) Bağdatlı Mahmut Şevket Paşa’yı gün ortası İstanbul’da öldürttüğü bir neslin ahfadıyız.
Mustafa Kemal ve İsmet Paşa dönemi ise tüm siyasi tarih analistleri için adeta bir laboratuar.
İstiklal Mahkemelerinin yargılama şekli ve aldığı kararlar dünya hukuk tarihine altın harflerle geçti! İskilipli Atıf Hoca, Said-i Nursi, Erbilli Şeyh Esad Efendi gibileri ayrı tutalım. Bunlar ne de olsa MÜRTECİ!
İttihatçıların Maliye Bakanı Cavit Bey; Dr. Nazım ve Ali Kemal (İzmit’te linç edildi, torunu Londra Belediye Reisi) gibi Beyaz Türkler bile idamdan kurtulamadılar.
Mustafa Kemal’e, Erzurum’da Ordu Komutanı iken en büyük desteği veren Kâzım Karabekir 1938’e kadar ev hapsinde tutuldu.
Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Fethi Okyar, Rauf Orbay gibiler susturuldu.
İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif Ersoy ölümünden birkaç ay öncesine kadar yaklaşık on yıl Mısır’da yaşadı.
Liste uzun.
Daha yakınlara ve biraz da “bizim mahalleye” gelirsek;
Mahallenin şimdiki imamının bile, bir zamanlar “Halife” diyerek biat edip boyun büktüğü ve günde birkaç kez elini öptüğü Erbakan hocaya kimse bir şey diyemiyordu. Sözü kanun sayılan hocanın dergâhından üç ayrı parti çıktı.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın partiyi yönetme şekli ise ortada.
75 tane Kürt milletvekili var.
Başbakan’ın “kimse bizden Kürtçe ana dille eğitim beklemesin” sözüne karşı tek bir tanesinin bile çıtı çıkmadı.
Hele içlerinde öyleleri var ki hayret!
Siyah gözlüklerini takıp, Hilton’un berberinden çıkmış kapkara saçlarını, başlarını ara sıra arkaya atarak savurmaları ve yedi göbek asil Arap atları gibi dimdik yürüyüşleri var ki insan bu yiğitler feleğe bile minnet etmez diyor.
Kürt sorunu ile ilgili 600 sayfa kitap yazdım, özel sohbetlerimizde beni 6 dakika bile dinlemeye tahammülleri yok. Hep onlar konuşuyorlar. Her şeyi evet her şeyi sular seller gibi biliyorlar. İlmi okumamışlar adeta yutmuşlar.
Fakat ne hikmetse partide, Mecliste susuyorlar.
Vardır bir bildikleri.
Biz konumuza dönelim.
Yazının başlığı KÜRT SİYASETİ VE ÇOK SESLİLİK.
Nereden nereye geldik.
PKK adına biri, Orhan Miroğlu’na “Mortoğlu” olmakla tehdit etti. Bu tehdidi mazur göstermek, hafifletmek mi istiyorsun. Lafı niye bu kadar uzattın, diyebilirsiniz.
ASLA!
Hayatı boyunca fikir özgürlüğünü, çok sesliliği savunmuş biri olarak ASLA.
Silaha karşı silah (nefs-i müdafaa);
Fikire karşı fikirle mücadele edilir. Birilerinin fikri, sizin tam zıddınız olabilir.
Birileri yine size göre “Hain, alçak, işbirlikçi, menfaatperest veya dalkavuk” da olabilir.
Bunların hepsi size göredir.
Bir başkasına göre de başka şekildedir.
Bildiğiniz, inandığınız, doğru kabul ettiğiniz ne varsa söylersiniz, açıklarsınız, ilan edersiniz.
Takdir halkındır.
Kararı kamuoyu verir.
Kürt siyaseti de çok sesli olmak zorundadır. Kürtlerin de tıpkı diğer halklar gibi dindarları, liberalleri, laikleri, laikçileri, sosyalistleri, lümpenleri… var.
“Hainleri, işbirlikçileri, siyasi korucuları, devşirme Kürtleri” kendi tercihleriyle baş başa bırakalım. Kürtlerin bu tarihi süreçte olağanüstü derecede dikkatli olmaları lazım.
Yüz yıldır varlıkları inkâr edilen, sonrasında kandırılan, bugünlerde ise oyalanmaya çalışılan Kürtlerin; meşru hak ve özgürlükleri için ortak bir duruş sergileme mecburiyetleri var.
Laiği, Liberali, Sosyalisti, Marksisti, Yezidisi ve Dindar Müslümanı ile ORTAK BİR DURUŞ. Kürdü, Türkü, Arabı, Yezidisi, Müslümanı, Hıristiyanı, Sünnisi, Şiisi ve Alevisi ile barış içinde yaşayan bir ORTADOĞU nasıl kurulur?
Kürt siyasetinin ve siyasetçilerinin buna kafa yormaları lazım.

