10 Aralık 2010 Cuma

Mahir Çayan, Cengiz Çandar ve ben 68'de...

Bizi de böyle dövmüşlerdi. Demirel başbakandı. 1969 yılının haziran ayıydı. Hükümet, üniversite özerkliğini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir yasa taslağı hazırlıyordu. Üniversiteler ayağa kalktı. Önce İstanbul Üniversitesi’nde işgaller başladı, sonra Ankara’ya yayıldı.
Biz de Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde işgal eylemi başlattık. Ancak okulumuzun yönetimi ve öğretim üyeleri de ‘özerklik’ konusunda duyarlı oldukları için işgal eylemimizin onları hedef almadığını belirtiyor, ilişkilerimizi sürdürüyorduk.
Dekanımız, geçen yıl yitirdiğimiz İlhan Unat’tı. Bir akşam bizi evine çağırdı. Mahir Çayan, SBF Öğrenci Derneği Başkanı Cengiz Çandar ve Sosyalist Fikir Kulübü Başkanı olan ben Unat’ın Bahçelievler’deki evine gittik. Dekan, sakin davranmamız ve barışçı yöntemler kullanmamız konusunda bizi uyardı.
Dönemin İçişleri Bakanı Faruk Sükan bu buluşmamızı izletmişti. Meclis’te
gündeme getirdi. “SBF Dekanı, gece evinde işgalcilerle görüştü, bunları hocaları kışkırttı” dedi.

Devlet üzerimize geldi
İçinde olduğum o dönemde de daha sonraları da gençliğin ‘aşırılıkları’nın, ‘çılgınlıkları’nın hem tanığı hem parçası oldum. Yaşlıların hiçbir zaman gençleri anlamadıkları gerçeğini defalarca yaşayarak gördüm.
O dönemde, “Komünistler Moskova’ya” diyerek, bizleri hep birilerinin maşası gibi görürlerdi. Gençliğimizden, saflığımızdan gelen tepkilerin içeriğini anlama çabası içine girmezlerdi. Gençler öfkelerini gösterirken, tepkilerini dile getirirken hiçbir dönemde tam bir uyum içinde de olmadılar. Değişik siyasi görüşlerden akımlar, (içlerinde çok radikal olanları olduğu gibi, daha sakin olanları da vardır) gençleri etkileme imkânları buldular.
Hem ‘seçilmiş iktidar’lar hem de ‘aralarda’ gelen askeri darbe yönetimleri, gençlerin eylemlerini ‘düşman’ gördüler, şiddet yoluyla bastırmayı tercih ettiler. Baskı, gençlerin daha aşırı eğilimlere kaymasını da beraberinde getirdi.
Gelişmiş ülkeler dahil iktidarlar, gençlerin bazen şiddeti de içeren eylemleri karşısında nasıl davranılacağına ilişkin ortak bir çözüm üretebilmiş değiller. Çeşitli arayışlar var. Bunlardan en önemlilerinden birisi gençlerin üniversite yönetimlerine katılmaları.
Birçok gelişmiş ülkede öğrenciler üniversitelerin yönetiminde söz sahibi. Örneğin Almanya’nın Düsseldorf Üniversitesi, yüzde 60’ı öğretim üyelerinin, yüzde 30’u öğrencilerin, yüzde 10’u idari personelin oluşturduğu bir senato tarafından yönetiliyor. Bizde ise üniversite yönetimleri, öğrencilerin söz ve karar sahibi olmaları şöyle dursun, ‘itiraz eden, gösteri yapan öğrencileri cezalandırma merkezi’ gibi çalışıyorlar.

Gençler protesto eder
YÖK toplanıyor, rektörler Başbakan’la bir araya geliyor. Kimse gençlerin şikâyetlerini önemsemiyor. Gençlerin ‘terbiye edilmesi’ anlayışının ağır bastığını görüyoruz.
Gençlerin protestolarına alışmamız gerekiyor. Onların bütün aşırılıklarına, zaman zaman içinde anlamsızlıklar da barındıran tepkilerine rağmen hâlâ bir ‘saf’lığı temsil ettiklerini düşünmeyi sürdürüyorum.
Başbakan’a önerim, üniversitelerde aralıksız süren ‘okuldan uzaklaştırmalar’ konusunda bir araştırma yaptırması. İkinci önerim, gençlerin üniversite yönetimine katılmasını sağlayacak değişiklikler konusunda evrensel örnekleri gözden geçirmesi.
Gençleri ne kadar dinledik ve anlamaya çalıştık? Bunca yıldır sokaklarda YÖK’e karşı gösteri yapıyorlar, harçların yüksekliğinden, imkânsızlıklardan yakınıyorlar... Onların bu taleplerine karşılık yaratıcı projeler üretildi mi?
Gençliğin sakin olmasını istiyorsak, önce devlet sakinleşsin. Bir kültürün ilerilik derecesi, gençleri daha çok bir tehlike olarak mı yoksa bir potansiyel olarak mı gördüğü üzerinden ölçülebilir.

0 yorum :