Hizbullah'ın yeniden doğumu

Hizbullahçıların tahliyesi üzerine, 102. Madde üzerine hükümet mi haklı, Yargıtay mı haklı tartışmalarıyla kamuoyu sersemletilirken, 8 Ocak’ta ‘Hizbullah’ın tahliyesi mi, Rönesansı mı?’ başlıklı bir yazı yazdım. İşin asıl üzerinde durulması gerektiği boyutuna dikkat çekmek istedim.
Hizbullah, PKK’nın, daha genel çerçevede Kürt siyasi hareketinin üzerine salınmak için mi serbest bırakılmıştı acaba?
Hem de şu seçim yılında... Devlet-Hizbullah ‘entegre ilişkisi’ 1990’lara damgasını vurmuştu. Ayrıca, Hizbullah’ın tıpkı PKK gibi dayandığı bir kitlesel taban vardı.
Sorulması gereken sorular, Hizbullah’ın bir amaca yönelik olarak canlandırılması hesaplarının yapılıp yapılmadığı üzerineydi.
Kimileri bu soruları ve bu yaklaşım tarzını ‘komplo teorisi’ olarak algılamak istediler ama anlatılmak istenen tam da mevcut ‘Türkiye gerçeği’ idi.

Önce Öcalan, sonra Karayılan
Nitekim, 9 Ocak’ta PKK lideri Öcalan’ın avukatları ile yaptığı görüşmede ifade ettiği görüşler basına yansıdı. Şöyle diyordu:
“Bunların bu şekilde bırakılması tesadüf değildir, bazı şeylerin hazırlığı yapılıyor olabilir. Bu adamlar sıradan suçlular değildir. Bu katilleri öyle sıradan suçlular gibi bırakamazlar. Eğer bizimkilerin içinden böyle canice işler yapanlar varsa onları da bırakmasınlar...”
Bununla birlikte, aslında ‘demokratik özerklik projesi’nden vazgeçmemiş olan ve o çerçevede ‘kent konseylerinin oluşturulması’ görüşünü ortaya atan Öcalan, Hizbullah’a yönelik bir ‘siyasi manevra’ yapmaktan da geri kalmıyordu.
Şöyle diyor:
“... Kent Konseyi’nde Diyarbakır’ın bütün kesimleri gelip yerini alabilirler, orada her şeyi özgürce tartışabilmelidirler. Bu Hizbullahçılarla da konuşulur, diyaloğa geçilir, eğer eski tarzlarında devam etmeyeceklerse, özeleştirilerini yapmışlarsa, hatalarından ders çıkarmışlarsa, bundan sonra kendilerini legal olarak ifade edeceklerse onlar da çağrılır. Hem Konsey’de hem Kongre’de kendilerini temsil edebilirler.”
Öcalan’ın Hizbullah’a dönük ‘uyarılı el uzatması’nı bir gün sonra Kandil’den Murat Karayılan, dili farklı, özü aynı olan bir üslupla dile getirdi.
“Devletin Hizbullah’a dönük olarak izlemiş olduğu politika önemlidir... Önce pişmanlık yasası çerçevesinde kadrolarını bıraktılar. Şimdi de lider kesimini CMK’nın 102. Maddesi çerçevesinde bırakmış oldular...”

Hizbullah gerçeğini görmek ve tanımak
Karayılan, “Hizbullah’ın kendini topluma affettirmesi” gereği üzerinde duruyor, devletin “Kürt’ü Kürt’e kırdırma politikasına alet olmaması” gerektiğinin altını çiziyor.
Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç nedir? Hizbullah da Türkiye’nin ‘siyasi denklemi’ne eklenmiştir! Bundan sonrası, onun nasıl bir rol oynayacağı, devletle ilişkisini nasıl düzenleyeceği ya da devletin onunla ilişkisini nasıl düzenleyeceği üzerinededir.
Hizbullah’ın ‘askeri kanat sorumlusu’ olarak takdim edilen, 10 yıllık tutukluluk süresi sonucunda birkaç gündür serbest durumdaki Hacı İnan, “Pişman mısınız” sorusunu, “Neden pişman olacağız ki? Biz Müslüman’ız. İslam’da pişman olunmaz” cevabıyla karşıladı. Hizbullah’ın internet sitesi, Öcalan ile polemiğe girdi bile.
Bu arada, Cevat Öneş, dünkü Milliyet’te “Bölgede bir PKK-Hizbullah çatışması beklenebilir mi” sorusuna “Bugünkü şartlar böylesine bir riski hiçbir zaman ihtimal dışı bırakmamamızı gerektiriyor. Mevcut şartlar böyle. Ancak süreç ve toplumsal talepler böylesine bir sorunun gelişimine izin vermeyecek istikamette” karşılığını veriyor. Daha da önemlisi, “Hizbullah’ın partileşmesi söz konusu olabilir mi” sorusuna verdiği cevap:
“Demokratik sürece kanalize edilmesi önemli. Sürekliliğe sahip bir silahsız yapının, gerçekten özeleştirisini yaparak, geçmişiyle hesaplaşarak, demokratik siyaset içerisinde olacağını ifade etmesi Türkiye için önemli. Demokratik siyaseti ve anayasal sistem içindeki hukuki durumu benimsemesi halinde tabii ki. Hizbullah’ın örgütlenmesi, örgütlenme özgürlüğü çerçevesi içindedir.”

AK Parti nerede duruyor?
Buradan yola çıkarak, ‘Özerk Kürdistan’ talebi de doğal olarak ‘ifade özgürlüğü’ çerçevesi içindedir. Bu talebi DTK da; bir yasal siyasi parti olarak pekâlâ BDP de benimseyebilir, dile getirebilir ve savunabilir. DTK’nın Diyarbakır Çalıştayı’nda yapılan da bu olmuştur. Tartışmaya sunulan taslak metnin, İmralı ya da Kandil’in izlerini taşımasının esas itibariyle önemi yoktur. Zira, o içeriği aynen BDP de savunabilir.
Bizler de elbette ‘demokratik terbiye’ içinde bunu tartışırız, tartışmaya mecburuz. Tartışmayı bastırmaya, ezmeye kalkışmak, siyaseti susturmak, ‘dağ kanalları’nı beslemek demektir.
Hizbullah’ın kanlı kadrolarının salıverildiği, ‘demokratik sürece kanalize edilmeleri’nin gereğinden söz edildiği bir ortamda, olacak şey midir bu!
Dönem, ‘siyaset dönemi’; hem de seçim yılında. AK Parti’nin BDP karşısındaki tavrı belli. Bunu görüyoruz, bunu biliyoruz.
Öyleyse ‘Hizbullah’ın tahliyesi mi, Rönesansı mı?’ başlıklı yazımın sonunda sorduğum soruyu, biraz değiştirerek bir kez daha sorayım:
AK Parti, Hizbullah’a ilişkin ve Hizbullah’a yönelik orada nerede duruyor?

Hizbullah tahliyesi mi rönesansı mı?

Yıl 1995. PKK ile çatışmanın en kanlı dönemlerinden biri. Faili meçhuller ile Güneydoğu’da herhangi bir “kırsal”dan gelen ölüm haberlerinin haddi hesabı yoktu.
Yılın ikinci yarısında güvenlik kuvvetlerinin “saha”da üstünlüğü ele geçirdiği öne sürülüyordu. Sabah gazetesinin genel yayın yönetmeni Zafer Mutlu, Hasan Cemal ile bana “atlayın bölgeye gidin, izlenimlerinizi yazın” dedi. Salih Memecan bölgeye bizimle birlikte giderek ilk kez ayak basacak ve gözlemlerimizi karikatür olarak çizecek, deneyimli Ramazan Öztürk ise fotoğraflayacaktı. Ve, bu hemen yapılacak ve yayımlanacaktı.
Dört kişilik “Sabah’ın dev kadrosu” diye sunulan bizler, “bölge çıkartması” için alel acele yola koyulduk. Dinç Bilgin’in özel uçağı ile Diyarbakır’a konmak için havalandık. Haber Müdürü rahmetli Ahmet Vardar (Ahmet Abi), biz uçağa giderken, “Herşeyi ayarladım. Ünal sizi helikopterle dolaştıracak. Zaman kazanacaksınız” dedi. Ünal, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Ünal Erkan...
Ertesi sabah Diyarbakır Hava Taburu’na gittik. Ünal Erkan’la helikoptere bindik. Önce Cizre, ardından Habur, sonra Silopi ve en son İdil. Her vardığımız yerde bir saatlik yüzeysel gözlemlerle “izlenim” oluşturuyorduk. En olaylı merkezlerden biri olan Cizre, büyük ölçüde göç vermiş, pek olay çıkaracak “ahali” kalmamıştı. Şehrin kontrolü, güvenlik kuvvetleri ile devlete sadık bir korucu aşiretinin eline geçmişti.
Hizbullah mı? Kontrol altında!
Son durağımız İdil de sakindi. Orada beni İstanbul’dan tanıyan eski koruma polislerinden biriyle karşılaştım. “Gel seni gezdireyim” dedi. Grup, bir çay bahçesine gitti, ben, İdil’de görev yapan polis memuruyla esnafı dolaşmaya başladım. Yanımda Olağanüstü Hal Bölge Valisi ve çevresindeki güvenlikçiler olmayınca, “vatandaş” biraz daha serbest konuşabiliyordu. Olay sayısında gerçekten çok azalma olmuştu. Dikkat ettim, azalan eylemlerle ilgili olarak kimse “örgüt”ten yani PKK’den söz etmiyordu. Eylemlerin “Hizbullah”ın işi olduğunu söylüyorlardı.
Diyarbakır’ı dönmek üzere helikopterle havalandığımızda Ünal Erkan, izlenimlerimizi sordu. Devletin sahada duruma hakim olduğunu gözlerimizle gördüğümüzden emindi. Öyleydi de. “Sadece” dedim, “İdil’de sizden ayrı dolaşırken, vatandaşların Hizbullah’dan söz ettiğini duydum...”
Ünal Erkan, kayıtsız bir el hareketiyle “O, kontrol altında” karşılığını verdi.
Hizbullah, kontrol altında... Yani, “devlet”in kontrolü altında. Endişelenmeye mahal yok.
O dönemde bölgede Hizbullah’ın adı “sokaktaki insan” tarafından “Hizbülkontra” diye anılıyordu. “Devlet”in bir uzvu olarak algılanıyordu.
Ne zaman ki, Abdullah Öcalan 1999’da yakalandı ve PKK’nın silahlı mücadelesi durduruldu, ardından “devlet” Hizbullah’ın üzerine çullandı. “Domuz bağı” ile işlenen cinayetleri ortaya çıkartıldı, lideri Hüseyin Velioğlu ölü ele geçirildi. Hizbullah’ın çökertildiği söylendi.
Hizbullah’ın dönüşü
Ve, Hizbullah 10 yıl aradan sonra tekrar ortaya çıktı. “Ağırlaştırılmış müebbet hapis” cezası istenen tutukluların CMK’nın tutukluluk sürelerine sınırlılık getiren 102. Maddesinin uygulanması sonucu, dışarı çıkmalarıyla değil sadece. Onları halaylar çekerek görkemli biçimde karşılayan yandaşlarının görüntüleriyle.
Kamuoyunun vicdanını yaralayan ve “adalet” duygusunu tarumar eden gelişme, hükümet ile yüksek yargı arasında son yıla damgasını vuran mücadelenin yansımalarından biri, en vahimi.
CMK, 1 Haziran 2005’te yürürlüğe girdi. 5 ya da 10 yılını dolduran sanıkların tahliyesi söz konusuydu. Söz konusu sınırlama hemen yürürlüğe sokulmamış, önce 1 Nisan 2008’e, sonra da 31 Aralık 2010’a kadar uzatılmıştı. Ocak 2011’de Hizbullah tutuklularının dışarı çıkacağı, dolayısıyla, besbelliydi.
Tahliye edilen tutuklu sayısı 1236. Bu sayının 283’ünün davaları devam ediyor. 953’ü ise mahkum olmuş durumda ve dosyaları Yargıtay’da. Nazlı Ilıcak’ın işaret ettiği gibi Yargıtay, öncelik belirleyip, içinde Hizbullahçıların da bulunduğu 953 dosyayı karara bağlayamaz mıydı?
Dosya yükü bir mazeret değil. Olmadığını Taha Akyol’un dünkü yazısından öğreniyoruz; Yargıtay 6. Ceza Daire Ekim 2010’da harekete geçmiş, elinde bulunan 120 bin dosyası hızla tarayarak tutuklusu bulunan 2000 dosyası ayırarak öncelikle incelemeye almış.
Hrant Dink ve Pınar Selek’e ilişkin Türkiye’nin “utanç belgesi” kararlarının altında imzası olan Yargıtay 9. Daire’nin aynı yolu tutmamış olması manidar değil mi?
Yargıtay Başkanı’nın mesaisinin büyük bölümünün hükümetle polemiğe ayrıldığını görüyoruz. Ama nereden bakarsanız bakın, şu gelinen noktada Yargıtay’ın ikna edici mazereti yok.
BDP’ye karşı Hizbullah mı?
Ama asıl korkutucu olan, bunun bir “ihmal”den öteye olması ihtimali. Acaba Hizbullah yeniden canlandırılmak mı isteniyor?
Türkiye Kürtlerinin dilinde “Hizbulkontra” olan ve 1990’larda bölgedeki olayların seyrine bakıldığında “devletin kontrolünde” bulunduğuna kimsenin şüphesi bulunmayan örgüte, şu seçim yılında, 2011’de yeniden mi hayatiyet kazandırılmak isteniyor acaba?
Salıverilenlere davullu zurnalı, halaylı, tekbirli karşılama törenlerine bakıldığında, Hizbullah’ın bölgede tabanının ve “uyuyan hücreleri”nin bulunduğu anlaşılıyor.
Bölgede, KCK davası ile önü kesilemeyen hatta anadilde eğitim ve çift dillilik tartışmalarıyla alevlenen gelişmelerin önüne “Hizbullah barajı” mı dikilmek isteniyor?
“Dinsizin hakkından imansız gelir” kafasıyla sözde “dindar” Hizbullah, “imansız” BDP’ye mi karşı dikilecek?
Bu yıl içinde bölgeden yeni cinayet haberleri duymayı başlayacak mıyız?
Bu sorular akla haliyle geliyor.
Bu soruları üreten Yargıtay’ın yaklaşımını anladık da, Ak Parti hükümeti Hizbullah’a ilişkin olarak nerede duruyor?
Bu da bir soru...

Kürtçelerini okulun kapısına bırakan çocuklar

evletin PKK’ya karşı örgütleyip ortalığa saldığı Hizbullah’ın satırla dolaştığı günlerde, Güneydoğu ölüm soluyordu. Silvan, savaşın-çatışmanın, acıların en yoğun yaşandığı yerlerden birisiydi.
‘Kaç Zil Kaldı Örtmenim’ Filiz Aygündüz’ün, heyecanla okuduğum ‘Kaç Zil Kaldı Örtmenim’ (Doğan Kitap) adlı anı-romanı, o günlerin Silvan’ındaki ilkokul çocuklarının gözünden Türkiye gerçeğini anlatıyor.
Aygündüz, “Dilin yoksa yalnızsın. Sorunu çözmek de o küçücük çocuklara kalıyor; Kürtçelerini okulun kapısında bırakıp Türkçe öğrenmeye çalışıyorlar” diye özetliyor yaşamakta olduğumuz dramı.
Bugünün deneyimli gazetecisi Filiz Aygündüz’ün yolu, bundan 15 yıl önce öğretmenliğe başladığı günlerde, hayatının neredeyse İstanbul dışına çıkmamış olduğu bir döneminde, Diyarbakır’ın Silvan ilçesine düşmüş.
Bu kitap işte böyle bir deneyimden doğmuş…
Bir sorunu anlamak için yapılması gerekenin ona dokunmak olduğuna inandığım için, klasik yorumların ötesine geçen özel tanıklıkları her zaman önemsedim.
Özellikle de Kürt meselesi üzerine yapılan değerlendirme ve yorumların klasik bir çizgiye sıkıştığı ve kendini tekrar etmeye başladığı böyle bir dönemde, konuya sıradışı noktalardan dokunan kişisel tanıklık, gözlem ve analizlerin önem kazandığını düşünüyorum.

Devlet bağnazlığı, örgüt bağnazlığı Yoksulluk, şiddet ve derdini anlatamayan bir halk… Çocuklar Türkçe bilmiyor, Filiz de Kürtçe. Her şeyin korku verici ve çaresiz bir renge büründüğü o günlerde, “Filiz öğretmen” fizik öğretmek için yola çıkmış... Ne var ki kurada Filiz öğretmenin şansına sınıf öğretmenliği çıkınca ülkenin en derin sorunuyla baş başa kalmış.
Bir Kürt arkadaşım yıllar önce, “Ben ilkokula başladığımda tek kelime Türkçe bilmiyordum” dediğinde şaşırmış, bölgeyi tanıdıkça bu örneklerin sıradışı olmadığını fark etmiştim. Bilmediği bir dilde eğitim görmeye zorlanan çocukların psikolojisinin anlaşılmasının, özellikle de Türkiye’nin batısından bakan bir göz tarafından anlaşılmasının zorluğunu belirtmeye herhalde gerek bile yok.
Filiz öğretmenin anlattıklarını, “gerçeklerden kaçmayan bir aydının kendisiyle ve Türkiye’nin batısıyla hesaplaşması” bağlamında ele alabiliriz. Özellikle de öykünün hakikiliği ve yazarın sahiciliği, bu hesaplaşmayı çok daha önemli kılıyor.

Diyarbakır’dan ağlayarak dönmek

Kürt meselesinde yıllardır yürütülen milliyetçi propagandayı, devletin ve medyanın yarattığı önyargıları ve bunların bilinçaltımızdaki tortularını aşmak ve çözüm üretebilecek sakinliğe ulaşmak kolay değil.
Filiz, bu kitabı yazmayı, yaşadıklarını aktarmayı uzun yıllar ertelemiş. Türkiye’nin bir faili meçhuller ülkesi olduğu, özellikle de Kürtlerin yaşadığı bölgelerde büyük kıyımların görüldüğü dönemlerde Filiz’in, karşılaşabileceği tepkileri hesaba katarak beklemiş olması anlaşılabilir.
‘Türk-Kürt kardeştir’ çoğu zaman sadece laf
Filiz, yaşadıklarını şu kelimelerle özetliyor:
“Türk, Kürt kardeştir lafının çok zaman sadece bir laf olduğunu, içinin doldurulmadığını, birbirimizi çok da iyi tanımadığımızı söyleyebilirim. Diyarbakır’a gidene kadar benim de durumum farklı değildi. Orada tanıştık. Oraya gitmeden ben de böyleydim. Diyarbakır’dan ağlayarak döndüm sonra da. Gerçek anlamda bir sürü insanın Kürt halkıyla tanışmadığını düşünüyorum. Benim onlara bir teşekkür borcum vardı. Ben bu tanışmanın hikâyesini yazmak istedim.”

15 yılda çok mesafe Kürtçe meselesi ise hâlâ bütün bölgede olduğu gibi Silvan’da da duruyor.
Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’ya bir öneri:
Bölgeye Kürtçe bilen öğretmenler gönderilebilir, hiç bilmeyenler için de küçük bir Kürtçe hazırlık kursu düzenlenebilir.